27 Nisan 2025

Derinlerden gelen çağrı

Toprak Ana sağlam temelleri olan bir geleceği ilimle, bilimle, vicdanla inşa etmemiz gerektiğini fısıldıyor

23 Nisan günü hiç ummadığımız bir anda yer yerinden oynadı.

Bizi güvenle taşıdığına inandığımız Toprak Ana, derinlerden gelen bir uğultunun ardından bizi sağa sola silkeleyerek gerçeği hatırlamaya davet etti.

Deprem, kimimizi evde kimimizi sokakta kimimizi en değerlilerimiz çocuklarımızın bayram gösterisinde yakaladı.

Doğanın bu sert uyarısı bize bir kere daha doğanın gücü karşısında ne kadar güçsüz ve savunmasız olduğumuzu hatırlattı.

Tedirginlik içinde önceki deprem travmalarımız saklandıkları kuytulardan tekrar gün yüzüne çıktı ve kendimizi güvende hissetmediğimiz gerçeğini bir kere daha yüzümüze çarptı.

Acı sonuçlarla deneyimlediğimiz tüm deprem felaketlerinin ardından geriye büyük bir güvensizlik hissi kaldı ki güven duygusu insanın en temel ihtiyaçlarında biri.

Yaşadığımız binaları kendimiz inşa etmediğimiz, izin süreçlerini kendimiz takip etmediğimiz sürece bu ülkede yaşadığımız her gün altında bulunduğumuz çatıları inşa eden ve gerekli izinleri usulüne uygun bir şekilde vermekle yükümlü olan yetkililerin vicdanı kadar hayatta kalıyoruz.

Ülkemizin üzerinde bulunduğu toprakların deprem kuşağında olduğu gerçeğine rağmen biz yıllardır her deprem sonrası bedelini canımızla ödediğimiz benzer acı senaryoları yaşıyoruz.

Bu sefer Toprak Ana yüzümüze güldü. Kısa süren uyarısıyla bize her an karşı karşıya olduğumuz deprem gerçeğini hatırlattı ve bizi bir süredir daldığımız derin uykudan uyandırdı.

Kısa süren ve bir yıkım veya kalıcı hasarla sonuçlanmayan 23 Nisan depremi, hepimizi yaşamsal olmaktan uzak, yalan telaşlarımızdan uyandırıp gerçeği görmeye çağırıyor.

Türkiye’nin kalbi olan İstanbul bir saatli bombayla yaşıyor ve 99 depreminin üzerinden geçen onca yıla rağmen hala yeterince kuvvetlendirilmiş ya da depreme dayanıklı hale getirilmiş değil.

Ülkenin kalbi böylesi bir tehlikeyle baş etmek üzere kaynağa ihtiyaç duyarken ve vatandaşlar halihazırda derin bir ekonomik krizle boğuşurken iktidarın, 18 Mart’tan bu yana ülkede yaşanan demokrasi krizinin ateşini söndürmek üzere ülkeyi uğrattığı maddi zarar akıl alır gibi değil.

Bir eğitimci olarak dikkat çekmek istediğim bir diğer mesele de, depremin insanlar üzerinde yarattığı huzursuzluğu kabul etmekle birlikte, bir yıkım veya kalıcı bir hasar gerçekleşmemesine rağmen okulların büyük bir hızla 2 gün süreyle tatil edilmiş olması.

Nedense bu gibi durumlarda ilk kesintiye uğrayan eğitim oluyor. Örneklerine daha önce de şahit olduğumuz bu gibi kararlar ülke yönetiminin eğitime ve gelecek nesillerine verdiği değeri gösteriyor.

Maalesef son 20 yıldır eğitimin öneminin günden güne arka plana atıldığına şahitlik ediyoruz.

Her yeni gelen Eğitim Bakanı’yla birlikte yeniden şekillenen ve adım adım modern çağın gereksinimlerine cevap vermekten uzaklaşan müfredat, neredeyse her yıl değişikliğe uğrayan sınav sistemi, sınavlarda yapılan usulsüzlükler, çalınan sınav soruları, değeri sınav puanına indirgenmiş öğrenciler, mahkum edildikleri düşük ücretlerle hayata ve mesleklerine karşı tahammül savaşı veren, öğretmenlik kimlikleri zayıflatılmış eğitimciler, çocuklarına iyi bir eğitim sağlamak için onlara vakit ayıramamak uğruna canını dişine takmış çalışan veliler…

Bu liste daha da uzar gider.

Ülkemizde eğitime atfedilen önem(sizlik) dolayısıyla, her geçen gün niteliksizleşen ve modern dünyanın gereksinimlerini karşılamaktan uzaklaşan bir eğitim sistemiyle cehalete sürükleniyoruz.

Niteliksiz eğitim dolayısıyla ortaya çıkan cehaletin türlü acılara yol açan yansımalarını da toplumda gözlemliyoruz.

Bu gerçeğin ortaya çıkardığı olumsuz tablo yalnız sokakta değil; Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Teşkilatı tarafından gerçekleştirilen bir izleme aracı olan Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) gibi uluslararası standartlarda gerçekleştirilen değerlendirmelerin sonuçlarında da kendini gösteriyor.

Daha fazla geride kalmadan, bu yüzyılda ülkemizin geleceği olan gençlerimizin dünya ile rekabet edebilmesi için acilen eğitimi önceleyen bir yönetim anlayışına geçmemiz gerekiyor.

Atatürk’ün de dediği gibi ‘Geleceğin güvencesi sağlam temellere dayalı bir eğitimdir’.

Eğitimden bahsetmişken, geçtiğimiz günlerde varlığını bildiğim ama daha önce dokunma fırsatımın olmadığı biri hala üniversite olarak hizmet veren diğeri de varlığına okul olarak başlamış ve günümüzde otel, restoran olarak kullanılan iki özel mekanla yakından tanıştım.

Ecole St. Pierre

Hafta içi bir davet vesilesiyle uzun zaman sonra Galata’ya gittim. Bir süredir uzak kaldığım şehrin tarihi dokusuyla ılıman bir Nisan akşamında yeniden buluşmak, sokaklarında yürümek, kalabalığına karışmak ruhuma çok iyi geldi. Hele ki karanlığın içinde etrafına yaydığı ışıkla ve yanına yaklaştıkça artan ihtişamıyla büyüleyen Galata Kulesi beni bir süreliğine gerçeklikten koparıp başka bir zamana ışınladı.

Galata Kulesi

Galata Kulesi’nin yanından geçerek ulaştığım buluşma mekanı İ-Gurugalata, tarihi St Pierre İlkokulu binasının bir otele dönüştürülmesiyle bugün Ecole St Pierre Hotel olarak hizmet veren otelin bünyesinde bulunuyor.

İ-gurugalata

Restoran’da ilk dikkatimi çeken tarihi dokunun yaşamaya devam ettiği duvarlar ve girişteki avlu oldu. Duvarlar, Galata Kulesi’ni korumak üzere Cenevizliler tarafından inşa edilmiş olan Galata Surlarıymış. 17 odalı otelin bünyesinde Il Cortile adlı bir de İtalyan Restoranı bulunuyor.

Ecole St Pierre; Sultan Abdülmecid döneminde Rus Başkonsolosluğu binasını yapmak üzere İstanbul’a gelen meşhur İtalyan Mimarlar, Fosatti Kardeşler tarafından tasarlanmış.  Okul, 1842-1935 yılları arasında ilkokul olarak hizmet vermiş. İlkokulu burada bitiren öğrenciler eğitimlerine St. Benoit’a da devam ediyormuş.

Okul daha sonra kilise tarafından satılmış ve bugünkü halini almadan önce sırasıyla postal fabrikası ve marangozhane olarak kullanılmış.

Tarihi mirasa saygı gösterilerek tasarlanan Ecole St Pierre Hotel ve restoranları şehrin daha önce tanışmadığım değerli bir eserini tanımama vesile oldu. Sizler de İstanbul’da turist duygunuzu koruyarak yaşamayı ve keşifler yapmayı seviyorsanız Ecole St Pierre’i görmenizi tavsiye ederim.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi

Yıllardır Fındıklı’dan geçerken hayranlıkla seyrettiğim Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin kapısından içeri Murathan Mungan Sepozyumu vesilesiyle girmek kısmet oldu.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi

24-25 Nisan günlerinde MSGSÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü tarafından düzenlenen sempozyumda yazarlar ve dostlarının Mungan’ın eserlerine dair çalışmalarını, düşüncelerini paylaştıkları oturumlar gerçekleşti.

Ülkemiz ve dünya edebiyatına şiirden romana, tiyatro oyunundan şarkı sözlerine pek çok değerli eser kazandırmış olan Murathan Mungan bu sene mesleğinde 50. yılını dünyaya gelişinin de 70. yılını kutluyor.

Mungan, kendine has güçlü kalemiyle ve eserleriyle yazın alanında özel bir yere sahip olduğu gibi oturumlarda pek çok meslektaşı ve arkadaşının da altını çizdiği üzere ülkemizde tabu olmuş meselelere dikkat çeken, bu meseleler üzerine fikirlerini ortaya koyan ve cesaretle konuşan bir aydın.

Kızımın da sempozyum üzerine sohbet ederken şaşırarak belirttiği gibi; hayatta olan ve aktif bir şekilde üretmeye devam eden bir yazarla ilgili bir sempozyum düzenlenmiş olması çok etkileyici. MSGSÜ öğrencilerini bu anlamlı etkinliği hayata geçirdikleri için tebrik ediyorum.

Murathan Mungan Sempozyumu

Hazır üniversitenin içine girmişken varlığıyla, dokusuyla, mimarisiyle çok beğendiğim bu değerli eğitim çatısının ruhunu biraz daha solumak istedim.

Önce bahçeye yayılmış olan birbirinden etkileyici heykelleri inceledim. Sonra da Mimarlık Fakültesi binasına girip sahile çıktım. Kapıdan içeri girip binanın mimari oranları ve dengesiyle büyülenmiş bir şekilde sahile doğru yürürken karşıma ayaklı panolarda asılı bir sergi çıktı.

MSGSÜ Heykel

Sergi, Sanayi-i Nefise Mektebi ile ilgiliydi. Günümüzde adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan kurum 1883 yılında Osman Hamdi Bey öncülüğünde Sanayi-i Nefise Mektebi adıyla kurulmuş ve ülkemizin programlarına hiç ara vermeden sürdüren en eski kurumuymuş.

Sergide, İstanbul’a miras bıraktığı değerler arasında Union Française, Arifi Paşa Yalısı, Arkeoloji Müzesi, Osmanlı Bankası (Galata), Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane, Duyun’u Umumiye gibi özel eserler bulunan mimar Alexandre Vallaury’nin eserlerinin fotoğrafları yer alıyordu.

Alexandre Vallaury

Türk Uyruklu Levanten mimarın Sanayi-i Nefise Mektebi’nin mimarlık bölümünün kurucusu ve ilk mimarlık hocası olduğunu bu sergi vesilesiyle öğrenmiş oldum. Okulun tasarım ve uygulaması da Vallaury’ye aitmiş.

MSGSÜ’ni ziyaretim sırasında eserlerini çok beğendiğim ve eserleriyle ilham dolduğum bu değerli mimarın hikayesine dair daha ayrıntılı bilgiye ulaştığım için de ayrıca memnun oldum.

Sanatseverlere öneri

Vallaury’i bu kadar anmışken sanatseverlerin ilgisini çekecek bir de sergi önerisinde bulunmak isterim. Mimarın önemli eserlerinden biri olan Union Française’de bulunan Meshru İstanbul’da 17/04 – 30/09 2025 tarihleri arasında sanatçı Kezban Arca Batıbeki’nin ‘Kezban’ın Nadire Kabinesi’ adlı sergisi görülebilir.

Sergi, eserlerin ve objelerin özgün sunumu itibariyle izleyiciyi sanatçının kendine has dünyasına davet ediyor. Sergi; sanatçıyı ve eserlerini daha yakından anlamamıza yardımcı olacak şekilde sanatçıya ait biriktirilmiş nesneler, objeler, çalışma masası gibi sanatçının özel yaşamına dair pek çok ayrıntıya yer veriyor. Öyle ki kendinizi Batıbeki’nin atölyesinde veya evindeymiş gibi hissediyorsunuz.

Sergide yer alan her bir obje sanatçının eserlerinde yerini alıyor. Batıbeki, sergisinin özgün sunumu itibariyle izleyiciyi yalnızca bir sergi alanına değil kendi kişisel dünyasına davet ediyor.

Herkese; anlamsız polemiklerle değiştirilmeye çalışılan asıl gündemi tutmaya ve her şeye rağmen içindeki keşfetme heyecanını yaşatmaya devam edebildiği, güvende olacağı bir hafta dilerim.

İlksen Utlu kimdir?

Çukurova'da doğdu ve büyüdü. Orta ve lise eğitimini Tarsus Amerikan Koleji'nde tamamladı.

Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu.

10 yıl İngilizce öğretmenliği yaptı.

Eğitim yolculuğu son yıllarda farkındalık çalışmaları alanında devam ediyor.

Bir eğitimci ve hayat öğrencisi olarak hayatın içinde yaptığı gözlemleri ve farkındalık üzerine yaptığı çalışmaları harmanlayarak, insan gelişimine ve iyi oluş hallerine katkıda bulunmak üzere kitaplar yazıyor.

Yazarın "Üzüntü ile Neşe, Gezerler Hep El Ele' ve "Ahenk İçinde' adlı kitapları bulunuyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Modern yalnızlığın kadim çözümü

Muhabbet dolu bir sofra ömrü uzatır mı?

Trafikte ikna yerine ceza uygulaması

Hızlı gitmek istiyoruz. Cezalara kızıyoruz. Ama risklerin ne kadar farkındayız?

21. yüzyılın sessiz gücü

Yılmazlık, esneklik ve dinlemenin gücüyle yol alan, hayata değer ve ilham katanlar

"
"