29 Nisan 2025
Sanat bir propaganda aracı olmasa da yaşadığı döneme tanıklık eden sanatçıların tarihsel önemi yadsınamaz.
Dünyanın en önemli çağdaş sanatçılarından Anselm Kiefer, savaşın enkazını ve soykırımın izlerini hızla ortadan kaldıran Alman toplumunun geçmişiyle yeterince hesaplaşmadığını bu nedenle de Faşizmin hala açık bir tehdit olduğunu düşünür. Son yıllarda Avrupa genelinde yükselen ırkçı söylemlerden de bunu görmek mümkün. Kiefer tarihin unutturmaya çalıştığı vahşeti anıtsal yerleştirmeleriyle açığa çıkarır.
Şu sıralar Amsterdam’da Van Gogh Müzesi’nde sergisi devam ediyor. Gidemedim ama Mubi’de yayında olan filmini bir kez daha izledim.
Wim Wenders, “Anselm” (2023) filminde, Kiefer’ın çağdaş Alman bir sanatçı olarak portresini kendine özgü sinematografisiyle yeniden yaratır. İzleyici, sanatçının düşünme biçimini, sanat yapma nedenini derinlemesine kavrayabilir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda doğan iki çağdaş sanatçının buluşması mitlerden, felsefeden, sanattan ve doğadan ilham alır. Bu ortak deneyim, iki sanatçı arasında güçlü duygusal bir bağ kurar. Kiefer, filmde zamanın içinde sessizce yürüyen bir keşiş gibidir. Sanatıyla savaşta yok olanların hafızalarını gün yüzüne çıkarır.
Modern dünya yarattığı enkazın üzerini örtse de Kiefer o enkazın altında kalanların sesiyle acının dilini yaratmaya devam eder.
İşte bu tarihsel ve politik arka plan Wenders’ın filmini yalnızca bir sanatçı portresi olmaktan çıkarıp zamanın ruhunu yakalayan bir belgeye dönüştürür.
Film, sararmış etekleri parçalanmış bir gelinlik yerleştirmesiyle başlarken müzik eşliğinde şu sözleri duyarız:
“Olağanüstü Ay’dan ve asil ışığından daha güzeldir Güneş…”
Kamera, güneşin ilk ışıklarıyla parlayan doğa manzarasında dikenli tellerin dolandığı, kuru otların fışkırdığı gelinlikler arasında gezinir. Üzerlerine saplanan cam kırıkları, eteklerindeki ağır taşlar, içlerinden kurumuş ağaçların çıktığı beyaz gelinlikler başlangıcın değil yokluğun göstergesidir. Yok oluşun hafızası geri çağrılır.
İsimsiz ve unutulmuş olabiliriz
ama biz hiçbir şeyi unutmadık
Kiefer’ın yerleştirmelerinin arasında dolaşırken duyduğumuz fısıltılar Holokost’ta kaybedilenlerin sessiz çığlıkları gibidir. Yerleştirmelerini kazıyarak, soyarak, yakarak bu çığlıkları duymaya çalışan sanatçı unutmamak için kulağını verip dinler.
Wenders’ın filminde kamera, tıpkı bir hayalet gibi sanatçının çalışmalarının arasında dolaşır, Kiefer’in devasa yerleştirmeleri, atölyeleri ve mekânları bu şekilde anıtsal bir derinlikle izleyiciye sunulur. Belgeselden çok sanatçının iç dünyasına yolculuk gibidir. Bu yolculukta Kiefer’ın Alman kimliğiyle yüzleşip geçmişle hesaplaşırken ilham aldığı önemli şairlerden Paul Celan’ın Ölüm Fügü şiirini kendi sesinden dinleriz:
…
Şafağın siyah sütü
Seni geceleri içiyoruz
İkindi vakti, sabah ve akşam içiyoruz seni
Durmadan içiyoruz
Evde bir adam yaşıyor
Altın saçların Margarete
Kül rengi saçların Sulamith
Adam yılanlarla oynuyor
Ölümü daha tatlı çalın diye sesleniyor
Ölüm, Almanyalı bir efendi
…
Celan’ın şiirindeki Sulamith ve Margarete’i Kiefer’ın tuvallerinde görürüz.
Margarete altın saçlarıyla hem Goethe’nin Alman kültüründeki saf güzellik imgesine gönderme yapar hem de bu kültürün nasıl bir yıkıma ve suça ortak olduğunu çarpıcı biçimde gösterir. Kiefer, “Goethe’yi yaratan bir kültür nasıl olur da Auswitch’i yaratır” der.
Sulamith ise Eski Ahit’teki Süleyman'ın Şarkısı'ndaki Yahudi kadın kahramana atıfta bulunur. Kiefer, Sulamith tablosunda, Berlin’deki bir Nazi anıt salonunu ölüm kamplarındaki krematoryum olarak resmeder; Nazi askerlerini onurlandırmak için tasarlanmış mimariyi kurbanları için bir anıta dönüştürür.
Wenders’ın kamerası kurumuş ayçiçekleri arasında ağır ağır ilerler. Ayçiçeği döngüsel yaşamın simgesidir. Ancak Kiefer’ın ayçiçekleri Van Gogh’unkilerden ilham alsa da bu döngüden çıkmış gibidir. Solmuş, kurumuş, neredeyse ölmüş hâldedir. Güneşe yönelse de ışığı görmezler. Bu ‘mezarlık’ aynı zamanda bir hafıza bahçesidir.
Eserlerinde sıkça kurşun, saman, kül, kil, kurumuş çiçekler ve toprak gibi malzemeleri kullanır. Bu malzemeler zamanın geçiciliği, ölüm, yıkım ve yeniden inşa temalarıyla bütünleşir. İlham aldığı doğa manzaraları tablolarında tankların altında ezilen yakılıp yıkılan tarlalara dönüşür.
Sanatçı fiziksel olarak da bu yıkım sürecini yapıtlarına taşır. Tablolarında saman balyalarını yakar, kurşunu eriterek döker. Ve bütün bu kaosu çerçevelediğinde bir sanat yapıtına dönüştüğünü söyler. Enkaz altında kalan insanlığa, unutuşa ve suskunluğa aittir. Susarak bu karanlık tarihi yok saymaya çalışan bir topluma karşı geçmişi sürekli deşmeye çalışır.
İnsanların Tanrı’ya ulaşmak için yaptığı Babil Kulesi, sonunda kibir yüzünden yıkılır. Kiefer, bu miti alır ve çağdaş anlamda insanlık tarihindeki yükselme-çöküş döngüsüne bağlar. Fransa’da 40 hektarlık bir arazide kurduğu devasa sanat stüdyosunda inşa ettiği devasa kuleleri katmanlı, eğik, dengesizdir. 1980'lerde devasa boyutlarda ürettiği kitap heykelleri donuk ve soğuk bir metal olan kurşundan yapılmıştır. Metaforik olarak zehirli olması hafif görüntüsü ile zıtlık oluşturur. Ağırlığı ve dönüştürülebilir olması nedeniyle bilgiye işaret eder. Bilgi yüce bir amaç için kullanılabildiği gibi yıkım için de kullanılabilir.
Kare (Das Geviert) adlı eserinde Alman filozof Martin Heidegger’ın Nazi geçmişini eleştirir. Heidegger’in gökyüzü, yeryüzü, tanrılar ve ölümlüler olarak dört temel unsurla tanımladığı “Das Geviert” kavramına doğrudan bir gönderme yapar.
Almanya’nın entelektüel mirasıyla hesaplaşan Kiefer, Heidegger’in düşüncelerinin zamanla nasıl “zehirlendiğini” ve bu zehrin nasıl düşünsel bir “kanser” gibi yayıldığını zehirli mantarları kullanarak metaforik bir dille ifade eder.
1969’da yaptığı "Occupations" serisinde Caspar David Friedrich’in sis denizine bakan romantik resmini yeniden üretirken Friedrich gibi izleyiciyi belirsiz bir uçurumun kıyısına getirir: Kiefer bu seride, babasının Nazi üniformalarını giyip Nazi selamı verir.
Bu eylem hem bir yüzleşme hem de kışkırtıcı bir sorgulamadır. Faşizmin hâlâ insanlık için bir tehlike olduğunu oldukça provakatif bir dille anlatır.
Kiefer’in yerleştirmeleri, Wenders’ın kamerasıyla buluşunca deneyimsel bir atmosfer yaratıyor ve zaman, hafıza, mekân üzerine düşünce alanını derinleştiriyor. Sanatın neden ve nasıl var olduğunu sorgulamak isteyenler için mutlaka izlenmesi gereken bir film.
Gülay Kazancıoğlu kimdir?İlk, orta ve lise eğitimlerini doğduğu kent olan Trabzon'da tamamladı. Ankara Üniversitesi'ndeki mühendislik eğitimini resim bölümünde okuyabilmek için yarım bırakıp 1992 yılında Gazi Üniversitesi Resim Bölümü'ne geçti. 1996 yılında lisansını tamamlamasının ardından Hacettepe Ünversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Ana Sanat Dalı'nda “Resimde Trajik” konulu yüksek lisans teziyle sanatta yeterliliğini verdi. Ankara ve istanbul'da görsel sanatlar öğretmeni olarak da görev yapan sanatçı resim, heykel ve dijital enstalasyon çalışmalarına devam etmektedir. |
“Kendini maruz bıraktığın imgelerin miktar ve niteliğini dikkatle ve bilerek seç. İmgelere maruz kalmak her zaman zehirler.”
Abramović’in gerçek aletler ve bedenini kullanarak gerçekleştirdiği performansı bağlamından kopararak aşk temasına indirgeyen Rugül Serbest, haz ve acının temsilini; ucu bükülmüş çatal, eğilmiş testere gibi dekoratif objelere dönüştürüyor
Erbil Arkın, sergiyi basın mensuplarına gezdirirken Rodin’le ilk karşılaştığında duyduğu heyecanı yaşıyor gibiydi. Eternal Idol (Sonsuz İdol) adlı heykelin önünde durdu, elindeki kâğıdı iki figürün arasındaki ince boşluktan geçirdi. Acı ve arzuyu ancak bu kadar iyi ifade eden sanatçıyla koleksiyonerin hangi duygularda buluştuğunu anladım
© Tüm hakları saklıdır.