19 Nisan 2025
Selena Demirli ve Dilek Uluer | Şairler Mezarlığı oyunundan
Yazar Ersin Doğan’ın kaleme aldığı ve yönetmenliğini Selena Demirli’nin üstlendiği Şairler Mezarlığı, şiiri yalnızca bir anlatım aracı olarak değil, başlı başına bir karakter olarak sahneye taşıyan özgün bir yapım.
Yazarının tabiriyle oyunda, “kitaplaşma imkânı bulamayan şiirlerin sahneyle buluşarak görünür kılınması” hedeflenirken; Selena Demirli ve Dilek Uluer, oyundaki performanslarıyla “insanın insanla olan mücadelesini şiirlerle savuruyor.”
Seyirciyi 'bilinen' ile 'bilinmeyen'in sınırında gezinen gerçeküstü bir evrene davet eden Şairler Mezarlığı, sekiz saatlik bir ömre sahip prematüre bir bebek ile iki çocuğunu dünyada bırakıp bedeninden ayrılan bir şairler Mısra ve Piraye’nin öte dünyadaki zamansız karşılaşması, unutulmaya yüz tutmuş sözcükler, yaşanamamış hayatlar ve şiirle dolu bir hafızanın içinden geçerek sahnede can buluyor.
Edebiyat ile sahne sanatları arasında kurduğu disiplinlerarası bağ ile farklılaşan Şairler Mezarlığı, hem içerdiği metinlerarasılık düzlemi hem de sahneleme biçimiyle severlere farklı bir deneyim vadediyor.
Doğan ve Demirli; oyunun yaratım sürecini, şiir-tiyatro ilişkisini ve bağımsız sanat üretiminin zorluklarını, 23 Nisan'da Claphall'da yeniden tiyatroseverlerin karşısına çıkacak olan Şairler Mezarlığı'na dair merak edilenleri T24’e anlattı.
- Şairler Mezarlığı fikri nasıl ortaya çıktı ve nasıl bir araya geldiniz, biraz bu süreçten bahseder misiniz?
Ersin Doğan: Şairler Mezarlığı temelde bir yazar protestosu olarak doğdu. Amacım, şiire ve şaire verilmeyen değerin, kitaplaşmaya fırsat bulamayan şiirlerin tiyatro sahnesine taşınmasıydı. Yazar gözüyle bakacak olursak Ersin Doğan’ın şiirlerin kitap sayfalarına taşınamadığı, taşınsa da ilgi göremediği bir dünyaya savurduğu isyan sözleriydi. Bu noktada ‘Türkiye’de şairlerin kitapları olmaz, olsa olsa mezarları olur; onda da tek kişi olur.’ protest ruhuyla başlayan süreç önce Mısra karakterine oradan da Piraye’ye uzanarak bugünkü hâlini aldı.
Selena Demirli: Benim lisansım Türk Dili ve Edebiyatı, yüksek lisansım ise Oyunculuk bölümü üstüne idi. Metinler üstüne çalışmak ve yeni tartışma alanları yaratmak ve özellikle farklı türlerin, disiplinlerin, ‘tiyatro’ sayesinde birleşme olanaklarının sınırlarını araştırmak ilgi alanımın çok içindeydi. Özellikle tiyatroda 18. yüzyılda gelişmeye başlayan, konvansiyonel olanın dışındakini araştırma eğilimi, yüksek lisans sürecimde benim temel çalışma alanım haline gelmişti. Ersin’in kaleme aldığı ‘Şairler Mezarlığı’ metni, bu bağlamda somut bir çalışma ortaya koyabilmemiz için, “doğrusal” olanın dışına çıkma sınırlarını zorlayabilmemiz için özgür bir alan yaratıyordu; bu alanı oyuncu ve yönetmen rolüyle, akademik olanın ötesinde, sahnede deneyimleme fikri beni çok tetikledi ve bu tetiklenme hâli, Ersin’e ve bana, ismini Yahya Kemal Beyatlı’nın çok sevdiğim şiirinden ilhamla alan ‘A.H.E.N.K’ Tiyatro’yu kurdurdu. Ardından, çeşitli projelerde birlikte çalışma fırsatı bulduğum veya üretimlerini özenle takip ettiğim ekip arkadaşlarımıza tek tek ulaştık. Yaratıcı kadromuz tamamlandıktan sonra da Eylül ayının başında prova sürecine girdik.
- Şairler Mezarlığı’nda şiir bir anlatım aracı mı yoksa başlı başına bir karakter mi?
Ersin Doğan: Sorunuzu bir yazar gözüyle çok kıymetli buluyorum; çünkü şiir, Şairler Mezarlığı bünyesinde sadece bir anlatım aracı değil bahsetmiş olduğunuz gibi başlı başına bir karakter. Bu açıdan bakarsak Şairler Mezarlığı’nın üç kişilik bir oyun olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Mısra, Piraye ve şiirler... Mısra ve Piraye’nin dudaklarının arasından dökülen ama döküldüğü her noktada onlardan esintiler savurmakla kalmayan, onların bedeni üstünden tüm insanlığa merhem dağıtan başlı başına bir güç. Oyunumuz sırasında Mısra ve Piraye’nin diyalogları arasına ne zaman şiir girecek olsa, o üçüncü oyuncu sahne alıyor ve şiirin tüm gücünü, kelimelerin dansıyla birlikte gören gözlere, duyan kulaklara, seven yüreklere haykırıyor. Bu sebeple ne zaman oyunumuzla ilgili bir paylaşım yapacak olsam, ‘insanın insanla olan mücadelesine şiirler savurmak’ üzere davetlerde bulunur, oyunumuza seyretmeye çağrı yaparım.
- Şiir ile sahne arasında kurduğunuz ilişkiyi, metinlerarasılık (şiir-tiyatro) bağlamında nasıl tanımlarsınız? Oyununuz bir şiir performansı olarak da okunabilir mi?
Ersin Doğan: Şairler Mezarlığı metnini, bir şiir performansı olarak okumak mümkün. Daha önce de vurguladığım gibi oyunumuzda şiir, başlı başına bir iletişim aracı olduğu kadar üçüncü bir karakter, seyreden insanlar açısından da üçüncü bir göz. Seyirciler, Mısra ve Piraye arasındaki mücadeleyi, savrulan şiirlerin arasından çekip çıkarıyor, sorguluyor, yorumluyor, özümsüyor. Böyle bir metin, sahneye taşınırken daha ince işlenmeli, seyircilere daha renkli ama bir o kadar da etkili bir dünyadan aktarılmalıydı. İşte tam da burada Selena Demirli’nın rejisi devreye girdi. Kurduğu renkli dünyayla benim cümlelerimi, anlatmak istediklerimi daha vurucu bir hâle getirdi. Şiiri dansla birleştirerek yazdığım her bir kelimeye kılıflar dikti, kelimelerim o kılıfların içinde danslara eşlik ederek seyircilere ulaştı. Yönetmen olarak kurduğu bu renkli dünyayı yine en iyi o aktarabilirdi ve bu noktada, oyuncu kimliğini kuşanarak Mısra karakterine sahnede o can verdi. Dilek Uluer’in geceler boyu mücadele ederek yoğurduğu Piraye karakteriyle birleşmeleri sonunda da şiirleri şairlerine ve seyircilerin seyrine kavuşturdular.
- Bu kadar şiirsel ve soyut bir metni sahneye taşırken sizi en çok zorlayan neydi?
Selena Demirli: Metni sahneye taşırken dikkat etmem gereken noktalar benim için çok belirgindi. ‘Şiir’ türünü kurguda nasıl konumlandıracağım? ‘Şiir’ türü, sadece ‘tür’ olarak, var oluşuyla, bu metinde alımlayıcısına ne anlatmak istiyor? Ben şiiri, bütünde tüm oyunda, bedensel ve biçimsel şekilde bir ifade aracı olarak giyinmeyi seçtim. İnsanın derdi var. Toplumla, insanla, var oluşuyla, var olamayışıyla, tutsaklığıyla bazen de özgürlüğüyle bile sancısı var. Örneğin ‘Mısra’ karakteri, bedensel olarak çok özgür ama içinde çok tutsak bir “şiir.” Piraye, her insan gibi, kuralların, topluma göre ‘doğru’nun, ‘uygun’un, sınırların içinde kısıtlanmış ve katılaşmış, ‘dünyevi’ izler barındıran bir “şiir.”
Sahnede, bu iki karakterin birbirine tezat oluşturan iki ‘şiiri’ temsil etmelerini istedim. Finalde ise bu iki tezat şiirin -nihayet- dokunabilmesiyle, birleşmesiyle meydana gelen çok sesli, çok güçlü bir şiirin doğumunu yaratmak…
Çünkü güçlü var oluşlar hep özgün birleşimlerden doğar. Finalde doğum sadece Mısra’yı değil, Piraye’yi de buluyor aslında. Bu birleşim ve yeniden doğuş tek taraflı değil. Bunu başaran ise -metnin de dediği gibi- yine ‘şiir’in ta kendisi.
Şiir çok sesli bir tür. Özgün ve özgür bir tür. Çok yönlü, birbirine karşıt kavramları bir arada barındırabilen, içine pek çok yapıyı alabilen, alıntılara, hatırlatmalara alan açabilen, esnek ve çok renkli, öznel, bağımsız bir edebi tür. Alımlayana özgü bir tür. İşte oyun da tam olarak böyle olsun istedim. Yapısıyla başlı başına şiir türüne bir telmih sanatı oluştursun gayesini taşıdım. Bunun sınırlarını zorlamak, yollarını aramak, bu arayışı bedene sirayet ettirmek, diyaloğu ve ifade-iletişim aracını şiire dönüştürmüş bir metni, seyirciye doğallıktan uzaklaşmadan aktarabilmek, fiziksel ve düşünsel olarak zaman zaman yordu beni. Zorladı. Ama çok değerli, disiplinlerarası, metinlerarası bir araştırma alanı açtı tüm ekibe. Yaratıcı kadromuz çok özverili, çok yetenekli insanlara sahip. Oyun partnerim Dilek Uluer, yardımcı yönetmenimiz Kübra Karatepe, yapım asistanımız ve operatörümüz Akif Bahadır Fentçi, ışık ve dekor tasarımcımız Zafer Metin, kostüm tasarımcımız Sefa Eraslan, makyaj tasarımcımız Nehir Altuğer, müzik ve afiş tasarımcımız Coşkun Yaşar, reji asistanlarımız İrem Buldu ve Cemre Naz Gözütok, oyun fotoğrafçımız Yiğitcan Tumri, teknikerlerimiz Mehmet Ay ve Eren Süloğlu hepsi kendi alanlarında çok üretkendi. Bu ekip olarak, bizim soyut olanı seyirciye kendi dilimizce aktarmamızı sağladı.
Süreci güzelleştirmek, kolaylaştırmak, sorumluluğu paylaşmak, oyun arkadaşı olabilmek bu ekibin en kuvvetli sihri.
- Söyleşiye hazırlanırken oyunun seyirci yorumlarına baktığımda oyun için “ağıt, edebi şölen” gibi benzetmeler yapıldığını gördüm. Şairler Mezarlığı’nı hem yönetmeni hem de oyuncusu olarak siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Selena Demirli: Benim için, özellikle yüksek lisansta ilgi alanım haline gelen, ‘tiyatroda konvansiyonel yapıyı parçalamak’, ‘parçalı yapı’, ‘parçalı dil, kesintili zaman, mekan, öykü, özne’ kavramları bu oyunda somut bir deneme alanı oluşturdu. Tek bir tanıma sokmak çok zor tabii ama şöyle anlatabilirim:
İki farklı şiirin, iki farklı oluşun, birbirine an be an yaklaşan, uzaklaşan ama sürekli akışta kalan devinimini düşünün. Bir tablo gibi. Biri kaskatı. Biri ise dalga dalga yayılmakta olan bir su gibi, farklılar. An geliyor tıpkı tek bir yürekmişçesine beraber atıyorlar, an geliyor alabildiğine uzaklaşıp birbirlerinden kaçıyorlar. Ancak er ya da geç, bu zıt iki varoluş -yazarın tabirine göre insanın insanla olan mücadelesi- birbirini yeniden doğuruyor. Birbirinden izler taşıyan başka bir oluşta. Ben oyundaki bu yaklaşma ve uzaklaşma halini çok seviyorum. Bu çok ‘parçalı’ mücadeleye bu sebeple, -şiir türünün içine pek çok yapı alabildiği gibi- biz de dansı, müziği, renkli ışıkları, gölgeleri ve en çok da bedeni kattık. İnanır mısınız, anne karnındaki bir bebeğin ultrason görüntülerini inceleyerek aylarım geçti. Çok yeni bir bedensel çalışma ve deneme alanı tanıdı oyun, tüm ekibimize.
Aslında Mısra ve Piraye, tek bir özne olmanın ötesinde, birbirlerinin ‘mısra’larına sürekli karışan, birbirlerinin ‘mısra’larını eksiltili cümlelerle tamamlayan, ‘parçalı’ özneler. Bedenleri, zamanları ve mekanları da öyle. Tamamlanmak gibi bir gayeleri de yok. Kuralları, mecburiyetleri hiç yok. Sadece özgür olmak ve o akışta çok seslilikleriyle var olmak istiyorlar.
Şairler Mezarlığı, hem edebi anlamda bir amaç taşıyan, şiiri temsil eden hem de aynı zamanda barındırdığı sürrealist izleri ve ‘şiiri bedende bulmak’, ‘şiir ile insan bedeninin buluşmasına yeni bir bakış açısı kazandırmak’ gibi inceleme alanlarıyla yeni, farklı bir tiyatro keşfi.
- Unutulmak teması sizin için neden bu kadar önemliydi?
Ersin Doğan: İnsanın insanla olan mücadelesine şiirler savurmak isterken bu dünyayı hiç tatmadığı için kirinden, pasından uzak kalmış Mısra karakterinin karşısına dünyevi duyguları dolu dolu yaşamış Piraye karakterini çıkardım. Bu karşılaşmanın temeli ‘unutulmamak’ üstünden şekillendi; çünkü sevdiğiniz insanların hafızasında daha fazla yer alamayacak olmak, benim adıma insani duygular arasında en ‘dünyevi’ olanı, masum göründüğü kadar da insani eylemleri, güdüleri ‘ben’e dayandıran bir faktördü.
İnsan ne yazacağına, nasıl yazacağına önceden karar veremiyor, en azından ben yazacaklarına önceden karar veren bir yazar değilim; aksine ânı yaşayan, ânın getirdiği duygularla kalemini yoğuran bir yazarım. Mısra ve Piraye karakterlerini yazmaya başladıktan sonra ben onlar oldum, onların dilinden derdimi anlatıp onlar adına mücadele verdim. Bu mücadele esnasında Piraye olurken beni en çok unutulmak korkuttu, en çok o yordu. Mısra olduğumda ise hiç iz bırakamadan ayrıldığım dünya sınırlarından sonra Şairler Mezarlığı sınırlarında, hatırlanmamak üzdü, hatırlanmamak kırdı. Dolayısıyla her iki karakterimin yaşadıkları beni ‘unutulmak’ üstünde kendiliğinden birleştirdi. Birinin adına korkup şiirlerimi bu korkunun gölgesine teslim ederken, diğer karakterimin adına kırılıp o kırgınlıkla mücadele ederek şiirlerimi yazmak istedim.
- Bugünkü koşullarda bağımsız sanat üretimin zorlukları sizce neler ve bunlarla nasıl başa çıkıyorsunuz?
Ersin Doğan: Herhangi bir destek olmadan ayakta kalmaya çalışmak, hangi alanda olursa olsun başlı başına bir sorunken sanat üretme çabası adına daha zorlu bir süreç olabiliyor; çünkü hemen her alanda maddi zorluklarla karşılaşıyorsunuz. Maddi zorlukları aşabileceğiniz noktada da toplumun önyargıları sizi hemen çevreliyor. Kendinizi tanıtabilmek, ürettiğiniz eserin gücünü kabul ettirebilmek akarsuyun akışına karşı kürek çekmekten farksız bir hâl alabiliyor; ancak her şeye rağmen ayakta durabilmek, kayaların üstünde hayat bulan dört yapraklı yoncalara, ümit aşılayabilmek gerekiyor.
Selena Demirli: 2025 yılı, bence tiyatro anlamında geçirdiğimiz zor sezonlardan biriydi.
Sarmal olarak birbirini etkileyen olumsuz koşullar var. Ekonomik kaygılar, toplumsal ve sosyal yaralar, politik gündem, doğal afetler; tabii olarak artan moral bozukluğu, hepsi maalesef önce tiyatroyu etkiliyor. Mütemadiyen ‘Acaba bu hafta oynayacağımız oyunu oynayabilmemiz için bir engelle karşılaşacak mıyız? Oynayabilecek miyiz?’ tedirginliğini yaşamak bazen inanın çok yıpratıcı. Çünkü tiyatro bizim mesleğimiz, hayatımızı zor da olsa bu mesleği devam ettirerek yaşıyoruz, iptal olan her oyun, bağımsız ekipler için ve bağımsız sahneler için, onarılması zor kayıplara sebebiyet veriyor.
Örneğin bir sahneyi işletmede tutabilmenin kuvvetini sağlamak da çok zor. Bağımsız sahneler bu sebeple çok değerli. Onlar bizim her oyun ev sahiplerimiz oluyorlar. Ancak bu sefer de haklı olarak yükselen sahne kiraları, bağımsız tiyatro ekiplerini çok zorluyor. Bu ekonomik zorluklar elbette sadece tiyatro sektöründe kendini göstermiş değil; birçok sektör aynı sıkıntıları yaşıyor. Her şeye rağmen, unutmamalıyız ki, hâlâ oynanması mümkün olan her oyun günü, bizi bir araya getiren ve sözümüzü söyleyebilmemiz için fırsat yaratabildiğimiz bir özgürlük alanı. Tiyatro, zor ve dar zamanda sadece nefes vermiyor, tam tersi devam edebilmek için, hiçbir zaman yalnız olmadığımızı, bir arada olmanın dönüştürebilme, iyileştirebilme potansiyelini de aşılıyor. Direniş kaynağımız bu. İçimizdeki ateşin gücünün ve üretme sevdamızın, yaşanan tüm zorluklardan daha büyük ve kuvvetli olduğuna; birleştireceğine, şifalandıracağına, onaracağına dair olan inancımız. Çünkü tiyatro gerçekten bu kadar etkili. En zor günde, daha fazla etkili.
- Günümüz konjonktüründe içinde bulunduğumuz toplumu eleştiren veya politik tiyatro yapıldığında sansür ve otosansüre dair neler söylersiniz?
Ersin Doğan: Sansür tarihin çeşitli dönemlerinde varlığını hatırlatmış ve hatırlatmaya da devam edecek gibi görünen sinsi bir hastalık, kuvvetli bir zehir gibi. Eleştiri ise amansız bir panzehir. Tiyatro yapmak başlı başına zorlu bir mücadele iken bir de bunu toplum eleştirileri ve politik öğeler eşliğinde icra etmek ‘akıllı işi’ gibi durmuyor; ancak tiyatro gibi kudretli bir sanat alanının, klişeleşen konular ve suya sabuna dokunmayan metinlerle sunulmasını kendi adıma haksızlık olarak görüyorum.
Tiyatro varlığını bilgi veren, soran, sorgulayan, sorgulatan sınırlarda dolaştırmaktan vazgeçmemeli, inandığı değerleri anlatabileceği ölçüde toplumla paylaşmalıdır. Tam olarak buradaki ölçü, sansür ve otosansür gölgesinde dolaşmak zorunda gibi görünse de yazarların ve tiyatro oyuncularının, yönetmenlerin bu gölgelere en güçlü ilaç olabileceğini kimsenin unutmaması gerekir.
Selena Demirli: Tiyatroda değerli olanın, ‘dert’ olduğuna inanıyorum. Bazen gülmekten nefesimizin kesildiği bir sahnede dahi, derinde yatan toplumsal veya bireysel ‘derdi’ fark ettiğim an, ‘tiyatro iyi ki var’ diyorum. Bazen dolaylamadan, doğrudan; bazen de çeşitli sembollerle dışavurulan tüm dertler, tiyatro ile aktarıldığında gerçekten dönüştürücü bir etkiye sahip. Bu derdin anlatım biçimini bazen de direkt özü, ‘derdi’ sansürlemek, aslında insanın, bilincin, hafızanın, kolektif hafızanın, tarihin yok sayılması anlamına geliyor. İnsanın bir sözü olmalı, bir fikri olmalı, bir düşüncesi olmalı. Eğer insan, içinde yaşadığı toplumun derdini sahnede anlatmayı seçiyorsa, bir o kadar da o derde şifa olmak ve aramak için mücadele istiyor, bu ülke için emek veriyor demektir. Bunun çok barışçıl bir yanı da yok mu? Bu ülkenin yarınları için mücadele etmek isteyen ve bunu sanat yoluyla dile getiren, bedenine giydiren bir sanatçıdan, daha fazla kime güvenebiliriz ki? Keşke herkes görebilse, anlayabilse bunu. Barışa dair, birliğe dair, birlikte iyi olmaya dair, yaratılan her alanı çok değerli buluyorum ve bu alanların hiç durdurulmamacasına çoğalması gerektiğini savunuyorum.
- Oyunda kadınların ülkemizde yaşadığı birçok soruna da değiniyorsunuz. Ben bu bağlamda size şunu sormak istiyorum; patriarkanın hâkim olduğu tiyatro, sinema gibi sektörlerde kadın olarak ayakta durmaya çalışmanın zorlukları ile karşılaşıyor musunuz?
Selena Demirli: Maalesef karşılaşıyorum. Çoğu zaman, yeni bir çalışmaya başlarken, yeni bir sahnede oynarken, yeni bir ekibe dahil olurken aklımda binbir türlü soru işareti oluyor. Sadece başta değil, yolda karşılaşabileceğim olası kanıksanmış ve yerleşmiş bakış açıları, cinsiyetçi yaklaşım fikri, güvende hissetme ihtiyacım ve hakkım, her zaman zihnimde dönüp duruyor. Ama bu konuda, pek çok kadın gibi ben de bakış açımı, özgür düşüncelerimi dile getirmekten kesinlikle sakınmıyorum; bu algının ve yüzyıllardır süregelmiş tek taraflı hakimiyetin kırılmaya başladığını görmekten, kadınların sahnede acısını, kederini, özgürlük aşkını, cesaretini ve haklarını haykırmasını her geçen gün daha fazla seyretmekten gurur duyuyorum. Ben de bu kadınlardan biriyim. İyi ki tiyatroda, sinemada, sosyal hayatta ve çeşitli meslek gruplarında sözümüzü söylemeye her gün -sesimizi daha fazla duyurarak- devam ediyoruz.
KünyeYazar: Ersin Doğan |
"Zor bir meslek. Yalnızca enstrümanı almakla bitmiyor ve genelde enstrümanın büyük bir kısmını kendimiz karşılamamız gerekiyor satın alırken. Aldıktan sonra da bakıma ihtiyaç duyuyorlar. Özellikle yaylı çalgılarda belli bir zamanda bir tellerinin değişmesi gerekiyor, arşelerinin kıllarının değişmesi gerekiyor. Biz de ise millerin değişmesi ya da petlerin değişmesi gerekiyor. Bunlar da tabii ücret"
“Cenevre Oda Orkestrası, Şostakoviç’in 5. senfonisini seslendirirken bir dans topluluğu da krump yapacaklar. Orkestra da bildiğimiz anlamda sandalyelerinde oturup nota sehpalarından notalara bakarak çalmayacaklar. Onlar da bu dans topluluğuyla birlikte sahnenin üzerinde bir koreografi yapacaklar. Hepsi beraber hareket edecekler. Los Angeles banliyölerinde doğmuş bir hip hop dans türü krump ve isyankar bir dans”
Eylül ayından itibaren yeni listelerde buluşmak üzere diyerek sizi sezonun son listesiyle baş başa bırakıyorum
© Tüm hakları saklıdır.