06 Temmuz 2025
Geçtiğimiz günlerde Vedat Milor, yılların balıkçısı İsmet Baba’ya gittiğinde rakının yanında çay ikramıyla karşılaştığı bir video yayınlandı. Gastronomi konusundaki bilgisiyle hayranlığımızı kazanmış birinin, rakının yanında servis edilen çaya gösterdiği ilk tepkiyi epey sempatik buldum. Şahsen ben de rakıyla çayı pek bağdaştıramayanlardanım. Tam da bu tercihimden “yüksek bir zevk” olarak bahsetmem için bir fırsat yakaladım derken Vedat Milor’dan bir yorum daha geldi: “Bu da sosyal çürümenin bir parçası mı?”
Bilimsel, siyasi, hukuki ya da sosyolojik pek çok terimin gündelik yaşama ve özellikle de sosyal medya diline akmasıyla birlikte içlerinin de boşaldığı zamanlardan geçiyoruz. Kocaman terimlerin, kapsamlı tarihi gerçekliklerin, sayısız istisna barındıran bilimsel verilerin ve daha pek çok bilginin, bilerek ya da bilmeyerek sulandırılması, içinin boşaltılması ve hatta doğruymuşcasına dile ve hafızalara yerleşmesi epey tehlikeli. Kimi zaman sadece basit yanlış anlaşılmalarla sonuçlanan bu durum, aslında çok büyük bir gerçeklik örtüsü haline gelebiliyor. Toplumsal hafızamızı yönlendirmek, sosyal kutuplaşmaya olumsuz katkı vermek ve hatta bilimsel bilginin itibarsızlaştırılması gibi pek çok sonucu olabiliyor.
Milor’un “sosyal çürüme” çıkışı da işte bu nedenle beni rahatsız etti. Sosyal çürüme, muhtemelen de Vedat Milor’un dem vurmak istediği kültürel erozyon, çok derin ve ciddi bir kavram. Öyle rakının yanında çay içmekle falan açıklanması mümkün olmadığı gibi, olur olmaz yerde kullanıldığında onlarca sosyal çürüme örneğini hafifseten bir anlamı da olabiliyor. Basit bir gastronomik tartışmayı, sosyal çürüme gibi bir yere taşımaya kalkınca, gerçek çürüme örneklerini de bir “zevk meselesi” düzeyine getirmiş olmuyor muyuz?
Vedat Milor “sosyal çürüme” kavramını kullanırken bir gizli ajandası, bir art niyeti falan muhtemelen yoktu. Ancak kimi zaman bazı sözler, bazı kullanımlar, bir anlam, bir mesaj taşıyabiliyor. Madem gastronomiden başladık, bence bir niyetle kullanımı pompalanan bir terim olan alkolden söz edebiliriz. Alkol, karbon atomuna doğrudan bağlanmış bir ''-OH'' grubu olan organik bileşiklere verilen genel addır. Öyle şişelenip restoranlara dağıtılması, bardağa doldurulup içilmesi falan mümkün değil. Dolayısıyla da biz eskiden, alkol değil, içki içerdik. Mutlaka “alkol” vurgusu yapılacaksa da “alkollü içecek” derdik. Şimdi bakıyorum da bazıları “alkol içiyor”.
İçki içmeyenlerin ve içki içilmesini istemeyenlerin kullanması açısından son derece anlamlı olan bu isimlendirme, duyanı gerçekten bilinç dışında içkiden soğutabilir. En azından içkiye karşı mesafelendirebilir. Ne sakıncası var? Bence yok. Zaten sağlık açısından son derece zararları olan, insanın duygu durumuna ciddi etkileri olduğundan sosyal riskler barındıran bir üründen söz ediyoruz. Ballandırıp övmenin bir alemi yok. Ancak… İçki, aynı zamanda gastronomik bir taddır. Lezzete ek olarak da bir kültür barındırır. Dolayısıyla, güzel bir yemeğin yanında içilen iyi eşleşmiş bir kadeh şaraba “alkol” deyip geçilmesi hem doğru değil hem de bir yaşam tarzının, bir gastronomik zevkin ve bir kültürel değerin yok sayılması anlamına gelir.
Yurt dışına gidenlerin, adeta sudan ucuz içki seçenekleri olduğunu gördüğünde şaşırmasına neden olan sistem, “alkol” isimlendirmesini de kapsıyor elbette. Reklam yasakları, fahiş vergiler, içki içilebilen mekanların sürekli azalması gibi pek çok modülü olan bir sistem…
Yurt dışı demişken, bir de çeviri vasıtasıyla anlamı değişen bir başka kullanımdan daha söz edebiliriz: Hediyelik Eşya Dükkanı. Hani içinde bol bol ucuz malzemeyle üretilmiş magnetler, anahtarlıklar, bardaklar, şapkalar falan olan dükkanlar. Bulunulan kent ve ülkeyle ilgili tasarımla hazırlanmış sayısız ıvır zıvır… Bu dükkanların orijinal ismi “souvenir shop”. Yani tam tercüme edersek, “hatıra dükkanı”. Demek istediği de; “burada gezdin, gördün, yedin içtin, sana buraları evine gittiğinde de hatırlatacak bir şey alabilirsin”. Biz ise bunu, kendi kültürel kodlarımızı bildiğimizden olsa gerek, “burada gezdiğin gördüğün ne varsa, buraya dair hiçbir fikri olmayan eşe dosta anlatmak için bahanen olur” diye anlıyoruz. Bundandır ki pek çok ebeveynin buzdolabının kapağında, harita üstünde nerede olduğunu gösteremeyeceği ülkelerden gelen uyduruk magnetler vardır. Çocukları gezmiş, görmüştür çünkü.
Yine aynı seyahatte kullandığımız mekanlarda da bir “kayıp eşya bürosu” vardır. Onun da orijinal ismi “lost and found”. Tam çevirisiyle; “kaybedildi ve bulundu”. Sanırım bizde kaybedilen şeylerin bulunması ümidi epey zayıf. Dilimize bile sadece “kayıp eşya” diye yerleştiğine göre.
Dil, bir kültürel yansıma. O nedenle organik, değişen ve dönüşen bir yapıda. Bazen dili dönüştüren kültürken, çoğu zaman da kültürü dönüştüren dil olabiliyor. Bakış açılarımızı değiştirmek için dilimizi de değiştirme ihtiyacımız bundan. Kadın diyemeyip “bayan”da ısrarcı kişiler, “kadın” demenin kabalık olduğunu düşündüğünü söylüyor mesela. Çünkü kadın kelimesinin bir kesimin zihninde canlandırdığı çıplak beden, muhtemelen “bayan” kelimesi ile canlanmıyor. Devlet baba, ay dede, toprak ana, cinsiyetçi küfürler, atasözleri, deyimler… Bunlar hakkında yüzlerce bilimsel çalışma, binlerce içerik bulunabilir. Söylenmişleri tekrar etmeye gerek yok ama hatırlatmanın da faydası var çünkü nasıl ifade ettiğimiz, nasıl düşündüğümüzün de sembolü.
Düşünce ve ifade demişken… Bir insan hakkı olan “ifade özgürlüğü” kavramının, dilimizce sıkça “düşünce özgürlüğü” olarak kullanıldığının farkında mısınız? Hatta zaman zaman “düşünce suçlusu” gibi bir başka “şey” de kullanılıyor. Teknik olarak mümkün olamayacak bir suç ama tersi de harika bir propaganda. “Bu ülkede düşünce özgürlüğü var” dediğinizde kim itiraz edebilir? Herkesin ne düşündüğüne kimse karışamaz ne de olsa. Oysa esas konumuz, ifademizin özgür olup olmaması. Orijinal ismi “freedom of speech” ya da “freedom of expression” olan özgürlük çeşidi, bireyin kendini gerek diliyle gerekse dış görünüşüyle özgürce var edebilmesi ve nasıl düşündüğünü ifade etmesi için kullanabileceği sistemin varlığı ve güvenliği ilgili. Yoksa kendi kendine hobi olarak herkes istediğini düşünebilir.
Bu konu daha çok su kaldırır elbette. Örnekleri sayısız çoğaltılabilir. Ağzımızdan çıkanı gerçekten dinleyerek iyi bir adım da atmış oluruz. Ancak önceliği, “neden öyle söyleniyor” sorusunu sormaya verebiliriz. Bize öyle söyledilerse bir durup düşünelim. Kim söyledi? Neden söyledi?
Şarkı bitti mi? Bir kez daha dinleyelim haydi. “Ne masallar ninniler söylediler dünya üstüne / Aldatıldık, aldatıldık, dünya böyle değil…”
Yaşamaya bu kadar odaklanır ve ölümü gündeminden bunca çıkartırken, insanın ahlaki olarak yıpranmaması olanaksız. Sadece birileri daha uzun yaşayabiliyorsa, diğerleri de bunun maliyetini ödüyor demektir
Gençlik geçici ama genç buhar olup uçmuyor. Yapılmayan yatırımın, gösterilmeyen saygının, kendisine ayrılmayan bütçenin ve ellerinden alınan hakkın etkisini derinden ve uzun yıllar yaşıyor, bilerek ya da bilmeyerek toplumsal yaraların ilk çizikleri oluyor
Arkadaş sohbetinde iç şişiren konuların hiçbirine değinmeden, örneğin sadece George Clooney ve Brad Pitt’in başrollerini paylaştığı film Wolfs’tan, Aphrodisias’ta bulunan Zeus heykel başından ya da yaz tatili için yaptığınız planlardan söz ettiğiniz oluyor mu? Yanıtınız “evet” ise yazımın bundan sonrasını okumayabilirsiniz. Sözüm yanıtı “hayır” olanlara
© Tüm hakları saklıdır.