Bundan tam beş yıl önce, 19 Nisan 2020’de bu köşede COVİD-19 pandemisinin ilk döneminden geleceğe dair öngörülerimi yazmışım. Dileklerimle karışık bir öngörü... Pandeminin insanları eşitlediğini, ergenlerin teknoloji bağımlısı oldukları için evde kapalı kalmakla bir derdi olmadığını, pandemi bitince eski yaşamlarımıza geri döneceğimizi ve döndüğümüzde de eskisini yerinde bulacağımızı sananları eleştirdiğim bu yazıda şöyle demişim:
“Daha dünyayı yeni yeni algılamaya başlamış bir neslin, pandemi öncesi, sırası ve sonrasını biz bugünün yetişkinleri gibi algılaması söz konusu bile olmayacak. ‘OK Boomer’ neslinin doğaya yaptığımız eziyeti, küresel büyük adaletsizliği, ihtiyatsızlığı, siyasi rant uğruna harcanan yaşamları… sorgulamayacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü COVID-19 neslinin bugünümüzde hiçbir etkisi yok. Bugünü biz yarattık. Sorumlusu biziz. Üstelik COVID-19 neslinden çok daha önce bu dünyayı olduğu gibi bırakıp gidecek olan da yine biziz. Bu dünyayı bizim enkazımız olarak onlar devralacak.”
Dileğim de şöyle olmuş: “Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz. COVID-19 kuşağı da öyle… Dilerim intikamları acı olsun; bizim tükettiğimiz tüm değerleri yeniden ‘başımıza sarsınlar’".
Bugün sokakta, okulda, kampüste, mahkeme salonunda, sosyal medyada ve daha pek çok kamusal alanda kendini anlatmaya çalışan ya da susan gençler, işte o ayazı yiyen ve hesabını ödeyenler. Üstüne bir de ebeveynler, işverenler, yöneticiler ve diğer tüm “yaşı geçkinler” tarafından bol bol eleştirilenler. Görmezden gelinenler, küçümsenenler…
“Hepsi çok başarılı olacak”, “hepsi dünyaya demokrasi getirecek” gibi romantik bir bakışım yok. Hatta tam aksine, insanın yaşından bağımsız bir saygıyı hak ettiğini düşünüyorum. Gençlik geçici ama genç buhar olup uçmuyor. Yapılmayan yatırımın, gösterilmeyen saygının, kendisine ayrılmayan bütçenin ve ellerinden alınan hakkın etkisini derinden ve uzun yıllar yaşıyor, bilerek ya da bilmeyerek toplumsal yaraların ilk çizikleri oluyor. Kandırılabileceklerini, dünyayı anlamayacaklarını, duyarsız olduklarını, başka bir deyişle hepsinin birbirine benzer zaafları olduğunu düşünenler yanılıyor. Çünkü insan; kandırılmak ya da dünyayı anlamak için de, duyarsızlığında da, her yaşta aynı potansiyelde.
Nesilsel acil durum yaşanıyor
Gençlerin, maruz kaldığı pek çok dezavantaj var günümüzde. Kimisi küresel, kimisi bizim ülkemize has. Birkaç örnek verecek olursak: Dünya Ekonomik Forumu’nun raporuna göre; “genç işsizliği hâlâ önemli bir sorun olmaya devam ediyor. 2023 yılında, tam 64,9 milyon genç işsizdi ve genç işsizlik oranı %13,6’ya ulaştı. Bu oran, yetişkinlerin işsizlik oranının üç katından fazla. Bu sadece bir istatistik değil; ertelenmiş milyonlarca hayali, sekteye uğrayan kariyerleri ve gerçekleşmemiş potansiyelleri temsil ediyor.”
Dünya Sağlık Örgütü, ruh sağlığı sorunlarının yüzde 50’sinin 18 yaşından önce başladığını, dünyanın bir nesilsel acil durum ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. Ve yazarken bile zorlanıyorum; intihar, gençler arasında öncü ölüm nedenlerinden biri haline gelmiş durumda. Sadece cebine yansıyan gerçekleri görenler için de bir veri paylaşalım: McKinsey Sağlık Enstitüsü'ne göre, beyin sağlığıyla ilgili bozukluklar küresel ekonomiye her yıl 5 trilyon dolar maliyet getiriyor.
Bir araştırmaya göre ülkemizde gençlerin yüzde 64’ünden fazlası, ailesinden aldığı harçlıkla geçiniyor. Yüzde 70’inden fazlasının aylık ortalama harcaması ise 5.000 TL’den az. Böylesine dar bir bireysel bütçenin içinde kalma zorunluluğuna rağmen markalara büyüme üstüne büyüme getiren gençlerin bir söz hakkı olmasın mı?
Daha otantik, daha diyaloğa açık, daha dönüşüm odaklı boykot
Gençlerin tüketimden gelen gücünü kullanmasını, ekonomiye saldırı olarak görenler var. Özellikle yerel markaların korunması isteğini, yatırımın ve üretimin güçlüğünü ve bu nedenle büyük değerini göz ardı edecek değiliz. Zaten boykot da bu yüzden bir anlam taşıyor. Ekonominin, bir karşılıklılık prensibiyle çalıştığını hatırlatmak açısından demokratik bir hak, üreticiye, satıcıya yönelik kendini ifade etmenin bir biçimi olarak kritik.
Gençlerin boykot anlayışıyla siyasi partilerin kendi dünya görüşüne göre yapılmasını istediği boykot arasında pek çok bakımdan ciddi farklar var. Siyasi kurumların zaman zaman tutarsız olduğu, göstermelik adımlar atabildiği hepimizin malumu. Sahip oldukları orantısız yaptırım gücünün tehlikesi de düşünüldüğünde, odağında cezalandırma fikri olduğu tartışmasız. Ama gençlerin markalara karşı tavrı daha otantik, daha diyaloğa açık, daha dönüşüm odaklı. Gençler markalarla konuşmak istiyor. Bütün dünyayla konuşmak istedikleri gibi.
Önünde, teorik olarak, yaşanacak sağlıklı uzun yıllar olan, dolayısıyla da dönüşüm için en güçlü potansiyeli taşıyan gençlere kulak verilmedikçe, “yedikleri ayazın” hesabı büyüyor. Bu hesap da, en kolay, markalardan soruluyor. Ülke politikalarını ve küresel rotayı değiştirmekten çok daha hızlı ve pratik şekilde markaları değiştirebilir bu gençler. Rezil de vezir de edebilirler.
İşte bu nedenle, satış hacminin ciddi kısmını gencin cebindeki sınırlı parasından edinenlerin bir silkelenip kendine gelmesinde fayda var. Genci, “yaş aldıkça iyileşecek bir hasta” gibi görmekten acilen vazgeçin. Size söylediklerini dinleyin, duyun, harekete geçin. Gençleri, en başta da kendi kurumlarınızda çalışan gençleri; değersiz, yetersiz, etkisiz gördüğünüzde gençler de görüyor. Ciddiye almadıklarınız sizi de ciddiye almayacak.
Son kozunuz “yerli marka”, “milli servet” söyleminde de yenilirsiniz çünkü bu gençlerden, insandan daha yerli, daha millî ve daha değerli değilsiniz.