Herkes en az bir kez hayal etmiştir kendi cenazesini. Kimler orada olacak? Hakkında neler söylenecek? Hangi yaşanmışlıklar konuşulacak? Neşeli anlar hatırlanıp acılı kahkahalar atılabilecek mi? En çok kim üzülecek? En çok kim üzgün gibi görünecek? Müslüman cenazelerinin bana göre en anlamlı anı gelip de “merhumu nasıl bilirsiniz?” sorusu sorulduğunda gönülden bir “iyi biliriz” denecek mi? Haklar, en hakiki yerden “helal” edilecek mi? Sahi, en çok hakkı geçenler orada olup o helalliği verebilecek mi?
İnsanın öyküsü doğumundan da önce başlıyor. İçine doğduğun coğrafya, seni sahiplenen aile ve onların da ilk nefeslerinden öncesine uzanan öyküleri… İnsanı, o gün olduğu insan olmaya getiren öykü uzun. Eğer nefes aldığı süre de uzun yıllar sürmüş ise cenaze töreni bu yaşanmışlığın adeta bir özeti. “Ölenin arkasından” konuşulan bu topraklarda, kötü bilinenler de “o gün” ortaya dökülür. Kimi törenin dışından paylaşılır, kimi anlatıların üzeri şekerle kaplanır, kimisi kelimeler arasına gizlenir ama illâ ki o serzeniş o gidenin ardından “dillendirilir”. O siyah gözlüklerin bir işlevi de budur zaten; gözleri kontrol etmek dili kontrol etmekten zordur.
“İyi bilinenler”in töreni, yaşam boyu hayal ettikleri gibi olur. Ömür yolculuğunun sonu, bütün biriktirdiklerinin bir tabloya aktarılması gibidir. Dokundukları herkes, her şey orada kendine bir yer bulur. “Ölenin arkasından” güzel konuşulur. Ve ne yazıktır ki, iyiler de kötüler de yaşarken -çoğunlukla- kendi cenazelerinin duygusuyla yüzleşme şansı bulamazlar.
Oysa insanın kendi ömrünün bilançosunu çıkaramadan göçüp gitmesi ne büyük kayıpken, kendi cenazesine tanıklık edip yaşama geri dönebilmek ne büyük bir mucize, dünya için ne büyük bir kazanım olurdu. Ölüm, tüm insanları eşitleyen tek gerçek çünkü.
Öleceğini bildiği halde, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan bir canlı insan. Ölmeyi hatırladığımızda korku, endişe, telaş gibi olumsuz duygulara kapılıyor ve çoğu zaman bunu hemen unutmaya çalışıyoruz. Gündüz Vassaf’ın sözleriyle; “Ölümü yadsıyarak, ölümü gülünç ve çaresiz çabalarla ertelemeye çalışarak hayata körleşiyoruz.”
Ya ölümlü olduğumuzu hiç unutamasaydık?
Her manzaraya “son kez görebilirim” tutkusuyla dakikalarca bakardık belki. Telefonumuzu çıkarıp fotoğrafını çekmenin anlamsız olduğunu düşünürdük; fotoğrafa bakacak vaktimiz olmayacaksa, fotoğraf çekmeye harcayacak vaktin de anlamsız olduğuna karar verebilirdik. Bir lokmayı ağzımıza attığımızda, bir sonrakine zamanımız olmayabilir diye düşünsek, hızlı hızlı çiğneyip yutmazdık. Son lokmanın keyfi gibisi olur mu? Yavaş yavaş, tadına doya doya… Bir sevdiğimize sarıldığımızda, onu bir daha göremeyebileceğimizi hatırlasak, şöyle bir sıkıca kucaklar, iki yanağından ayrı ayrı öperdik. Kızacakken bir arkadaşımıza, sitemimizi içimize atardık belki, son sözlerimiz olabileceğini düşünsek. Bizi nasıl hatırlasınlar istiyorsak öyle ayrılırdık her buluşmadan. Aceleye getirmezdik hiçbir şeyi. Gerekmeyen hiçbir şeyi söylemezdik. Zamanı, sevgiyi, ilişkileri, aşkı, acıyı… hiçbir şeyi “harcamazdık”, “yaşardık”.
Oysa bugünün düzeni, bize ölümlü olduğumuzu unutturmak bir yana, daha da ileri giderek ölümü erteleme vaadi sunuyor. Reçetelerle, ürünlerle, tariflerle, kamplarla, meditasyonlarla, ilaçlarla… Ölümü ertelemek isteyenlerin beden yatırımı, büyüyen bir ekonomik gerçek olarak da karşımızda. Örneğin 2025 yılı sonunda dünya genelinde vitamin ve takviye ürünleri pazarının yaklaşık 140 milyar dolar, anti-aging pazarının ise 80 milyar dolar civarında olacağı tahmin ediliyor. Ölümü ertelemenin sadece bir boyutu bu. Kaliteli sağlık hizmetlerine erişim, önleyici tedavilerden yararlanma, yaşam konforu, temiz hava kullanımı, sağlıklı gıdalarla beslenme gibi pek çok boyutu daha var ve elbette hiçbir boyutta eşitlik olmadığını da hemen söylememiz gerekir.
Birileri uzun yaşıyor, diğerleri maliyetini ödüyor
Tek bir örnek ile anlatacak olursak, JAMA Internal Medicine dergisinde yayımlanan 2024 tarihli Amerika’da servet eşitsizliğinin yaşam süresi üzerindeki etkileri (Wealth Redistribution to Extend Longevity in the US) çalışmasının sonuçları çarpıcı. Araştırmaya göre en zengin yüzde 10'luk grup, en düşük geliri bulunan yüzde 10'luk gruba göre ortalama 13,5 yıl daha uzun yaşıyor. Okuduğumuz son veri gibi değerlendirip bir düşünmenizi rica ediyorum: En zenginler en yoksullardan 13,5 yıl daha uzun yaşıyor! İnsanın insanla, insanın doğayla, insanın evrenle karşılaştırıldığında hep “daha eşit” kabul edildiği bu narsistik transhümanizm yaklaşımından epey bir yeni başlık geliyor gündemimize. Sadece birileri daha uzun yaşayabiliyorsa, diğerleri de bunun maliyetini ödüyor demektir.
Bugünün insanına sunulan yaşam şekli, hiç varılamayacak bir durağa doğru giden hızlı tren misali… Hep ileriye gidildiğine şüphe yok ama nereye vardığımızı asla bilmeden ömrü tamamlıyoruz. Hep gitme telaşı, giderken genç ve güzel kalma hırsı; zamanı, sonunda da ömrü tüketiyor. Uzatılan ömrün, alınmamış gibi duran yaşın, her hücreye sızdırılmaya çalışılan vitaminlerin nelere “rağmen”, neler “pahasına” ve kimlerin ömrünün kısalmasına sebep olduğu, hızlı trenin üzerinde süzüldüğü raylarda kimlerin yok olduğunun bile düşünülmesine zaman yok. “İnsana” yedek parça misali lazım olur diyerek bir adada üretilip yaşatılan “organ insanların” macerasını anlatan bilim kurgu filmi The Island (2005) gerçek olmak üzere gibi görünüyor. Belki de bir yerlerde gerçek oldu bile… Yaşamaya bu kadar odaklanır ve ölümü gündeminden bunca çıkartırken insanın ahlaki olarak yıpranmaması olanaksız.
İletişim teorisinde “olumsuz içerik” kullanılması önerilmez. İnsanları etkileyen, davranış değişikliği yapmasını sağlayan dil, olumlu dil olmalı diye bilinir. Onca birikimin verisine itiraz edecek değilim ama ölümlü oluşumuzu bunca bastırdığımız bir söylem seti de insanı “bozuyor” sanki. Cenazemizde sorulacak “nasıl bilirsiniz” sorusunun yanıtının ne olmasını istediğimizi uzun uzun, sakince düşünsek dünya için bir anlamı olacakmış gibi görünüyor.
Ne demiş Ingrid Bergman? “Yaşlanmak, yüksek bir dağa tırmanmak gibidir. Biraz nefes nefese kalırsın ama manzara çok daha iyidir.” Dağa tırmanabilecek kadar sağlıklı olmak gerekli elbette ama durup manzarayı görebilecek bir yavaşlama da şart.