29 Haziran 2025

Psikiyatr Dr. Gülcan Özer: Sağlıklı ilişkinin anahtarı iyi bir cinselliktir; iyiden kastım haftada üç kez sevişmek değil

"İhtiyaçlarımızı ve yaralarımızı kendi kaynaklarımızla doldurmaya çalışacağız. Eğer yakın ve sahici bir ilişki kurabildiysek, bunu partnerimize söyleyeceğiz. Bizim daha incelmiş yerlerimizi görecek, oraları sarıp sarmalayacak. Çünkü sevginin daima iyileştirici bir yanı vardır"

ebru d. dedeoğlu 29 haziran haftalık

Psikiyatr Dr. Gülcan Özer

Psikiyatr Dr. Gülcan Özer, hayatımın dönüm noktalarında, aldığım virajlarda yalnızca doğru kelimeleri sunarak düşüncemi değiştiren isim oldu. Kızkardeşliği yalnızca bir söylem değil, bir bakış açısı olarak gösterdi. Şimdi ise yeni kitabıyla yeniden karşı karşıyayız.

Kronik Kitap’dan yayımlanan Bu İlişkiyi Konuşmalıyız, yalnızca romantik ilişkileri değil; aşkı, evliliği, flörtü, sadakati, cinselliği, güç ilişkilerini ve bireysel kırılganlıkları tüm boyutlarıyla ele alıyor. Yenal Bilgici’nin çarpıcı soruları, Gülcan Özer’in doğrudan yanıtlarıyla karşılık buluyor. “Aşk ihtiyaç karşılamaz, iyileştirmez ve tamamlanmaya katkısı yoktur.” Kitabın omurgasını bu cümle oluşturuyor. Çünkü en büyük yanılgımız, kendi eksiklerimizi başkasıyla giderebileceğimizi sanmak. Oysa Özer diyor ki: “İhtiyaçlarını önce kendi kaynaklarınla karşılamakla mükellefsin. Senin dolduramadığın yeri dünya dolduramıyor.”

Ama esas olarak şu temel gerçeği gözümüzün önüne seriyor: İlişkiler, sadece yakınlıkla değil, samimiyetli bir mesafeyle ayakta kalıyor. Nezaketin yokluğu, en çok evin içinde kendini belli ediyor. Ve cinsellik, sandığımız gibi arzunun değil; çoğu zaman, ihmalin ve ilgisizliğin göstergesi hâline geliyor. Gülcan Özer şöyle diyor: “Her gün beş dakika cinselliğe zaman ayırırsan, üçüncü haftada bunun neye dönüştüğünü görürsün.” Gülcan Özer ile kurucusu ve çalışanı olduğu Terapi İstanbul’daki odasında buluştuk. İnsanın ve ilişkilerin hakikatini konuştuk. Sohbetimizin tamamını T24 YouTube kanalından izleyebilirsiniz.

Psikiyatr Gülcan Özer: Vedalaşabilmeyi bilmek de sağlıklı ilişkinin işaretidir

- Hepimizin başucu kitabı olan Herkes Kendi Hayatının Kahramanı yayımlanalı tam sekiz yıl oldu. Şimdi ise Bu İlişkiyi Konuşmalıyız okurlarla buluştu. Bu süreçte ilişkilere dair bakış açınızda bir değişiklik oldu mu?

Oldu. Kafam biraz daha aydınlandı. İlişkilerde ihtiyaçların ortaklaştığı paydayı bulmak epey güç. Belki de her türlü ilişkinin en zor yanı bu: Genel bir çerçevede anlatılamayacak kadar 'butik' olmaları. Her ilişki türü kendi içinde özgün. Elbette bir omurga var ama o omurganın yansımaları çok değişken. Sanırım bu konuda kafam biraz daha netleşti.

"Günümüz ilişkilerini daha gerçek buluyorum; daha iyi yahut daha kötü değil, daha gerçek"

- Modern dünyanın ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yeni nesil ilişkiler masaya yeni kartlar koydu. Güçlü ve güçsüz yanları var elbet. Son dönem ilişkilerin güçlü yanı; hakiki olmaları, mahalle baskısının etkisinin göreceli daha az olması. Ve elbet ilişkilere gösterilen sabır, zaman ve emeğin azalması son dönem ilişkilerin en zayıf halkası. Bu sadece romantik ilişkileri içermiyor elbet. Bunu özellikle söylemem lazım. Yaklaşık 24-25 yıldır çiftlerle çalışıyorum. Günümüz ilişkilerini daha gerçek buluyorum. Daha iyi yahut daha kötü değil, daha gerçek. Kastım şu; evvelden romantik ilişkiler başladığı için devam ederdi, gelinlikle çıkılıp kefenle girilen evler, ölüm bizi ayırana kadar illaki devam eden hikayeler, evliliğe satılmış hayatlar… Boşanma yahut daha iyi tarifiyle evliliğin bitebilme ihtimalinin varlığı eni konu evliliğin sağlaması gibi. İyi olan devam etsin, kötü olan bitsin. Kabul. Ve fakat romantik ilişki kendiliğinden başlayan ancak kendiliğinden devam etmeyen bir müessese, emek istiyor. Bir nevi ne kadar ekmek o kadar köfte durumu. Dünya seri monogami sürecinde diye düşünüyorum.  İlişkilerin mühim kısmının mottosu yahut kolektif bilinç dışı aktarımı yahut ezberi adına ne derseniz deyin film tadındadır. Film bir kadın ve erkeğin karşılaşması ile başlar, birbirlerini anlamak için uğraşırlar, duygularını, hayallerini anlamak ve anlatmak için emek emek çaba sarf ederler. Sonra kavuşurlar ve film biter. Mesaj şu, bundan sonrası kendiliğinden. Bu mesaj ilişkilerin dramı diye düşünürüm. Filmin bittiği yer de oğlan ve kızın kavuşur, pembe panjurlu evin silüeti belirir, zorluklar aşılmıştır ve mutluluk daimdir. O kıza ve oğlana ne olduğunu yıllarca bilemedik. Kol kırıldı yen içinde kaldı. Son yıllarda ise biten ilişkiler, dertli ilişkiler, çare arayan ilişkiler seyreder olduk. Bu mühim.

- Aşk günümüz dünyasında neden hâlâ kurtarıcı, mucizevi olarak pazarlanıyor? Gerçekten aşk bizi tamamlar mı? Burada bir tuhaflık yok mu?

Aşk çok lezzetli. İnsan, aşık olunca kendi en iyi versiyonunu görmeye başlıyor. Karşısındaki kişiyi de öyle... Neredeyse ikinizin de en iyi halleri bir araya geliyor. Üstelik bu, kendiliğinden oluyor. Bedensel olarak da güçlü bir eşlikçisi var: Dopamin salgılanıyor, serotonin, oksitosin, adrenalin... Şehvet artıyor. Dünyadaki diğer her şey anlamını ve önemini yitiriyor, bir kişi merkeze yerleşiyor. Aslında bu, iki kişilik bir yalnızlık. Hem çok lezzetli hem de çok kendiliğinden bir hal. Malum, edebiyata, şarkıya, şiire, kedere, hayata yakışır aşk.

- Sizin deyiminizle, “Aşk, yalnızlığa karşı protesto” mudur?

Evet. En derinden, insanın gerçekten yalnız olmadığını hissettiği tek yerin âşık olduğu yer olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden aşk aynı zamanda insan canlısının yalnızlığına protestosudur, diye düşünürüm.

"Hiçbir ihtiyaç bir başkası tarafından karşılanamaz"

- “Neden hep aynı insanlara çekiliyorum?” sorusu bu kitapta çok güçlü bir kırılma noktası. Bu tekrar eden seçimin arkasında en çok ne yatıyor?

Kendimiz yatıyoruz. Bu seçimin birkaç paterni var. Bir insan neden ona değil ötekine çekilir, bu sorunun cevabı peşinde olduğumuz konulardan biri. Çok sayıda teori var; yumurtanın spermi seçmesinden başlayıp tamamlanma ihtiyacına, oradan bağlanma stiline kadar uzanıyor. Bunlardan biri de ihtiyaçlar teorisi. Partner seçiminin en sağlıklı hali, kişinin kendi ihtiyaçlarını kendi kaynaklarıyla tamamlamış olması. O zaman seçim mecburiyetten değil, isteğe dayanıyor. Çünkü ihtiyaç mecburiyetle ilgilidir. Senin derin bir güvenlik derdin varsa yani  hayata güvenemiyorsan, bunun temel kaynağı çocuklukta, ailede aranır. Ama orada yoksa, yetişkinlikte bu duyguyu kendi kaynaklarınla tamamlaman gerekir. Velev ki tamamlamıyorsan, güven duygusunu karşıdan almak istersin. O zaman da güvenilir birine çekilirsin. Hatta onun tek görünen özelliği güvenilirliktir. 1, 2, 3, 5, 8, 17 tane özelliğin başında “güven” yazıyordur. Ama tabii ki o da senin ihtiyacını karşılayamaz. Çünkü hiçbir ihtiyaç bir başkası tarafından karşılanamaz. Bence insanın en acıklı hikâyelerinden biri bu. Çocuğunun bile ihtiyacını tam olarak karşılayamazsın. İhtiyaç ünitesi sadece senin parmak izinle çalışır. Hele genç yaşlarda bu daha belirgin. Çünkü ihtiyaçlar tamamlanmamıştır. Bu yüzden çekildiğimiz kişiler genelde kendi içimizdeki eksiklere çare olacağını düşündüğümüz kişilerdir. Ama eğer o dert hâlâ devam ediyorsa, çare zannettiklerimiz de hep aynı olur ve asla çare olmazlar.

- Kitapta sıkça vurguladığınız gibi: İçgörü yani önce kendimize odaklanmamız gerekiyor, değil mi?

Evet. İçimize dönmemiz gerekiyor. Ama bilgi her zaman işe yaramıyor. Özellikle son yıllarda kulağımı tırmalayan bir “farkındalık tarifi” var. Önemli, evet; ama sanıldığı kadar kolay değil. Ben hâlâ bireysel terapi alıyorum. Hayatın farklı dönemlerinde, değişen hallerimle ve kendi sesimle yeniden tanışmak istiyorum. Bu kolay değil ama bir yolculuk. Fark etmekle çare bulmak aynı şey değil. Yaraya merhem olmakla fark etmek aynı şey değil. “Fark ettim ve bitti,” dediğinde yol kapanır. Oysa fark etmek sadece başlangıç. Üstelik bu, suçluları sıraya dizmek de değil. Altını çizerek söylüyorum: Ebeveynden ya da geçmişten tahsil edilemeyen alacakların bir son kullanma tarihi var. Farkındalık bazen bu tarihi uzatıyor, oysa çözüm değil. Hayatımıza bazı suçlu hayaletleri tespit edip orada durmakla yetinemeyiz. Fark ettik ve sonra? Nokta değil, devam etmek gerek.

"Sevginin daima iyileştirici bir yanı vardır"

- Farkındalık tek başına yeterli değil mi? Bilmek ama harekete geçememek, kişiyi mağduriyetin içinde tutar mı?

Evet. Fark edeceğiz. Çare arayacağız. İhtiyaçlarımızı ve yaralarımızı kendi kaynaklarımızla doldurmaya çalışacağız. Eğer yakın ve sahici bir ilişki kurabildiysek, bunu partnerimize söyleyeceğiz. Bizim daha incelmiş yerlerimizi görecek, oraları sarıp sarmalayacak. Çünkü sevginin daima iyileştirici bir yanı vardır. Parmağımızı o butona götürmek için bizi destekler. En azından, kendi içimize bakma butonuna götürür. Bu yüzden çok kıymetlidir.

"Biz kendimize iyi davranan bir toplum değiliz, insan da kendine iyi davranmayı zorla öğreniyor"

- Birçok ilişkide insanlar dış dünyaya karşı “el iyisi”, eve döndüğünde hoyrat oluyor. Neden?

Aslında bu kitap da biraz buradan çıktı. Başar Başaran’a selam olsun. Yıllar içinde şunu fark ettim: Çiftlerle bu odada birlikte oturuyoruz, onları ilişkileri içindeki halleriyle tanıyorum. Sonra mutlaka bireysel de görmek istiyorum. Ve orada çok çarpıcı bir tabloyla karşılaşıyorum. İkisi de ayrı ayrı çok daha nazik, çok daha dikkatli insanlar. Ama birlikte olduklarında daha kaba, daha sınır ihlali içinde davranıyorlar. İlişki içindeki hallerinde nezaket çok daha az.

Bu bende şu soruyu doğurdu: Hangisi sahici? Dışarıdaki halleri mi gerçek, yoksa evdeki mi? Hani hep denir ya, “Bir de evde gör.” Gerçekten de bu durum çok sık tekrar ediyor. Çok az çift, birbirine dışarıda oldukları kadar özenli davranıyor. Buradan şunu düşündüm: Her ilişki dinamiği, o ilişkiye özel değil. Gelenek çok etkili. Kadın olmak, erkek olmak, anne ya da baba olmak… Bütün bu roller ilişkiyi biçimlendiriyor ve çoğu zaman da ilişkilerin içine yerleşmiş bir biçimde aktarılıyor. Sosyoekonomik kültürden bile daha baskın bir biçimde gelenek devreye giriyor. Ve sonra şu var: Birbirine yapışan çiftler… Füzyon hâli. Bir noktadan sonra birbirini göremez, duyamaz hale geliyorlar. Yani sanki aynı bedenin uzantısı gibi. Bu topraklarda ilişkilerdeki “yapışıklık” hâli destekleniyor da bir yandan. Dışarıya karşı bir ünite olmak teşvik ediliyor. Utanç verici bir durum yoksa, sorun da edilmiyor. Bu “biz” hâli, kimi zaman da ayakta kalmayı kolaylaştırıyor. Ve zamanla birbirini göremez hâle geliyorsun. Ancak asıl mesele : Biz kendimize iyi davranan bir toplum değiliz. İnsan da kendine iyi davranmayı zorla öğreniyor. Dolayısıyla kendine nasıl davranıyorsan, başkasına da öyle davranıyorsun.

Psikiyatr Dr. Gülcan Özer ve Ebru D. Dedeoğlu

- 'Samimiyetli mesafe’nin önemi tam da bu noktada ortaya çıkıyor değil mi?

Evet. Samimiyetli mesafeden şunu kastediyorum. Elimde, bir tane sihirli değnek olsa ve tanıdığım bütün çiftlere bir hediye verebilecek olsam nezaket veririm. Uzun uzun düşündüm bunu. Birbirimize o kadar yaklaşıyoruz ve birbirimizi o kadar göremez hale geliyoruz ki istediğim şu karşı komşuya gösterdiğimiz asgari nezaketin gösterilebilmesi. Çok klasik bir örnektir  kirpi örneği. Ama hani hava soğuk, iki tane kirpi birbirine yaklaşmak ve ısınmak istiyor. Ve birbirine dikenlerini sokuyorsun. İlişki dediğimiz hikaye de bu. Samimiyetli mesafeden kastettiğim ise; birbirimize dikenlerimizi batırmayacak kadar ahenk içerisinde yakınlaşmak ve o dikenleri kişisel olarak törpülemek ve yakınlaşmak.

"Şunu unutmamak lazım: Her ilişkinin bir ömrü var"

- Çok etkileyici. Peki hep sağlıksız ilişkilerden bahsediyoruz ama sağlıklı bir ilişkinin anahtarı nedir?

Bir kere iyi bir cinsellik. Çünkü cinsellik, hem yakınlık göstergesidir hem de ilişki için çaba harcandığını gösterir. İnsan, romantik ya da erotik duyguları kendiliğinden sürdüremez. Bu alan emek ister. Yani bir çift bu alana yatırım yapıyorsa, ilişkiye de yatırım yapıyor demektir. İyi cinsellikten kastım haftada üç kez sevişmek değil. Yakınlıktan, derinliklerini öbürüne açabilmekten, oyun oynamaktan ve bunlar için emek harcamaktan söz ediyorum. Kendiliğinden olmaz; iyi bir flört gerekir, bunun üzerine düşünmek gerekir. Bu çok kıymetli. Bence bir ilişkiyi yıllarca sürdürebilmenin altında yatan şey, insanın derin bir fantezisi: Hayatına birinin tanıklık etmesi. Bu tanıklık kıymetlidir. Ve sen ona birçok şeyi emanet edersin; kendinle, hayatınla, eksik ve karanlık yanlarınla ilgili. Bunların çok iyi korunması ve masaya asla konmaması gerekir. Eğer konursa bu, ihlaldir. Tüm bunlar ilişkinin derinliğiyle ilgilidir. Elbette birbirine nazik davranmak, kişisel bir alan yaratmak da önemli. “Arka bahçe” diyorum ben ona. Ve altını çiziyorum: Arka bahçe zamparalık alanı değil; kişisel alan. Sana ait bir hayatın da o ilişkinin içinde var olması gerekiyor. Bunlar sağlıklı ilişkinin göstergeleri. Ama şunu da unutmamak lazım: Her ilişkinin bir ömrü var. “Rağmen” ilişkiler bitebilir. Bu bir dram olmak zorunda değil. Vakti geldiğinde, edepli bir biçimde vedalaşabilmeyi bilmek de sağlıklı ilişkinin işaretidir.

"İlişki canlı bir organizmadır, kendi sınırlarımızın da değişebileceğini unutmamak gerek"

- Peki, yeni bir ilişkiye başlarken dikkat edilmesi gereken en büyük kırmızı çizgiler nelerdir?

Açık konuşayım; “çift ilişkisi ve sınır” meselesi bana biraz palavra gibi geliyor. Çünkü çift ilişkilerinde, dış dünyada “sınır” dediğimiz şeyle aynı şeyi konuşmuyoruz. Hayatlar birbirine o kadar karışıyor ki... Para, pul, beden, eş, dost, çocuk her şey iç içe. Bu yüzden klasik anlamda sabit bir sınırdan söz etmek pek mümkün değil. Çift ilişkilerinde sınırlar çok daha esnek ve hareketli. Dolayısıyla sınır tarifimiz de zamanla değişiyor. Bu tarifin önce kişi tarafından fark edilmesi, sonra açıkça anlatılması gerekiyor. Bana kalırsa ilişkinin en büyük yanılgılarından biri şu: İlişki bir puzzle çözme oyunu değil. Yani karşımızdakini anlamaya çalışırken “doğru mu anladım, yanlış mı” testine girer gibi davranmamalıyız. Hepimiz kendimizi bir şekilde anlatmaya çalışıyoruz. Dilimiz döndüğünce, aklımız yettiğince, farkında olduğumuz kadar... Anlatabildiğimiz kadar anlatacağız. Ondan sonrası karşımızdakinin ne anladığıyla ilgili. Benim siyah çizgim çocuklarımdır. Kırmızı falan demem. Ama eminim birçok insan için hikâye buna benzer. Çift ilişkilerinde bazı çizgiler esneyebilir. Daha hafif sınırlar da vardır ve bunlar bazen hayatın belli dönemlerinde daha belirgin, daha önemli hale gelebilir. Bu yüzden şunu bilmek önemli: İlişki canlı bir organizmadır ve kendi sınırlarımızın da dönemsel olarak değişebileceğini unutmamak gerek.

- Uzun süreli ilişkilerde şehvet neden azalıyor?

Çok olağan.

"Cinsellik sadece biyolojik değil; duygusal, bedensel, ruhsal yanları olan bir deneyim"

- Canlandırmak mümkün mü?

Şimdi bu konuda kaba saba, genellikle erkek dünyasından gelen bir milyon tarif var. Ama bence asıl mesele sistematik duyarsızlaşma. İnsan hayatına damga vuran bir durum bu. Ne olursa olsun, bir şeyi sürekli gördüğünde artık görmemeye başlıyorsun. Yalıda oturuyorsun, harika bir manzara var ama bir süre sonra denizi fark etmiyorsun bile.. Savaşlar, felaketler… Ukrayna, İran, İsrail… Her şey bir süre sonra etkisini kaybediyor. Çünkü insan, yaşayabilmek için belli şeylere duyarsızlaşmak zorunda kalıyor. Bu duyarsızlık hâli her alana yayılıyor. Cinselliğe de. Oysa cinsellik sadece biyolojik değil; duygusal, bedensel, ruhsal yanları olan bir deneyim. Ve çok içsel.

- Bu dürtüyü nasıl yöneteceğiz?

Zamanla iki insan, birbirini kadın ve erkek olarak görme hâlinden irtifa kaybediyor. Mutlak bir biçimde. O ilk dönemdeki “sek şehvet” yavaş yavaş siliniyor. Çünkü çok fazla aynılık var. Sürekli bir aradalık var. Ve bu, şehveti törpülüyor. Pek az çift baştan itibaren cinselliği bir oyun haline getiriyor. Flört ediyor. Bazen gözle, bazen sözle, bazen erotik, bazen pornografik, bazen romantik... Gerçekten emek veriyorlar. Ama biz hayatta pek çok şeye emek veriyoruz da bu alana gelince sanki kendiliğinden yürümesi bekleniyor. Ben eskiden günde 10 saat çalışırdım, şimdi 6-7’ye indirdim. Yakında 5’e düşüreceğim. Diyorum ki, cinselliğe de günde sadece beş dakika ayıralım. Yeter. Partnerinle bu alanı nasıl eğlenceli bir oyuna dönüştürebilirsin, bunu düşünmek gerek. Kafaca günde beş dakika ayırmak… Altını çizerek söylüyorum: Bu, bir emek meselesi.

- Birlikte yaşarken ya da evliyken ilişkide mesafe iyi midir?

Çok iyidir. Bedenin bedeni özlemesi iyidir. Ruhun ruhu özlemesi de... Bu bazen altı saatte olur, bazen on altı günde bilemem. Ama mutlaka olur ve iyi gelir.

- Türkiye’de erkeklerin anneyle kurduğu sıkı bağ, eşle kurulan ilişkiye neden bu kadar doğrudan taşınıyor?

Bu aslında evrensel bir mesele. Ama geleneğin çok güçlü olduğu, aile bağlarının ilişkilerde belirleyici olduğu Akdeniz ve Orta Doğu coğrafyalarında daha belirgin. Yani mesele, İsveçli anneler oğullarını daha az sevdiği için kolay bırakıyor değil. Hikâye sevgiyle ilgili değil, yapışıklıkla ilgili. Bizde ebeveynlik sadece bakım vermek değil; çocuk adına düşünmek, karar vermek, yönlendirmek hatta kontrol etmek anlamına da geliyor. Bu coğrafyada annelik bir çocuğu hayatta tutma refleksiyle başlıyor. Yedirir, içirir, uyutur, atletini giydirir, sırtına havlu koyar. Bütün bunları yapmak neredeyse içgüdüsel hale gelmiş durumda. Ben de zamanla bu davranışları sorguladım ve bunları neden bu kadar doğal yaptığımı düşündüm. Aslında fark etmeden içselleştirdiğimiz bir gelenek bu.

"Ayrılamayan çocuk ileride başka bir bağa yöneliyor, çoğu zaman da eşine"

- Ya siz elinizde kaşıkla çocukların peşinden dolaştınız mı?

Hayır, epey serbestledim. (gülüyor) Serbest bırakmak beni de rahatlattı. Mesela atlet giymemelerini önemsedim. Tatilin onlar için de tatil olması gerektiğini, canlarının istediğini yemelerini doğal buldum. Ama annelik zaten çok güçlü bir bağla başlıyor. Çünkü çocuğu hayatta tutma refleksiyle hareket ediyorsun; çocuk da hayatta kalmak için birine tamamen muhtaç. Bu nedenle ilişki çok yakın başlıyor. Biz hep bağlanmadan söz ediyoruz ama ayrışma da en az onun kadar önemli. Bu coğrafyada çocukların ihtiyaçları anında karşılanır. Hani klasik örnek vardır: İsveç annesi ağlayan çocuğu yatağında bırakır; Türk annesi ise yanına yatırır, “gak” dediği anda sarılır. Bu çok zevkli bir bağ ama ayrışmayı zorlaştıran bir yapı. Bağlanmaktan çok “yapışma” yaşıyoruz aslında. Bu yapışıklık ayrışmayı acılı hale getiriyor. Ayrılamayan çocuk ileride başka bir bağa yöneliyor, çoğu zaman da eşine. Eğer birey olarak ayrışamamışsa, kendi kararlarına güvenemiyor, hayatın zorluklarıyla baş edemiyorsa, yeniden geçmişteki en güçlü bağa dönüyor: onu koşulsuz koruyan bir kadına. Eşe. Ama burada esas mesele, kişinin önce kendi ihtiyaçlarını tanıyıp karşılayabilmesi. Aksi halde ilişki bir ortaklık değil, devralınmış bir sorumluluk hâline geliyor. O yüzden bu döngüyü tanımak ve senaryoyu görmek önemli.

- “Kutsal annelik” algısı kadınların eş olma hâlini bastırıyor mu?

Bence bir kadının kadın kimliğiyle ilgili yaşayabileceği en kafa karıştırıcı deneyimlerden biri annelik. Hem bedenini hem zihnini dönüştüren, önceliklerini altüst eden bir süreç. Bu noktada erkeklerin kadını oradan  dışarı çekmesi gerekiyor, çünkü orada kaybolmak mümkün. Annelik o kadar kapsayıcı ki, bir süre sonra “Birinci sırada kimsin?” diye sorulduğunda sadece “Anneyim” demeye başlıyorsun; “Kadınım” ise çok geride kalıyor. Üstüne bir de anneliğe kutsal anlamlar yüklendiğinde mesele iyice kilitleniyor. “Kutsal” dediğin anda sistem kapanıyor, konuşulamaz hale geliyor. Hele evliliğe de kutsiyet yüklersen, cinsellik tamamen bastırılıyor. Zaten evlilik ve ebeveynlik cinselliği törpülüyor; kutsallık bunu iyice katılaştırıyor. Ama biz sadece anne baba ya da karı koca değiliz. Aynı zamanda kadın ve erkek, iki ayrı bireyiz. O kimliklerin hepsi aynı elbise değil; her biri farklı bir alan, farklı bir ilişki gerektiriyor.

“Kırkımdan sonra kadın olmayı öğrendim ve kendime müsaade ettim”

- Biz kadınların duygusal yükleri çok ağır.  Özellikle iş dünyasında eril kalıplarla baş etmeye çalışırken, dişil tarafımızla bağımızı mı kaybettik?

Dünyayı yaşlı erkekler yönetiyor. Ve başarısızlar. Üstelik bu başarısızlık hepimize, “başarmak” ve “iktidar sahibi olmak” üzerinden, eril kodlarla öğretildi. Ben ilk kırmızı ojeyi şöyle sürdüm: Oğlumun dişi çıkmıştı. Hediye alacağım sana, ne istersin dedim. “Kırmızı oje” dedi. Oje sürerek başladım bu yolculuğa. Sanırım 36 yaşındaydım. Ben mesleğini çok seven bir hekimim. Doktor camiasında kadın sayısı çoktur ama buna rağmen çok eril bir iklimi vardır. Kalp damar cerrahisine giren kadın bir arkadaşım vardı, erkek asistanların omuz attığını bilirim. Yani biz, ben ve arkadaşlarım, daha “eril” bir kadın modeliyle girdik hayata. Ağlamadık, içimize attık. Dişil yanımızı gizledik. Fiziksel olarak da daha “nötr” görünmeye çalıştık. Bu büyük bir kayıp. Felaket bir kayıp. Ben hep söylüyorum: “Kırkımdan sonra kadın olmayı öğrendim.” Ve kendime müsaade ettim. Şimdi onlarca topuklu ayakkabım var. Bazen bakıyorum, “kız neşesi” diye bir şey var. Çok kıymetli. Ve bu neşenin durdurulmaması gerek. Dünyanın kadın şefkatine ihtiyacı var. Erilleşmiş kadınlara değil. Ve umuyorum ki bu yoldan birçok kadınla birlikte geri dönüyoruz artık. Eskiden “başarmak” için eril davranmamız gerekiyordu. Sert, hoyrat kadın yöneticiler hep övülürdü. “Kraldan çok kralcı” olmak makbul sayılırdı. Ama şimdi bu değişiyor. Çok ciddi biçimde değişiyor. Bugün kadın kimliğinin önündeki en büyük engel, toplumsal ahlakın kadının davranışını, bedenini, duygusunu kontrol etmesi. Erkek için böyle bir baskı yok. Bizim bedenimiz ve ruhumuz sadece bize ait. Ne bir adama, ne dine, ne devlete, ne topluma ait. Nasıl doğum yapacağımıza, nasıl giyineceğimize biz karar veririz. Eğer bu temel hakkımız elimizden alınırsa, zaten varoluşsal bütünlüğümüzü kuramayız.

- Herkes sizin kütüphanenizi merak ediyor. Kitap  önerilerinizi heyecanla takip ediyoruz. Sizden T24 okuyucuları için birkaç öneri istesem?

Tabii. Bülent Diken’in Yeni Despotizm adlı kitabını çok beğendim. Bazı bölümleri okurken içim sıkıldı ama sosyolojik olarak gerçekten çok güçlü bir metin. Roman tarafında ise ciddi bir okurum. Hanya Yanagihara’nın Değersiz Bir Hayatı beni çok etkiledi. Dört erkeğin, hem heteroseksüel hem eşcinsel kimliklerle kurdukları dostluk üzerinden uzun bir hayatı anlatıyor. Nereden nereye savrulduklarını izliyorsunuz.

Bir de Middlesex… Muhteşem bir roman. O kadar sevdim ki ikinci kez okumak için biraz zaman geçmesini bekliyorum. Tadını unutmak istiyorum ki yeniden aynı heyecanla başlayabileyim.

Yenal Bilgici’nin gözünden Bu İlişkiyi Konuşmalıyız

Yenal Bilgici, kitabın önsözünde Gülcan Özer’in açık sözlülüğüne, lafı dolandırmadan konuşma becerisine ve boşluk bırakmayan net cümleler kurmasına dikkat çekiyor. Onunla yapılan bu söyleşinin, klasik bir terapi metninden farklı olarak, gerçeklikle yüzleşmeye davet eden dürüst ve cesur bir konuşma olduğunun altını çiziyor. Sorularla cevapların karşılıklı etkileşimle dönüştüğü, zaman zaman soruların yeniden düşünülmesini gerektiren bir süreç yaşandığını ima ediyor. Bu söyleşinin yalnızca bir editöryel çalışma değil, ortak bir düşünme biçiminin ürünü olduğunu da hissettiriyor. Gündelik hayatta karşılaşılan ama adını koyamadığımız hâlleri anlamlandıran bir kitap olarak tanımlıyor Bu İlişkiyi Konuşmalıyız’ı.

 

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Özgür Mumcu: Kendi yarattığımız düzenin içinde kayboluyoruz, ama hâlâ değiştirme gücümüz var

“Bütün mümkünlerin kıyısında gibiyiz. Ama bu yüzden de çok umutsuz değilim. Teorik olarak, acı çekmeden ve mutlu mesut yaşayabileceğimiz bir teknolojiye sahibiz. Eğer bunu doğru düzgün organize edebilsek, kendimizi yönetmenin başka yollarını bulabilsek ve elimizdeki imkânları doğru yöne yönlendirebilsek herkesin makul yaşayabileceği bir düzen kurmak hiç de imkânsız değil”

“Fukaranın ahı, indirir şahı”: Başar Başarır’la atasözlerini, hatıralarını, yaralarımızı ve ‘Fukaranın Ahı’nı konuştuk

"Bir yazarın en büyük sermayesi her zaman çocukluğudur. Çünkü en derine işleyen, unutulmayan şeylerin ülkesidir çocukluk. İnsanın iyisi de kötüsü de travması da hep o ülkeden gelir. Bunları sonradan yaşadıklarınla, tanıdıklarınla, okuduklarınla zenginleştirirsin. Ve eğer bir niyetin varsa bu derde katlanmaya, bu çileyi çekmeye razıysan, yazmaya da kalkarsın"

İlber Ortaylı: Fatih, sadece İstanbul’u değil zihniyeti de fethetti; sadece kendi zamanını değil, gelecek yüzyılları da etkiledi

"Fatih’in entelektüel ilgileri, kişisel bir merakın ötesindedir; kültürel bir yeniden inşa projesinin parçasıdır. Hem İslam dünyasına hem Batı’ya seslenir. Sadece bir halife değil, bir Roma imparatoru olarak da anılmak ister. Bu, onun zihinsel haritasının çift merkezli olduğunu gösterir"

"
"