15 Haziran 2025

İlber Ortaylı: Fatih, sadece İstanbul’u değil zihniyeti de fethetti; sadece kendi zamanını değil, gelecek yüzyılları da etkiledi

"Fatih’in entelektüel ilgileri, kişisel bir merakın ötesindedir; kültürel bir yeniden inşa projesinin parçasıdır. Hem İslam dünyasına hem Batı’ya seslenir. Sadece bir halife değil, bir Roma imparatoru olarak da anılmak ister. Bu, onun zihinsel haritasının çift merkezli olduğunu gösterir"

ebru dedeoğlu 15 haziran haftalık

İlber Ortaylı’nın Kronik Kitap’tan yayımlanan Fatih Sultan Mehmed: Doğu'nun ve Batı'ının Efendisi adlı kitabı, yayımlandığı ilk haftada liste başı oldu. Bu sadece bir tarih kitabı değil; Ortaylı’nın ifadesiyle, “çağının fevkinde bir hükümdar”ın katmanlı bir portresi. Kitap, II. Murad’dan başlayarak genç Fatih’in ilk iktidar tecrübesiyle yaşadığı kırılmalardan İstanbul’un fethine uzanan stratejik hazırlıklara, saray teşkilatı ve Enderun sisteminden Rönesans ve Hurûfîlik gibi akımlara duyduğu entelektüel ilgilere, kurduğu kozmopolit tartışma çevrelerinden ölümünden sonra patlak veren veraset mücadelesine kadar geniş bir alanı kapsıyor.

İlber Ortaylı ile ofisinde buluştuk, Fatih’in yalnızca bir asker ya da fâtih değil, fikir ve kültür dünyasını dönüştüren bir hümanist olduğunu konuştuk. Ortaylı, onun entelektüel ilgilerinin salt kişisel bir merak değil, “kültürel bir yeniden inşa projesi” olduğunu vurguluyor. Ve Fatih’in esas farkını şu cümleyle özetliyor: “Sadece kendi zamanını değil, gelecek yüzyılları da etkilemiştir.”

Fatih’in portresinde şaşırtıcı birçok ayrıntı var. İlgimi en çok çeken ise, 1470 Akkerman Seferi sırasında verdiği şu emir: “Otlayan hayvanlara ilişmeyin, tarlaya girmeyin.” Savaşın ortasında bile hayvanların zarar görmemesi için özel emir vermesi, yalnızca bir komutan değil, ölçülü ve medeni bir yöneticiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bugün hâlâ savaşların gölgesinde çocuklar, siviller ve hayvanlar ölüyor; doğa tahrip ediliyor. Böyle bir çağda, adaleti sadece insana değil, tüm canlılara yaymaya çalışan bir 15. yüzyıl hükümdarını hatırlamak, tarih bilgisi kadar vicdan muhasebesi de gerektiriyor.

- Fatih Sultan Mehmed henüz 12 yaşındayken tahta çıktı. Ama kısa süre sonra vezirlerin kararıyla babası II. Murad yeniden çağrıldı. Sizce bu ilk iktidar deneyimi, Fatih’in ilerideki merkeziyetçi ve kuşkucu yönetim anlayışını nasıl etkiledi?

Fatih’in ilk cülusu bir travmadır. 12 yaşında bir çocuğu başa geçiriyorsunuz ama sonra “olmadı bu iş” deyip babasını geri çağırıyorsunuz. O yaşta bir hükümdarın zihninde bunun nasıl bir iz bıraktığını anlamak zor değil. Bu olay ona iktidarın ne kadar kırılgan olduğunu, devletin merkezinde zaafa yer olmadığını gösterdi. İkinci Murad, çok iyi bir komutandır; Varna Savaşı’nda da öyle bir mareşale ihtiyaç vardı. Ama bu deneyim, Fatih’in ileri yaşlarında kimseye alan bırakmayan bir merkeziyetçi siyaset geliştirmesine yol açtı. O artık kimsenin “bu iş çocuktur, yapamaz” demeye cesaret edemeyeceği bir otorite kurdu.

"Fatih yalnızca bir padişah değil, büyük bir düzenin mimarı olarak hareket etti"

- Peki 19 yaşında ikinci kez tahta çıktığında, artık sadece genç bir hükümdar değil aynı zamanda vizyoner bir liderdi. Bu ikinci cülus nasıl bir kırılma anı yarattı?

1451’de tahta çıktığında artık bir çocuk değildi. 19 yaşında ama çok şey yaşamıştı. Birinci cülusu bir tür eğitimdi; ikincisi ise nihai sahne. Bu dönemde artık hiçbir şey tesadüfe bırakılmadı. Devletin başında mutlak otorite olmalıydı. Yalnızca bir padişah değil, büyük bir düzenin mimarı olarak hareket etti. Her kararı dikkatle tarttı. Mesela Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’yı uzaklaştırması rastlantı değildir. İktidarını kendi elleriyle kurmak istedi. Bu, bir iktidar oyunudur ama aynı zamanda bir aklın inşasıdır.

- Fatih Sultan Mehmed’in annesi Hümâ Hatun’la ilişkisi nasıldı? Hümâ Hatun nasıl bir kadındı?

Hümâ Hatun hakkında elimizde çok az bilgi var. Menşei kesin olarak bilinmiyor; İtalyan, Fransız ya da Yahudi olabileceği yönünde farklı spekülasyonlar yapılmıştır ama bunlar tarihî belgelere dayanmıyor. Padişahın annesi olduğu kesin, fakat klasik Osmanlı harem sisteminin daha kurumsallaşmadığı bir döneme denk geliyor. Mezarı da kayıptır. Dolayısıyla ne kişiliği hakkında ne de oğluyla ilişkisine dair güvenilir bir bilgiye sahibiz.

İlber Ortaylı ve Ebru D. Dedeoğlu

- Fatih Sultan Mehmed’in küçük yaşta Arapça, Farsça, Latince ve Yunanca öğrenmesi bize neyi gösteriyor? Bu çok yönlü eğitim, nasıl bir imparatorluk anlayışına işaret ediyor?

Fatih’i sadece bir asker ya da bir fâtih olarak görmek büyük hata olur. O bir entelektüeldir. Arapça ve Farsçayı çok iyi biliyor, bu dillerde şiir yazıyor. Ama asıl dikkat çekici olan, Yunanca ve Latinceye olan ilgisidir. İlyada’yı okutuyor, tartışıyor. Enderun’da eski Yunanca öğretiliyor zaten. Hatta kendi özel sekreterini tutup İlyada’nın eski metnini dinlediği, notlar aldırdığı bilinir. Bu sadece bir merak değil; Batı dünyasıyla zihinsel bir temas kurma çabasıdır. Dönemin Avrupa’sında bile bu dilleri bilen çok az insan var. Pico della Mirandola, Reuchlin gibi büyük entelektüeller İbraniceye yöneliyor, ama Yunanca bilen yok denecek kadar az. Fatih’in böyle bir zihni donanımı vardı.O yüzden hep diyorum: Tam bir Rönesans hükümdarıdır. Ve bu yönüyle yalnızca Osmanlı’nın değil, dünya tarihinin yönünü tayin eden büyük bir imparatorluk mimarıdır.

- Fatih Sultan Mehmed’in sarayında yalnızca din âlimleri değil, Batılı filozoflar, Yahudi hekimler ve Bizanslı tarihçilerle de tartışmalar yürüttüğü biliniyor. İstanbul’da kurduğu bu “entelektüel topluluk” ne anlama geliyordu?

Bu topluluk bir meclis-i âyan değil elbette, ama bir tür entelektüel zemin var. Çünkü Fatih, sıradan bir hükümdar değil. Roma’yı fethetmek isteyen bir adam olarak önce neyin ne olduğunu bilmek istiyor. Bu yüzden Bizanslı tarihçiyi de çağırıyor, İtalyan hümanisti de. Yahudi hekimler var, Arap gökbilimciler, İranlı şairler… Sarayda yalnızca dua edilmez; tartışma yürür. İstanbul’un fethinden sonra artık orası sadece bir başkent değil, bir düşünce merkezidir. Batı’da Rönesans varsa, burada da o zamanlar bunun bir karşılığı vardır. Kimse kendini kandırmasın..

"Fatih’in Enderun projesi, imparatorluk çapında bir insan mühendisliğidir"

- Peki, Fatih’in aynı zamanda yapılandırdığı Enderun sistemi, imparatorluk için ideal insanı yetiştirmeyi mi hedefliyordu?

Enderun, Fatih’in en büyük kurumsal reformlarından biridir. Sıradan bir okul değildir; doğrudan doğruya devletin yüksek kadrosunu oluşturmak için tasarlanmış bir yapıdan söz ediyoruz. “Eğitimle devşirme” yöntemiyle alınan çocukların içinden asker çıkıyor, vezir çıkıyor, ilmiye sınıfına insan çıkıyor. Burada sadece liyakate değil, sadakate ve zekâya da bakılıyor. Bu aslında Osmanlı’nın kendi seçkinler sınıfını bilinçli olarak kurduğu bir sistemdir. Enderun’dan çıkan adam sadece görevini bilen biri değildir; kontrol altında tutulan, terbiye edilen ve yönetmeye hazır bir seçkidir. Dolayısıyla Fatih’in buradaki projesi, imparatorluk çapında bir insan mühendisliğidir.

- Fatih Sultan Mehmed’in sefere çıktığında bile hayvanların korunmasına dair özel emirler verdiği söyleniyor. Bu, o dönemin savaş anlayışı içinde nasıl bir etik duruş gösteriyor?

Çok dikkat çekici bir detaydır bu. Fatih, 1470’teki Akkerman Seferi sırasında “ordugâh çevresindeki hayvanlara dokunulmamasını, zarar verilmemesini” açıkça emreder. Bu, savaşta bile ölçüyü kaçırmamak gerektiğini gösteriyor. “Otlayan hayvanlara ilişmeyin, tarlaya girmeyin” diyor. Bakın, sadece düşman halkı değil, hayvanları da korumaya çalışıyor. Bu, o dönem için çok ileri bir anlayış. Bu duyarlılık, onun sadece bir komutan değil, aynı zamanda medeni bir şahsiyet olduğunu gösterir.

- Fatih Sultan Mehmed’in esas hedefi Roma mıydı? Peki neden Karadeniz’in doğusuyla bu kadar vakit kaybetti? Sizce bu tercih, imparatorluk vizyonu açısından tarihsel bir fırsatın kaçmasına mı yol açtı?

Evet, Fatih Sultan Mehmed’in asıl hedefi İtalya’ydı. Roma’ya göz dikmişti, bu çok açık. Ama Karadeniz’in doğusuyla gereğinden fazla uğraştı. Uzun Hasan’a karşı sefere çıktı, Akkoyunlu tehdidini bertaraf etmek istedi. Bu da zamanı aldı, orduyu yıprattı. Eğer Pontus meselesiyle bu kadar oyalanmasaydı, Otranto Seferi çok daha erken gerçekleşebilirdi. Gedik Ahmed Paşa ancak 1480’de İtalya’ya çıkabildi. Ama Fatih oraya varmadan öldü, büyük bir talihsizliktir bu. Eğer o sefer tamamlanabilseydi, Osmanlı ordusu Rönesans İtalya’sına girecekti. Düşünün: Papalığın çalkantılı olduğu bir dönemde, Konstantiniyye ile Roma’nın birleşmesi söz konusu. Akdeniz’in kalbiyle kurulacak temas, hem ekonomik hem kültürel açıdan büyük bir patlama yaratabilirdi. Ne yazık ki bu fırsat kaçtı. Karadeniz’de kısa vadeli başarılar kazanıldı ama uzun vadede Roma kapısı kapanmış oldu. Bu, Osmanlı tarihi açısından ciddi bir kırılmadır.

- Fatih Sultan Mehmed’in sıradan bir hükümdardan çok daha fazlası olduğunu görüyoruz. Hurûfîlik gibi akımlara ilgisi nasıl oluştu?

Fatih’in Hurûfîlik’e ilgisi, onun kozmopolit ve araştırmacı kişiliğinin bir yansımasıdır. Hurûfîlik sıradan bir inanç sistemi değil; semboller, harfler ve evrenin yapısıyla ilgili mistik düşünceler içerir. Bu akım, yalnızca dinî değil, felsefî ve estetik bir merak da uyandırır. Fatih gibi çok dilli, çok kültürlü bir hükümdarın buna kayıtsız kalması düşünülemez. Ancak bu ilginin sınırları vardı. Hurûfîlerin sarayda etkili olmasına izin vermedi. Çünkü böyle akımlar Osmanlı gibi büyük ve çok milletli bir devlet için tehlike arz ederdi. Fatih, entelektüel merakı ile devlet aklını birlikte yürütmeyi bilen bir hükümdardı

"Onun için hurûfîlik bir tefekkür alanıydı, devletin ideolojisi olacak bir şey değil"

- Peki Hurûfîliğe olan ilgisi, saray çevresinde nasıl karşılandı? Özellikle ulemayla ilişkilerinde bir gerilime neden oldu mu?

Elbette oldu. Ulema bu tür eğilimleri hoş karşılamaz. Şeriat merkezlidir, Hurûfîlik gibi akımları sapkınlık olarak görür. Nitekim Fatih’in sarayında Hurûfî dervişler yer bulduğunda, bu durum saray ulemasını rahatsız etti. O dönemde Şeyh Vefa, Molla Gürani gibi isimler bu meseleye sert tepki gösterdi. Ama Fatih burada da tavrını net koydu. Tartışmayı başlatır, dinler, sonra sınırını çizerdi. Bu meselede de sonunda Hurûfî dervişleri saraydan uzaklaştırdı. Yani bir “iltifat” var ama “teslimiyet” yok. Bu ayrımı çok iyi yapan bir hükümdar. Onun için hurûfîlik bir tefekkür alanıydı, devletin ideolojisi olacak bir şey değil.

- Fatih Sultan Mehmed’in entelektüel ilgileri yalnızca dinî-felsefî akımlarla sınırlı değil. Kütüphanesinde Batı’dan Doğu’ya uzanan geniş bir külliyat var. Bu metinlerle kurduğu ilişki, imparatorluk vizyonunda nasıl bir rol oynadı?

Fatih, sadece kitap biriktiren değil, o kitapları okuyan ve tartışan bir padişahtı. Kütüphanesinde Aristo’dan Plutarkhos’a, Fârâbî’den İbn Sînâ’ya, Bizans kaynaklarından İtalyan hümanistlerine kadar metinler var. Yunanca ve Latince metinlere hâkimiyeti, onu sıradan bir asker hükümdardan ayırır. Ama mesele sadece okumak değil. Bu metinleri çevresine tartıştırıyor. Mesela İlyada’nın Eski Yunanca aslından okutulup yorumlandığı bilinir. Çünkü zihninde kurduğu imparatorluk, yalnızca İslam coğrafyasına değil, Roma’nın ve Helenistik dünyanın mirasına da dayanır. Bu yüzden Fatih’in entelektüel ilgileri, kişisel bir merakın ötesindedir; kültürel bir yeniden inşa projesinin parçasıdır. Hem İslam dünyasına hem Batı’ya seslenir. Sadece bir halife değil, bir Roma imparatoru olarak da anılmak ister. Bu, onun zihinsel haritasının çift merkezli olduğunu gösterir.

"Fatih, sadece İstanbul’u almadı; tarihini de sahiplenip arşivledi"

- Merak ediyorum. Bizans tarihçilerini özel olarak görevlendirmesi, geçmişi belgelemek için bir “mağlubu dinleme” arzusu mu?

Tabii, Fatih çok akıllı bir adam. Tarihi sadece kendi zaferlerinden ibaret görmek gibi bir niyeti yok. Bizanslı tarihçileri koruyor, hatta bazılarını yazmaları için cesaretlendiriyor. Çünkü sadece kazananı değil, kaybedeni de dinlemek istiyor. Tarih bilincini, böyle çok boyutlu kuruyor. Bu, sıradan bir fethin ötesinde bir devlet aklıdır. Bizans’ın kronikleri, onun sayesinde bugüne ulaşabiliyor. Yani sadece İstanbul’u almadı; tarihini de sahiplenip arşivledi.

- Rossini’nin Maometto II operasında Fatih Sultan Mehmed, Eğriboz Valisi’nin kızı Anna ile bir aşk hikâyesinin içinde anlatılıyor. Neden?

İtalya, hep Doğu Akdeniz’deki ikbalini sarsan kuvveti merak etti. Gioachino Rossini bu merakını saygı derecesinde ifade etmiştir. Fetih sırasında bir efsaneyi, “Maometto II” veya “Maometto Secondo” adlı operasında ele alıyor. Eğriboz Valisi Erisso’nun kızı Anna ile Fatih’in kendi kimliğini gizleyerek başladığı bir aşk hikâyesini işliyor. Tabii farazidir. Ama burada ilginç olan, karşımızda Türk senyörlerinin aşk ve âlicenaplık bileşimi içinde bir tarifi var. Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırmasından, Bayezid ve Timur’a, Muhteşem Süleyman’a kadar Batı operası hep bu tarihî figürlerle uğraştı.

"İtalya’yı alabilseydi, Osmanlı’nın imparatorluk vizyonu bambaşka bir şekle bürünecekti"

- Fatih’in sarayında Yunan-Roma heykellerinden Bellini’nin portresine kadar Batı sanatına ait eserler vardı. Fatih’in görsel sanatlara duyduğu merak, imparatorluk vizyonunu nasıl şekillendirdi?

Fatih, klasik sanatlara büyük ilgi duyuyordu. Ama mesele sadece sanat değil. İtalya dediğiniz yer, o dönemde çok zengin bir coğrafya değil. Ne tahıl gelir ne altın, ne de başka bir değerli maden. Ama kültür var, sanat var. Fatih’in ilgisini çeken asıl mesele de bu. Ama bir şey daha var: İtalya’da sanatçı aynı zamanda mühendis. Leonardo da Vinci gibi adamlar var. Sadece heykel yontmuyorlar, resim yapmıyorlar; aynı zamanda köprü tasarlıyorlar, makineler yapıyorlar. Bu, Fatih’in çok ilgisini çekiyor. Yani Rönesans’ın asıl büyüsü bu. Sanat ve mühendislik iç içe geçmiş durumda. Fatih bunu görüyor. İtalya’yı almak istiyor çünkü oradaki teknolojik üstünlük onu cezbediyor. Sanat ve kültür Osmanlı’ya çok şey katar. Ama asıl büyük değişim, bu mühendislik ve mimariyle olacak. Eğer İtalya’yı alabilseydi, Osmanlı’nın imparatorluk vizyonu bambaşka bir şekle bürünecekti.

- Cuma selamlıkları Osmanlı protokolünde güç gösterisi gibi. Bu gelenek, Osmanlı’nın imparatorluk imajını nasıl pekiştiriyordu?

Bu çok önemli ve çok etkileyici bir ritüeldi. Her gelen Batılı sefir, bu geçit törenlerini ya yazarak ya da gravürlerle tasvir ederdi. Hayranlıkla anlatırlar. Çünkü bu bir tür görsel kudret gösterisiydi. Düşün: devlet adamları, devşirmeler, Karadağlı, Bosnalı uzun boylu adamlar, yeniçeriler… Hepsi özel kıyafetlerle, tertemiz ve düzenli biçimde yürüyüşe katılıyor. Padişahın kulları geçiyorlar ve bu geçit, adeta “işte bizim kudretimiz” diyordu. Barok Avrupa’da nasıl gösterişli mimari ve törenlerle devlet ihtişamı sergileniyorsa, Osmanlı da bunu bu tür protokollerle yapıyordu. Ama ilginçtir: o gösterişli devlet adamlarının yaşadığı konakların çoğu öyle ihtişamlı yapılar değildi. Bugün elimizde kalan tek örnek neredeyse İbrahim Paşa Sarayı’dır; o da zaten taş binadır, özel bir istisnadır.

"Sarayda Hristiyan kökenli bir üvey anne olarak varlık göstermesi, Fatih’in Balkan politikasındaki esneklik ve denge stratejisinin de bir parçasıydı"

- Fatih’in üvey annesi Mara Branković, Osmanlı ve Balkanlar arasındaki diplomatik ilişkilerde nasıl bir rol oynadı? Onun saraydaki varlığı, Fatih’in dış politikasını etkiledi mi?

Mara Branković, Osmanlı ile Balkanlar arasındaki ilişkilerde önemli bir köprüydü. Sırp Kralı Branković’in kızı olarak, Balkan prenslikleri ile Osmanlı arasında bir denge unsuru olarak konumlandı. Fatih ile arası her zaman saygıya dayalıydı. Onun saraydaki varlığı, özellikle Balkanlar’da Hristiyan prensliklerle yürütülen diplomasi açısından stratejik bir öneme sahipti. Mara, hem Ortodoks dünyasıyla hem de Balkan’daki küçük prensliklerle olan ilişkilerde aracı bir figür olarak kullanıldı. Sarayda Hristiyan kökenli bir üvey anne olarak varlık göstermesi, Fatih’in Balkan politikasındaki esneklik ve denge stratejisinin de bir parçasıydı. Ancak aktif bir siyasi rol oynamadı. Daha çok arka planda kalan, fakat gerektiğinde sözü dinlenen bir isimdi.

- Son olarak sormak istiyorum. Fatih’i yalnızca bir cihangir değil, çağının çok ötesinde bir lider olarak anlatıyorsunuz. Sizce onu tarihte benzersiz kılan esas özellik nedir?

Fatih Sultan Mehmed, çağının fevkinde bir hükümdardır. Askerî seferleriyle değil, birikimiyle, vizyonuyla, teşkilatçı yapısıyla, tarihe, edebiyata ve sanata verdiği değerle öne çıkar. Onun kadar çok cephede düşünen ve aynı zamanda devletin işleyişine hâkim bir lider az bulunur. Sadece kendi zamanını değil, gelecek yüzyılları da etkilemiştir. Bu da onu, sadece Osmanlı için değil, dünya tarihi için de istisnai bir figür haline getirir.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kaya Boztepe: Atatürk sadece zeybek oynarken diz çökmüş bir liderdir; bir millet küllerinden doğar ve o doğuşun adı Sarı Paşa olur

"Manastır Askeri Lisesi’nin yatakhanesinde herkes uyurken o battaniyesinin altında fenerle kitap okuyor. Duruşu, görüşü, bilgisi, zekası ve nezaketiyle herkesi kolayca etkisi altına alabilen bir lider. Yani hiç bir şey durup dururken birden bire olmuyor. Bilgiye, yeniliğe aç, her konuda daha iyi olmak için kendisini yetiştiren, kendisi ile yarışan bir lider"

"İstanbul talihin ve tarihin cömert davrandığı şehirlerden bir tanesidir": Hüseyin Ortak, 'Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi'ni anlattı

"Bir şehir gezgini olmanın temelinde o şehre ait temel bir sosyal tarih bilgisi ve güçlü bir beş duyu şarttır, diye düşünüyorum. İstanbul gerçekten çok katmanlı bir şehir ve gerçekten tarihin izlerini her şeye rağmen barındırıyor"

Mine Söğüt: Kendi türünden korkan tek canlıyız, korku iktidarın en güçlü enstrümanı!

"Korku sadece ruhu değil, bedeni de zehirliyor. Birbirimizden korkuyoruz. Kendi türünden korkan tek canlıyız. Devamlı kendini yine kendi türüne karşı koruyan, ona sistematik ve bilinçli bir şekilde zarar veren; hem bu kadar akıllı olup hem de aklını kendi türüne zarar vermek için kullanan başka bir canlı yok. Ve bütün bu güvensizlik için gereken ortamı sistem hazırlıyor"

"
"