22 Haziran 2025
Başar Başarır
Başar Başarır, yıllardır defterlerinde biriktirdiği atasözlerini ilk kez bir kitapta bir araya getiriyor. Fukaranın Ahı sadece bir derleme değil; aynı zamanda bir hatıra defteri. Yazar, atasözlerine ne mutlak bir hayranlık ne de toptan bir retle yaklaşıyor. Her bir sözü bağlamına, çağrışımına, bugünkü karşılığına göre değerlendiriyor. Kitap yalnızca atasözleriyle değil; yazarın çocukluğuna, ailesine ve sözle kurduğu ilişkiye dair otobiyografik öğelerde içeriyor. Özellikle babasıyla kurduğu mesafeli ilişki, kitabın odağında duruyor. “Baba kucağı yoktu ama laf vardı” diyen Başarır, bir kuşağın yetişme biçimine ve ev içindeki söz kültürüne dair çok şey söylüyor bizlere.
Başar Başarır ile evinde buluştuk. Değerli eşi yayıncı Deniz Yüce Başarır’ın katkılarıyla her detayın düşünüldüğü gerçek bir çekim ortamı kuruldu. Sohbet kahkahalar eşliğinde aktı. Atasözleri hepimizin ortak noktasıydı ve ailesinden, özellikle babası Vedat Başarır’ın katkılarından, hatıra defterinden, yaralarımızdan ve tabii ki Fukaranın Ahı’ndan konuştuk. Başar Başarır’ın tek kişilik dev kadrosuyla çekilen videomuz T24 YouTube kanalında yayında.
- Zor bir dönemden geçiyoruz, hepimiz biraz fukaralaştık. Fukaranın Ahı tam da bu zamanda geldi. Bize umudu fısıldayan bu başlığın nedenini sorsam…
Önce atasözünün tamamını söyleyelim: Fukaranın ahı, tahtından indirir şahı. 19 Mart faciasından sonra içimizi kaplayan gam, kasavet, gördüklerimize inanamama halinin, o isyanın, “yok artık, bu kadar da olmaza ama”nın kitap kapağı olarak görselleşmiş halidir bu başlık. Kardelen Akçam imzasını taşıyan kompozisyona dikkatle bakan okur sağ alt köşede boş bir taht, tahtın yanında yerde yatan ters dönmüş bir de taç görecektir. Metinde de sık sık tekrarladığım gibi, bu söz temenni mahiyetinde söylenir.
- Romanlarınızda, sohbetlerimizde çok sevdiğim atasözlerini bu kez topluca görmek beni mutlu etti. Atasözleri sizin hayatınızda nasıl bir yere sahip?
Ebru, atasözleri insanın içine işler, öyle kolayca çıkarıp atamazsın. Benim için çoğu baba yadigârı; peder beyden duyduğumuz, kulağımıza yerleşen sözler. Kuytu kulak bir çocuktum, laf dinlemeyi çok severdim. Evde konuşulanları çaktırmadan takip ederdim. Halının üstünde ya da masanın altında oynuyormuş gibi yapıp gizlice muhabbete kulak kesilen o duvardaki sinek var ya, işte bendim o. İçime işledi bu sözler. Sonra alışkanlığa dönüştü, toplamaya başladım. Sadece aileden değil, hem yöresel hem tarihsel olarak bizim hayatımızın dışından da pek çok söz birikti. Kendime bir defter oluşturdum, onları orada saklıyorum. Ama her bulduğumu yazmam, beğendiğimi yazarım. Köfte atasözleri de var! Türkçede belki de lüzumundan fazla atasözü var.
- Sizin seçtiklerinizin hepsi birbirinden farklı. Bazıları neredeyse hiç bilinmiyor, ya da ben hiç duymadım.
Seçtiklerimin öyle olmasına gayret ettim tabiatıyla. Kitaba 70 kadar atasözü aldım. Mümkün olduğunca az bilinen, fikren ağırlığı olan, bize bir şey söyleyen, kafamızı çalıştıran, hayal gücümüzü tartaklayan sözleri toplamaya çalıştım. Bir de tabii ben de, zihnimde, hayal dünyamda yeri olanları tercih ettim.
- Kitaptaki atasözleri sadece dile değil, hayata da temas ediyor. Sizce bir sözün edebi ya da kültürel değeri, bireysel deneyimle temas ettiğinde mi derinleşir?
İnsanlar dünya algılarını her zaman kendi deneyimleriyle birleştiriyor. Ben bir sözü hatırlarken onu ortamıyla, gündemiyle, nereden çıkıp geldiğiyle birlikte hatırlıyorum. O söz, aklımda kalan bir sahneyle var oluyor. Herkesin yaşantısı başka, doğal olarak çağrışımları da farklı oluyor. Benim kişisel yolculuğumda özel yeri olan sözlerin kitapta hikâyeleriyle yer almasının nedeni de bu. Sadece atasözü seçmekle kalmayayım, kuru kuru alfabetik bir derleme olmasın, diye düşündük. Deniz Hanım’ın da teşvikiyle, hakkında bir şey söyleyebileceğim sözleri seçmeye özen gösterdim.
- Peki atasözleri eski itibarını kaybediyor mu?
Çok. Eskiyip de itibar kaybetmeyen ne kaldı ki? Toplum değişiyor, insanlar değişiyor, değerler de buna paralel olarak dönüşüyor. Atasözlerinin bir kısmı zamana karşı kötü sınav veriyor. Mesela “Halep oradaysa arşın burada” gibi bir söz, taşıdığı anlamla hâlâ geçerli olabilir. Ama ‘arşın’ ölçü birimi olarak artık çağın dışında kaldığı için bu söz de unutulmaya yüz tutmuştur. Bir de şunu kabul etmek gerekiyor: Her atasözü pırlanta değil. Bazıları son derece sorunlu. Ayrımcı, cinsiyetçi, ırkçı olanlar var. Aklına gelebilecek her türlü olumsuzluğu içeren sözler de atasözü adı altında dolaşıyor. Bunların unutulmasında ya da “olmaz olsun böyle ata” dedirten sözlerin dışarıda bırakılmasında hiçbir sakınca yok. Yerlerine yenileri geliyor. Yeni çağın atasözleri, yeni insanların söylediği sözlerden bahsediyorum. Onların da zamana karşı sınavını ileride göreceğiz. Tabii görebilirsek.
- Aforizma çağındayız. :) Şu anki o aforizmalarla atasözlerini aynı kategoriye koyamayız değil mi!!?
Aforizmayı yapay zekâya da yazdırırsın. Ama “kaynana pamuk ipliği olup raftan düşse, gelinin başı yarılırmış” sözünü çıkaramaz o yapay zekâlar.
- Bazı atasözleri içerdiği cinsiyetçi, ayrımcı ya da köhnemiş yargılar nedeniyle bahsettiğiniz gibi eleştirel biçimde ele alınıyor. Sizce sözlü kültürün bu ‘karanlık tarafı’ ile yüzleşmek, geçmişin daha vahşi olduğu izlenimini vermiyor mu?
Her çağın kendine göre başka vahşeti var. ‘Doğru’ ile ‘yanlış’ zamanın içinde yer değiştirebiliyor. Ayrımcı, cinsiyetçi sözleri ayıklamak kolay. Gerçi ben defterime onları da yazarım, dışlamam. Nihayetinde yerleşik dilin ögesi olarak soyut bir kültür değeri, geçmiş zamanın aynasıdır bu sözler. Lakin tekrar dolaşıma sokmaktan kaçındığım için bu seçkide mümkün olduğunca o tür sözlere yer vermekten kaçındım.
Asıl arıza olan masum göründüğü halde yıkıcı hedefler koyan atasözlerinden çıkar. Misal, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”, ya da “sürüden ayrılanı kurt kapar”. Bunları dışlamadan, itirazımı mülahazat hanesine yazarak bütün bir atasözü evrenini kapsama çabasında bir seçki yaptığımı düşünüyorum, elbette elimden geldiğince.
Bir de çelişkiler var. İnsanoğlunun tutarsızlığı her çağda meşhur ve meşru kabul edildiğinden atasözleri de bazen bir şey söylerken, bazen de onun tam tersini söyler. Örneğin “sen doğru dur, eğri belasını bulur” diyen atamız, dönmüş şunu da söylemiş: “hırsızlığı da öğren, başucunda dursun”.
- Kitabı babanıza ithaf etmişsiniz ama satırlardan anladığımız kadarıyla aranızda mesafeli bir ilişki var. Yazdıklarınızı okumamış, kitaplarla arası mesafeliymiş. Yine de sizi kelimelerle, hikâyelerle büyütmüş. Bu kitap, bir anlamda babanızın 'okumadığı' bir hayatın öyküsü mü?
Aslında babamın okumaya ihtiyacı olmayan bir hayat öyküsüdür bu. Çünkü ekseriyetini zaten biliyordu. Peder rahmetli, kendi babasını dokuz yaşında kaybetmişti. Dolayısıyla baba kucağının sıcaklığını hiç tatmamış. Bu işler biraz deneyim meselesidir. Başınıza ne geldiyse, onunla, öğrendiğiniz kadarıyla yapıyorsunuz yaptığınızı. O yüzden hiç yadırgamadım babamın beni kucağına almamasını, saçımı okşamamasını falan. Kendi babasından görmemiş ki adam.
- O dönem babaları da öyleydi sanki. Baba, korku merkeziydi! Ne dersiniz?
Elbette öyle. Baba hafif ürkütücü bir şeydi bizim evde. Ana kucağı vardır ama baba kucağı yoktur mesela. Türkçede “baba kucağı” diye bir tamlama bile yoktur. Babamla biraz uzaktık birbirimize, ama bu uzaklık birbirimizi dinlememize engel değildi. O öğretmen olduğu için, hep sınıfta konuşur gibi söyler, anlatırdı o güzel, davudi sesiyle. Ben de onu hep nefes almadan dinlerdim. Tuhaf laflarını da çok beğenerek not ettim. Aramızdaki ilişki söz üzerine kuruluydu.
- Peki ya anneniz? Hani anneniz yazdıklarınızı yüksek sesle okurmuş, babanız da arkadan yarım kulak dinlermiş. Anneyi merak ettim. Nasıl bir kadındı?
Annem Giritliydi be! Yazdıklarımı okuyup kostaklanıp dururdu. “Oğlum neler yazmış” diye hava yapardı sağa sola.
- “Kelimenin peşine düşmek” bazen bir yazarın kaderi gibi. Sizde bu iz sürme ne zaman başladı? Çocuklukta kulağınıza çarpan bir sözün yıllar sonra defterinize dönüşmesi, o kelimenin anlamına doğru bir yolculuk mu oldu sizin için?
Bir yazarın en büyük sermayesi her zaman çocukluğudur. Çünkü en derine işleyen, unutulmayan şeylerin ülkesidir çocukluk. İnsanın iyisi de kötüsü de travması da hep o ülkeden gelir. Bunları sonradan yaşadıklarınla, tanıdıklarınla, okuduklarınla zenginleştirirsin. Ve eğer bir niyetin varsa bu derde katlanmaya, bu çileyi çekmeye razıysan, yazmaya da kalkarsın. Yazının başlangıç sermayesi daima çocukluktur. Daha doğrusu heybenin en dibindekiler hep oradan gelir, diğerleri sonradan üstüne eklenir. Bana kalırsa yazma gücü de motivasyonu da çocukluk ülkesinden doğar. Çocukluğumda dinlediğim envaiçeşit hikâye var hâlâ kulağımda. Biraz da hafızadan herhalde, hiç unutamadım onları. Peşimden koşuyorlar canavarlar gibi, birlikte takılıyoruz.
- Merak ettim en sevdiğiniz, sizi en çok sarsan ya da hâlâ “çözemedim” dediğiniz atasözü hangisi?
Bazı atasözleri ilk bakışta bariz bir şey söyler. Ama biraz düşününce “acaba öyle demiyor mu? Yoksa başka bir şey mi söylüyor?” diye düşündürür. Ben de yazarken biraz zihin jimnastiği olsun, günlük hayatın felsefesi üzerine kurulu bir düzleme otursun diye bu tip atasözlerini epey tırmaladım. “Burada ne diyor?” sorusunu kendime çok sordum. İçime işleyen söz şudur: “Fukaranın ahı, tahtından indirir şahı.” Ama bunu söylerken aynı zamanda şunu da söylüyorum: Bu atasözleri işlevsizdir. Kimse “sakla zamanı, gelir zamanı” dendi diye bir şey biriktirmeye başlamaz. Ya da çalışma niyeti yoksa, gayreti öven bir atasözü duydu diye çalışmaya başlayan birini bulamazsınız. Bunlar temenni mahiyetinde, dua niyetine söylenen sözlerdir. Bu da çok güzel bir duadır. Hatta içinde ufak bir beddua da barındırır: Fukaranın ahı, tahtından indirir şahı.
- Merak ettim, bu sözün bir hikâyesi var mı ?
Bilmiyorum. Buna ben ancak “amiiin” diyebilirim.
- Hep beraber diyelim o zaman… “Yalnız taş duvar olmaz” diyen bir atasözümüz de var malumunuz. Yetişkinlikte burada öğütlenen türden omuz omuza verme, birlikte duvar örme hâli hayatınıza nasıl yansıdı?
Ebru, açıkçası ben ekip adamı değilim. Yalnızım, tek dururum. Sürüden ayrılmayı marifet bellemişim. Yazma uğraşını da biraz açıktan geçen teknelere benzetiyorum. Rüzgârını almış o nazlı yelkenliye kıyıdan baktığınızda, ne kadar güzel, dersiniz içinizden, yelkeni var, direği var, suyun üstünde süzülüyor. Ama hiç görmediğiniz, o yelken kadar uzun bir de salması vardır teknenin. Suyun altında gider o. Dengeyi sağlar, devrilmeye engel olur. Ve siz onu hiç bilmez, aklınıza getirmezsiniz. Pupa yelken ilerleyen bir tekneye bakarken su altında yatan o upuzun salmasını hiç düşünmezsiniz. Yazma işi işte orada, o salmada geçer. Yani yalnız başına, kimsenin olmadığı bir yerde, koyu, kesif karanlıkta. Sadece gayret vardır orada, nafile çaba, bir de çokça şüphe. “Oluyor mu acaba?” diye kıvranır yazar. “Becerebildim mi? Yapabildim mi?” Endişeyle geçen uzun zamanlardan, bazen yıllardan bahsediyorum. Benim için yazma eylemi, işte o açıktan geçen teknenin hiç görünmeyen salması olmak gibi bir şey.
- “Tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmazmış” diyorsunuz ve çok güncel bir hakikate işaret ediyorsunuz: Emek vermeden karşılık bekleme meselesi. Sizce bu atasözü, bugünün dünyasında, emeğin görünmez hale getirildiği şu günlerde hâlâ geçerli mi?
Elbette geçerli. Konuyu metinde biraz tartıştım. Bazı şeyler geçmişte kalmış gibi geliyor. Bugünün kişisel gelişim dünyasına bakarsanız, “Mümkün olduğunca sen koşma, topu koştur” kafası hâkim. Ya da “yeterince istersen olur” diyorlar. Bu zırvalara inanan gençler de zahmetli işler yapmak istemiyor, onun yerine hızlıca sosyal medya fenomeni olma hevesine kapılıyor. Oysa özünde düzen şöyle kurulmuş: Önce emeği vereceksin, sonra karşılığını bekleyeceksin. Bazen karşılığını alamayabilirsin, evet, bu da kötü bir şeydir. Ama emek vermeden karşılık beklemek de kimsenin hakkı değildir. Sözün mihenk noktası burada. Kitapta yazdıklarımdan biri de şuydu: “Bedava çalışmak, boş oturmaktan yeğdir.” Yani acemilikte hiç para almadan da mesai yapmaya razı olmalısın. İş ancak böyle öğrenilir, derdi rahmetli peder. Ve beni sürekli Kapalıçarşı’ya, oraya buraya çırak sokmaya çalışırdı. Girdim mi? Girmedim. Gidip sokakta tek başıma kitap satmayı tercih ettim, ayrı mesele. Ama rahmetlinin söylemeye çalıştığını bugün çok iyi anlıyorum. Emek sömürüsünün, her türlü emeğin, özellikle de entelektüel emeğin sömürülmesinin de sonuna kadar karşısındayım. Söylemeden geçmeyeyim.
- Son olarak babanız Vedat Başarır’ın en sevdiği, çokça kullandığı atasözünü sorsam..
“Bitmeyen işin anasını yatmak ağlatırmış.” Bu tabii +18 versiyonu. Lafın orijinali böyle değil. Artık ‘ağlatırmış’ kısmını siz istediğiniz gibi değiştirebilirsiniz. Bu sadece benim değil, değerli eşim Deniz Yüce Başarır’ın da çok sevdiği, sık sık tekrarladığı bir laftır. Hatta zamanında Doğan Kitap koridorlarında bu sözün yankılandığını duymuşluğum bile vardır…
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |
"İhtiyaçlarımızı ve yaralarımızı kendi kaynaklarımızla doldurmaya çalışacağız. Eğer yakın ve sahici bir ilişki kurabildiysek, bunu partnerimize söyleyeceğiz. Bizim daha incelmiş yerlerimizi görecek, oraları sarıp sarmalayacak. Çünkü sevginin daima iyileştirici bir yanı vardır"
“Bütün mümkünlerin kıyısında gibiyiz. Ama bu yüzden de çok umutsuz değilim. Teorik olarak, acı çekmeden ve mutlu mesut yaşayabileceğimiz bir teknolojiye sahibiz. Eğer bunu doğru düzgün organize edebilsek, kendimizi yönetmenin başka yollarını bulabilsek ve elimizdeki imkânları doğru yöne yönlendirebilsek herkesin makul yaşayabileceği bir düzen kurmak hiç de imkânsız değil”
"Fatih’in entelektüel ilgileri, kişisel bir merakın ötesindedir; kültürel bir yeniden inşa projesinin parçasıdır. Hem İslam dünyasına hem Batı’ya seslenir. Sadece bir halife değil, bir Roma imparatoru olarak da anılmak ister. Bu, onun zihinsel haritasının çift merkezli olduğunu gösterir"
© Tüm hakları saklıdır.