20 Nisan 2025
Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu
Hepimizin üzerinde ne olduğunu tarif edemediğimiz bir hüzün ve yorgunluk var. Ne tam yas ne tam öfke. Ama içimizde bir şey çökmüş durumda. Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu’nun sosyal medya paylaşımlarında karşılaştığım kavramlar, bu karmaşık ruh hâlini düşünmeye yöneltti beni. Ardından 2021 yılında Doğan Kitap’tan çıkan “Yas: Uzun Bir Veda”yı okudum ve Şengül Hanım’ın kapısını çaldım. Önce yas sürecini anlamak için sorular sordum, ardından içinde bulunduğumuz ruh hâlini çözümlemek üzere politik yas çerçevesinde bastırılmış acıları, toplumsal yorgunluğu ve adaletle kurulan duygusal bağın kopmasıyla oluşan çöküntüyü konuştuk. Yaralarımız farklı yerlerden açılmış olsa da temel aynı. Bu ortaklık, iyileşmek için bir zemin sunuyor. Şengül Hablemitoğlu’nun dediği gibi: “Umut çoğu zaman fark etmeden, hatta çoğu zaman acıdan doğuyor. Çünkü umut, bir duygu değil sadece bir yönelme biçimi, bir etik tutum.”
- Kaybın ardından yas, adeta gölge gibi yaşamlarımıza sızıyor. Bu gölgeyle nasıl yaşamayı öğreniriz? Gölge ne zaman içimize siner, ne zaman silinir?
Ne güzel söylediniz-gölge. Anlamlı bir metafor bu; yasın görünmez ama hissedilen, en ufak bir ışığın olduğu yerde bile beliren doğasını anlatmak için çok yerinde bir benzetme. Öyleyse gölgeden devam edeyim... Gerçekten de kaybın ardından gelen yas, tıpkı bir gölge gibi bizimle birlikte hareket eder; bazen ardımızdan gelir, bazen önümüzde belirir, bazen de içimize siner. Bu gölgeyi yok etmeye çalışmak boşuna olacaktır. Çünkü kaybı yaşayan biri için yas, yalnızca bir duygu değildir. Bunu vurgulamayı her zaman çok önemli bulurum. Yas; sosyal, ekonomik, fiziksel, fizyolojik, davranışsal ve zihinsel boyutlarıyla hayatın yeniden örgütlenme biçimidir. Bu yüzden yasla yaşamayı öğrenmek, gölgeyle senkronize olmayı öğrenmektir. Hadi biraz romantize edeyim, gölgeyle dans etmeyi öğrenmektir. Zamanla bu gölge silinmez ama biçim değiştirir. Neden? Çünkü sevdiğimiz kişi, kaybettiğimiz insan, bizim iç dünyamızda yaşamaya devam eder. Psikanalitik kuram bunu, “hayattan gidenlerin içimizdeki temsillerinin dönüşmesi” olarak açıklar. Sevdiklerimizin dış dünyadaki varlığı sona ermiştir ama içimizdeki varlıkları sürer. Dolayısıyla gölge silinmez, bazen bir anıya, bazen bir kokuda kalan izlenime, bazen de bir sessizliğe dönüşür.
- Peki, bu gölgeyle yaşayabiliyor muyuz?
Yas tutan insanlar da aslında bu soruyu şöyle sorar “Bu ne zaman geçecek?” Ben de onlara genellikle “geçmeyecek” derim. Ama şunu da eklerim; “acıyla ve sürecin getirdiği değişimle savaşmayı bıraktığınızda, yasa teslim olduğunuzda sadece biraz daha sakinleşeceksiniz.” O zaman yas, sadece acı veren bir hâl olmaktan çıkar. Zamanla, herkes için farklı ilerleyen, tek bir doğrusu olmayan, insana ait bir hâle dönüşür.
- İnsan köklenmek, ait olmak isteyen bir varlık. Ama yas, tam da bu aidiyet hissini yerinden oynatıyor. Sizce kayıplar karşısında aidiyet duygusu nasıl sarsılıyor?
Biliyor musunuz ben bunu yas süreci için çok önemsiyorum. Kesinlikle aidiyet duygumuz sarsılıyor. Çünkü birini kaybetmek, yalnızca bir kişiyi kaybetmek değil; aynı zamanda kendimizi, ait olduğumuz yerleri, kimliğimizi, hatta zaman zaman hayata olan güvenimizi de kaybetmek demek. İnsan gerçekten de köklenmek isteyen bir varlık. Bağ kurarak var oluyoruz; bir insana, bir mekâna, bir zamana, bir fikre… Ancak yas bu kökleri sarsıyor, bazen yerinden söküyor. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, sadece o kişiyi değil, onunla kurduğumuz hayatı, alışkanlıkları, o hayata dair anlamları da yitiriyoruz. Ben buna “bir sabah hayatımızın sıfır noktasında uyanmak” diyorum. İşte bu, aidiyet duygusunu temelden etkiliyor. Özellikle eş, evlat ya da ebeveyn kaybı gibi kimliğe içkin ilişkilerde bu sarsıntı çok derin oluyor. Çünkü bu tür bağlar sadece biriyle kurduğumuz ilişki değil ki; aynı zamanda “ben kimim?” sorusuna yanıt vermemizi sağlıyor. Örneğin, “ben bir anneyim” ya da “ben onun çocuğuyum” diyebilmek bir kimliktir. Kayıp bu kimliği bozuyor.
Bazen bu aidiyet duygusunun yerini büyük bir yabancılaşma alır. Yas tutan kişi, tanıdığı mekânlarda bile kendini yabancı hisseder. Kalabalıkların içinde yalnızlaşır. Ait olduğu yerler artık ona ait değilmiş gibi gelir. Çünkü o yerleri, o insanın varlığıyla tanıyoruz. Ve o varken bir anlamı vardır. Ama bu kırılma aynı zamanda bir yeniden yapılanma sürecini de başlatabilir. Yeni bir aidiyete ihtiyaç duyarız ister istemez, buna da kendimizle tanışmak diyorum. Bir yerde buna mecburuz zaten; çünkü kayıptan sonra zihnimizde “ben şimdi kimim?” sorusu döner durur. Bu yüzden yas, kaybı olanlar için aidiyetin hem sarsıldığı hem de yeniden tanımlandığı çok kalın bir eşiktir. Yerinden oynamış aidiyetler, bazen derin ve özgün yeni bağların da başlangıcı olabilir. Ama bu, zaman, destek ve kabul gerektirir.
- Aileyle, hasarlı ilişkiler içindeyken yaşanan kayıplar, yas sürecini nasıl etkiler? Çocuklukta açılmış yaraların yasla birleştiği noktada ne olur?
Aslında üzerinde hem düşünmesi, hem de anlatması zor olan bir yastan bahsediyoruz burada. Yalnızca sevilen birini kaybettiğimizde yas tutmuyoruz. Bazen bizi sevmemiş, bizim de sevemediğimiz, hatta çatışmalı olduğumuz biriyle de vedalaşıyoruz. Hasarlı aile ilişkilerinde yaşanan kayıplar, yas sürecini daha karmaşık ve katmanlı hâle getiriyor. Bu ilişkiler, yasın biçimini belirleyen temel bir değişkene dönüşüyor. Kaybettiğimiz kişiyle aramızda tamir edilememiş bir ilişki varsa, yasa pişmanlık, utanç, suçluluk, hatta öfke de eşlik ediyor. “Onunla hiçbir zaman yakın olamamıştım”, “beni hiç anlamadı”, “bana hiç iyi davranmadı ama şimdi yok” gibi anlatılar sıkça karşımıza çıkıyor. Bu cümlelerin içinde hem kırgınlık hem de yasın tanınmamış, ertelenmiş biçimleri var.
Çocuklukta açılmış yaralar, bu tür kayıplarla birlikte görünür hâle geliyor. O kişiyle yaşanamamış her şey canlanıyor; geçmişin gölgeleri harekete geçiyor. Böylece yas, yalnızca bugüne değil, geçmişe de temas eden bir yüzleşmeye dönüşebiliyor. Bu süreçte kişi sık sık “üzgün müyüm, rahatlamış mı hissediyorum, kızgın mıyım, yoksa hiçbir şey mi hissetmiyorum?” gibi sorularla boğuşuyor. Bu duygusal karmaşa, yasın ertelenmesine, donmasına ya da bastırılmasına neden olabiliyor.
Ama bu karmaşa aynı zamanda bir fırsat da yaratabilir. Kişi bu duygulara dürüstçe yaklaşabilirse, sadece kaybın değil, yaşanamamış bir ilişkinin de yasını tutabilir. Ben buna “gölge yası” diyorum. Görünürde bir kişi yitirilmiştir ama gerçekte yas tutulan, yaşanamamış bir bağın, duyulmamış bir çocuğun yasadır. İyi haber şu ki, bu süreç yeterince desteklenirse, kişi kendiyle daha derin ve onarıcı bir temas kurma imkânı da bulabilir.
- Politik yas kavramını sizden öğrendiğimden beri çok düşündürüyor. Günlerdir üzerine okumalar yapıyorum. Sanırım hepimiz geçmeyen bir yas içindeyiz. Politik yasın tam sonuçlarını mı yaşıyoruz? Milletçe bir yasın içinde miyiz?
Önemli bir yas çeşidi politik yas. Bu arada şunu ekleyelim kategorik olarak 30’a yakın yas çeşidine rastlıyoruz literatürde. Bu kavramı ilk ortaya koyan Judith Butler. Özellikle 11 Eylül sonrası yazdığı Precarious Life- Kırılgan Hayat kitabında yasın ve şiddetin gücünü anlatırken, yasın sadece bireysel değil, toplumsal ve politik bir mesele olduğunu vurguluyor. Ben sadece bu kavramı Türkiye bağlamında düşünelim ve derinleştirelim istedim. Ve tekrar sorunuza döneyim, evet, Türkiye’de hepimiz böyle bir yasın içindeyiz. Hatta tanınmamış, bastırılmış, ifade edilememiş kolektif kayıpların yükünü taşıyoruz. Bu yüzden de artık Türkiye’de bireysel yasla sınırlı olmayan, toplumun tüm katmanlarını etkileyen bir kavram olarak politik yas üzerinde düşünmek bir ihtiyaç hâline geldi. Bunu anlatmayı uzun yıllarını yasla çalışarak geçirmiş biri olarak bir sorumluluk gibi algılıyorum.
Judith Butler, “yasın kimin için meşru görüldüğü” sorusunun bizzat politik olduğunu söylüyor. Çünkü bir toplumda bazı yaşamlar daha “yas tutulabilir” kabul edilirken, bazıları neredeyse hiç var olmamış gibi silinir. Bir insanın yasını tutma hakkı, aslında onun hayatının değerini kabul etmek anlamına geliyor. Ve bu hak, çoğu zaman eşit dağılmıyor. O vakit de yas bir sosyal adalet meselesi haline geliyor. Bu noktada ben meslektaşım Darcy Harris gibi düşünüyorum ve yaşadıklarımızın tam da politik ve tanınmamış bir yas olduğunu söylüyorum. Bu isimlerden özellikle söz etmek istedim, bu konularda çalışmak ya da daha fazla bilgi edinmek isteyenler bu isimlerin çalışmalarını takip edebilsinler. Bu çerçevede, birey ya da gruplar kayıplarını açıkça ifade edemez, toplumsal olarak desteklenmez. Tanınmayan yas zamanla bastırılır ve bu bastırma duygusal, sosyal hatta fiziksel düzeyde çöküntüye yol açar. Yas dışsallaşamadığında, yani ifade edilemediğinde içte donup ya da boğulup kalır. Bence bugün yaşadığımız birçok toplumsal durgunluk, yalnızlık, öfke ve küskünlük hali bununla çok bağlantılı.
Bugün Türkiye’de yaşadığımız birçok toplumsal olayda da benzer dinamikler işliyor. Bir kayıp, eğer politik olarak “uygun görülmüyorsa”, ona yas tutmak bile bir tehdit hâline gelebiliyor. Anma törenleri yasaklanıyor, yas tutanlar suçlanıyor, acının ifadesi kriminalize ediliyor. Oysa yas, hem bireysel hem toplumsal düzeyde iyileştirici bir süreçtir. Tanınmadığında, öfkeye dönüşüyor. Öfkeyi en iyi isyanla içiçe geçen bir itirazla ifade ediyoruz. Ben politik yası sadece bir kayıp ya da ölüm meselesi olarak değil, adaletle kurulan duygusal bağın bir göstergesi olarak da görüyorum. Yas tanınmadığında, aslında adalet duygumuz da kırılıyor. Adaleti kaybettiğimizde ise, yasımız başlıyor. Ve bu karşılıklı etki, toplumu uzun süreli bir ruhsal çökkünlük içinde tutabiliyor.
Evet, milletçe bir yasın içindeyiz. Ama bu yas ne konuşulabiliyor ne de tamamlanabiliyor. Tam da bu yüzden kolektif olarak bir iyileşme de gerçekleşemiyor.
- “Boğulmuş yas, tamamlanmamış yasın içe doğru çökmesidir” değil mi? Bu çöküş hali bugün Türkiye’nin ruh hâline dönüşmüş durumda mı?
Evet, ben “boğulmuş yas” derken aslında ifade edilememiş, bastırılmış yasların bireyde ve toplumda nasıl içe doğru çöktüğünü anlatmaya çalışıyorum. Yas akamadığında boğar. Nefessiz bırakır. Bu hâli ben bir tür duygusal hipoksi gibi düşünüyorum. Yani oksijensiz kalmış bir beden gibi, nefes alamayan, konuşamayan, dışa vurulamayan yasın yarattığı kolektif bir sıkışma... Ve nefessizlik arttıkça ya öfkeye ya da apatiye yani duyarsızlığa, tepkisizliğe, hayata karşı kayıtsızlığa yöneliyoruz. Bu özellikle politik yas, travmatik kayıplar ya da tanınmamış yas türlerinde sık görülen bir durum. İçsel olarak öyle bir sıkışma yaşıyoruz ki, artık acıyı hissedemez hale geliyoruz. Çünkü hissetmek “fazla ağır” geliyor. Duygusal olarak düzleşiyoruz ya da körleşiyoruz demeliyim. Ne öfke tam olarak çıkıyor, ne neşe yaşanabiliyor, ne de yas akabiliyor. Olaylara karşı duyarsızlaşıp; anlam arayışımız zayıflıyor, hayat boş ya da otomatik yaşanıyor gibi geliyor. “Bana ne?”, “hiçbir şey fark etmiyor” gibi cümleler kuruyoruz.
Bugün Türkiye’de gördüğümüz bu iki uç durum, ani patlamalar ile hissizlik arasındaki gidip gelmeler, bence doğrudan boğulmuş yasın belirtileri. Türkiye’nin genel ruh hâli, tam da böyle bir kolektif çöküşün izdüşümü gibi görünüyor.
Ama bu çöküş sadece duygusal bir karmaşadan ibaret değil. Adaletin zedelenmesi, hukukun üstünlüğüne olan inancın aşınması, nepotizmin kurumsal işleyişe yerleşmesi, refahın eşitsiz dağılması, toplumsal yozlaşma, artan suç çeşitliliği ve bütün bunların üzerine kurulu baskıcı, totaliter bir iktidar yapısı, boğulmuş yasın hem nedeni hem de sürekli besleyicisi hâline geliyor. Çünkü bir toplumda adalet mekanizmaları işlemiyorsa, insanlar yalnızca haklarını değil, yas tutma imkânlarını da kaybediyorlar. Kaybın ardından gelen acı meşru kabul edilmiyorsa, insanlar neye yas tutacaklarını, nasıl yas tutacaklarını bilemiyorlar. Bu da yası donuklaştırıp, içe çökmesine neden oluyor.
Örneğin bir yurttaş, çocuğu hukuksuzluk sonucu zarar gördüğünde; bir yakınının davası yıllarca sürüncemede kaldığında; suçlular cezasız kaldığında sadece öfke değil, derin bir yas hisseder. Ama bu yas çoğu zaman tanınmaz. Çünkü suçun tanınmadığı yerde, yas da tanınmaz. İşte o noktada yas, kişisel bir süreç olmaktan çıkar, adaletle kurulan duygusal bağın kırılması hâline gelir. Kişi ne yaşadığını anlamlandıramaz; adalet aradığını zannederken, intikam duygusuna sürüklenebilir.
Ben bu noktada şunun altını kalın kalın çizmek isterim; “bir ülkede adalet yoksa, yas vardır.” Çünkü adalet, yasın çerçevesidir. Eğer o çerçeve çökerse, acı dağılır, tutunamaz. Ve toplum nefessiz kalır. Bu, benim “boğulmuş yas” dediğim hâlin tam karşılığıdır; nefes alamayan bir toplum. Açıkçası bunu en derin biçimiyle deneyimlemiş biri olarak anlatma ihtiyacı duydum bu sorunuzla birlikte.
Bugün yaşadığımız o yaygın hissizlik, bitmeyen öfke patlamaları, umutsuzluk, aidiyet yitimi… Bunların her biri boğulmuş yasın belirtileri. Ve ne yazık ki bu bastırılmış yas hâli, sadece geçmişin değil, süregiden bir adaletsizliğin yasını da içeriyor. Dolayısıyla evet, Türkiye’nin ruh hâli, boğulmuş yası çoktan içine almış durumda. Ve bu sadece psikolojik bir mesele değil, aynı zamanda açık bir toplumsal ve siyasal gerçeklik bana göre.
- Toplumda tanımlanamayan bir karamsarlık var. Sizce bu ruh hâli, bastırılmış ya da ifade edilememiş bir toplumsal yasın semptomu olabilir mi?
Yas, alan açıldığında, tanındığında dönüştürücüdür. Bizi derinleştirir, acıyla birlikte hayatı yeniden anlamlandırmamıza yardımcı olur. Ama yas tanınmadığında, özellikle de toplumsal ölçekte bastırıldığında, o acı başka şekillerde dışa vurulur; sessizlik, yılgınlık, umutsuzluk, kayıtsızlık, öfke, anlamsızlık hissi... Bugün Türkiye’de yaygın olarak gözlemlediğimiz, tam olarak böyle bir ‘’duygusal pus hâli.’’ İnsanlar neye üzgün olduklarını tam olarak tanımlayamıyorlar, ama bir yorgunluk, bir doluluk, bir iç sıkıntısı hissediyorlar. Siz, ben, çevremiz herkes bundan bahsediyor. Sanki bir şeyin eksikliği değil de fazlalığını yaşıyor gibiyiz. Bu fazlalık ifade edilememiş duyguların, tutulamamış yasların birikimi.
Bir yandan da adı konmamış bu yas, bir halk sağlığı krizi gibi de görünüyor. Çünkü yas sadece bireysel değil, kolektif bir deneyim. Topluluk olarak kaybettiğimiz değerler, umutlar, güven duygusu, ortak yaşama arzusu, kaybedeceklerimizin ihtimali... Bunlar da birer kayıptır. Ve bu kayıplar görünmediğinde, dillendirilmediğinde, toplumun ruh hâli bulanıklaşıyor. Bütün bunlar tanımsızlaştıkça karamsarlık kronikleşiyor. Ne tam bir çöküş, ne tam bir isyan. Ne net bir yas, ne de gerçek bir iyileşme… Arada, donuk, küskün, içe dönük bir varoluş. Bu kolektif derin bir iç çekiş, böğrümüze öküz oturması hali gibi. Ve evet, bastırılmış bir toplumsal yasın belirtisi olabilir, hatta bence öyle.
- Milletçe dayanıklılığı yüksek bir toplumuz. Hatta bazen fazla esnek bile olabiliriz. Bu olumlu gibi gözükürken, duyarsızlığı da beraberinde getirmiyor mu?
Açıkçası ben bu “dayanıklılık” söylemine pek inanamıyorum. Bana biraz yapay geliyor. Ne gibi bir üstünlüğümüz bizi dayanıklı yapıyor ki milletçe? Bu, kulağa hoş gelen ama içi pek dolu olmayan bir anlatı gibi duruyor. Bana göre bu, çok kullanışlı bir illüzyon, üstelik en resmisinden. :) Gerçek dayanıklılık, acıyla temas kurabilmekle, duygulara alan tanımakla mümkün. Ama biz çoğu zaman acımıza alan açmıyoruz. Açamıyoruz. Bastırıyoruz, erteliyoruz, sessizleştiriliyoruz. Ve bunun adına da “dayanıklılık” diyoruz.
Dayanıklılık, özellikle vatandaş ve devlet ilişkisi bağlamında, politik sorumlulukları görünmez kılan bir perdeye dönüşüyor. Üstelik bu perdeyi, yalnızca halk değil, çoğu zaman otoritenin söylemi de örüyor. “Soğan ekmek yeriz, yine de dayanırız” gibi onlarca örnek var. Dışarıdan bakıldığında dirençli bir duruş gibi algılanabilir. Ama aslında bu tür söylemler, insanın temel ihtiyaçlarından, onurundan, hatta yaşam hakkından sessizce vazgeçmeye zorlandığı koşullara işaret ediyor. Bu dili pekiştiren bir başka katman da otoriteye ait söylem; “benim milletim cefakârdır”, “sabırlıdır”, “acıya dayanır”, “biraz sabır, biraz daha dayanalım, seneye bugünden daha iyi bir yerde olacağız” gibi cümlelerle halkın çektiği sıkıntı yüceltiliyor. Yoksulluk kutsanıyor, acı erdeme dönüştürülüyor. Oysa bu sözler, halkın maruz kaldığı adaletsizliği ya da yoksunluğu silikleştirip, buna katlanmak zorunda bırakıldığını gizliyor. Buradan bakınca “dayanıklılık”, ulusal bir mantraya, yani sorgulanmadan tekrar edilen rahatlatıcı bir teselli sözüne dönüşüyor. Ama bu sözlerin ardında aslında kaygının bastırması, korkuya teslim olmamak için geliştirilmiş bir inkâr dili var. Ve bütün bu anlatının üzerine dökülen ince ama yapışkan bir sabır sosu var;
“Beterin beteri var”, “Sabret, geçer”, “Her şeyin bir zamanı var.”
Bu cümlelerle sabır yüceltiliyor, duygunun bastırılması normalleştiriliyor, isyan ayıplanıyor, acıya alan tanınmıyor, öfke kriminalleştiriliyor. Sabırla inşa edilen bu “dayanıklılık”, neredeyse politik bir araç hâline geliyor. “Sabrın sonu selamettir” denilerek, açlık da, yoksulluk da, adaletsizlik de, kayıplar da yutulabilir hâle getiriliyor. Böylece birey yalnızlaşıyor, toplum sessizleşiyor, iktidar ise güçleniyor.
Ben bazen şöyle düşünüyorum; “biz acıyı gömmeyi öğrendik, öğretildi çünkü. Dayanıklılık sandığımız şey, aslında gömmeyi başarı sanmamızdan ibaret.” Ama gömülen her acı bir başka biçimde geri döner. Öfke olarak, suskunluk olarak, hatta toplumsal küskünlük olarak…Bu yüzden mesele dayanıklı olmak değil; acıya, yitirilenlere, insanca yaşama hakkına alan açmak. Duygulara alan tanınmayan, yas tutulamayan bir toplumda “dayanıklılık” söylemi ne yazık ki bir baskı aracına dönüşüyor. Ve böylece dayanıklılık, bir beceri olmaktan çıkıp yutkunma kültürüne dönüşüyor.
- Eylemlerde olan insanların ilginç bir cümlesi var. Ben de aynı his içindeyim. "Varız, buradayız, sokakta olmaya devam. Ama işe yaramayacak.” Umutsuzluk içinde umudu nasıl yeşerteceğiz?
Bu çok tanıdık, çok kırılgan ama bir o kadar da dirençli bir ruh hâli. “Varız, buradayız, sokaktayız ama işe yaramayacak…” Hem görünmek istiyoruz, hem görünmediğimizi hissediyoruz. Hem değişim için mücadele ediyoruz, hem de hiçbir şeyin değişmeyeceğinden neredeyse emin gibiyiz. Bu bir çelişki değil; burada, boğulmuş umudun içinden ince ince sızan bir inat var. Bu biraz da ‘’yaralı bir umut’’ yara almış ama hâlâ soluyan, toprağa düşmemiş bir umut. Umudu çoğu zaman neşeli bir his gibi düşünüyoruz. Ben öyle bakmıyorum. Umut çoğu zaman fark etmeden, hatta çoğu zaman acıdan doğuyor. Çünkü umut, bir duygu değil sadece bir yönelme biçimi, bir etik tutum. “Belki işe yaramayacak ama ben yine de yapacağım” diyebilmek, duygusal olarak çözülmemek, hayattan düşmemek anlamına geliyor.
Bugün bu umudu kıran en önemli şeylerden biri, insanların adalete olan inançlarını kaybetmeleri. Eyleme geçiyorlar, seslerini yükseltiyorlar, ama karşılarında duyarsız, tepkisiz, cezalandırıcı bir yapı buluyorlar. Bu kırılma noktası, çoğu zaman umudu değil, inancı sarsıyor. Çünkü umut, yalnızca bir şeyin olacağına inanmak değil ki, o şey olmasa bile savunulması gerekenin yanında kalabilmektir. Rebecca Solnit’in bu bağlamda zihin açıcı çok sevdiğim bir kitabı var; Karanlıktaki Umut, orada şöyle diyor: “Umut, garantili bir sonuç beklentisi değildir. Umut, belirsizliğin içinde yaşamak ve bu belirsizliğe rağmen harekete geçmektir. Umut, pasif bir iyimserlik değil; eyleme geçmeye açık bir alandır.” Yani umudu yeşertmek, umut taşımak, “işe yarayacak mı?” sorusuna değil, “ben neyin yanında duruyorum?” sorusuna cevap vermekle başlıyor. Eylemlerde sıkça duyduğumuz bu cümle “varız ama işe yaramayacak” bana aynı zamanda şunu da çağrıştırıyor; “Benim sesim sonuç getirmeyebilir, ama susarsam ben eksilirim.” Bu pasif değil; tam tersine, aktif ve etik bir varoluş biçimi. Adaletin henüz yerini bulmadığı bir düzende, insanlar bir tür tarihe tanıklık sergiliyorlar. Ve bazen işe yarayıp yaramayacağından bağımsız olarak tanıklık etmek, toplumsal vicdanı canlı tutmanın tek yolu oluyor.
- Depresyonla yasın iç içe geçtiği bu çağda, sizce yas hastalık değilse nedir? Depresyondan ayrıldığı noktada ne başlar?
Hemen söyleyeyim; “yas bir hastalık değildir. Yas, hayatta sevdiği birini ya da bir şeyi kaybetmiş birinin, buna verebildiği en insani, en içten, en sahici cevaptır.” Yasla depresyon arasındaki sınır, klinik düzeyde netleşebilir ama deneyim düzeyinde çoğu zaman iç içe geçer. İkisinde de kişi geri çekilir, hayata karşı anlam dünyası sarsılır, duygular ağırlaşır. Ama yas ilişkiyle ilgilidir; depresyon ise benlik algısıyla. Yasta kişi şunu söyler;“ben onu kaybettim.” Depresyonda ise alt metin daha çok şuna benzer; “ben kendimi kaybettim.”
Yani yas, bir ilişkiye, bir bağa dair duyulan eksikliğin ifadesidir. İçinde sevgi vardır; acının merkezinde bağın izi bulunur. Bu yüzden yas işlenebilir, dönüştürülebilir, anlamla örülebilir. Depresyonun aksine, yas bir içe kapanma değil; bağı yeniden kurma çabasıdır. Kaybedilenin izini sürme, onun iç dünyadaki yerini dönüştürme sürecidir. Yas tuttukça kişi şunu sorar; “o artık yok ama ben onun yokluğuyla nasıl yaşayacağım?” Bu soruda hastalık değil, iyileşmeye çalışan bir ilişki vardır. Ve evet, bazen yas depresyonla karışır; ama asıl fark şuradadır;
Yas konuşur, depresyon susar. Yas tanındığında yumuşar; depresyon ise görünmezleştikçe derinleşir.
Benim için yas, bir insanın hayatın kırılganlığına verdiği onurlu bir cevaptır. Bir kaybı kabul etmek kolay değildir. Ama o kaybı, hayatın yeni biçimleriyle birlikte taşımaya başlamak; işte iyileşme tam da orada başlar. Yas, bir hastalık değildir; sevmenin ve sevginin iz düşümüdür. :)
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |
"Fatih’in entelektüel ilgileri, kişisel bir merakın ötesindedir; kültürel bir yeniden inşa projesinin parçasıdır. Hem İslam dünyasına hem Batı’ya seslenir. Sadece bir halife değil, bir Roma imparatoru olarak da anılmak ister. Bu, onun zihinsel haritasının çift merkezli olduğunu gösterir"
"Manastır Askeri Lisesi’nin yatakhanesinde herkes uyurken o battaniyesinin altında fenerle kitap okuyor. Duruşu, görüşü, bilgisi, zekası ve nezaketiyle herkesi kolayca etkisi altına alabilen bir lider. Yani hiç bir şey durup dururken birden bire olmuyor. Bilgiye, yeniliğe aç, her konuda daha iyi olmak için kendisini yetiştiren, kendisi ile yarışan bir lider"
"Bir şehir gezgini olmanın temelinde o şehre ait temel bir sosyal tarih bilgisi ve güçlü bir beş duyu şarttır, diye düşünüyorum. İstanbul gerçekten çok katmanlı bir şehir ve gerçekten tarihin izlerini her şeye rağmen barındırıyor"
© Tüm hakları saklıdır.