20 Nisan 2025

Şeyhmus Diken: Bugün hâlâ cellâdına âşıklıkla ithama dönüştüren politik ve kısmen entelektüel bir üst akılla cebelleşiyoruz

“Sol’a meyledenler solun devrimci tek tipçiliğine yaslandı. Sağa, İslamcılığa meyledenler de sağın ümmetçi tek tipçiliğine yaslandı”

Şeyhmus Diken

Şeyhmus Diken, değişen dünyada değişmeyenleriyle gördüğü, yaşadığı ve yazdığı dünyayı anlattı. Kültürel hegemonyadan, muktedirlerin dayatmalarına, kültürel soykırımdan intihale “Hem esiriyim hem de sahibi” dediği Diyarbakır’ı anlattı:

- Diyarbakır’ın kendi içinde de kaybolan kültürünü, sokaklarını yazarken bu kaybın sadece fiziksel değil, aynı zamanda “siyasi bir silinme” olduğunu vurguladığınız metinlere dayanarak “kentin hafızası”nı korumanın kültürel bir direniş biçimi olduğunu da yazıyorsunuz. Her kesimin kendine ait içinde yaşadığı kentin kültürünü, biçimini, halini muhafaza etme hakkı gibi elbette bunun üzerine yazma ve hatta mimari fikirlerini topluma açma hakkı da var. Peki, siz genel olarak bütün bir ülkeye “tek tip” bir kültür ve mimari biçimin siyaseten dayatılması hakkında ne düşünüyorsunuz?

İsterseniz 1920’lerde Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi ile başlayalım. Her bir şey, mesela bugün “tek tipleştirme” denilip dayatılan, hatta bizzat en tepedeki muktedirin hemen her konuşmasında diline pelesenk olan o “tek tek…” çiğlik! Tümüyle geçtiğimiz yüzyılın başındaki “kara bela” ittihatçılığın bugüne dek sarkan ve süregelen kesintisiz yüzü. Cumhuriyetin kuruluş sonrası ve devamında felsefesinde ısrar edilen tezler üzerinden okumak gerektiği düşüncesindeyim. Türk(çü) tarih tezi, yine adına Güneş Dil Teorisi denilen dünyanın bütün dillerinin Türk Dili üzerinden türediğini adına bilimsel denilen çalıştaylarla realize edilmesi. Ve sonra da bunlara sahiden inanılarak başta Kürtler olmak üzere diğer kimi etnik kimliklerin aslında Türk olduklarına önce kendilerinin sonra da tebaanın inandırılmasının üstün resmi politikalar haline dönüşmesi…

Tuhaf ve kötü olan şu ki; bu tek tipçilik mevzuu sadece sağcılar, ırkçılar, milliyetçi-muhafazakârlara has değil, kimi solcular da hep yaptı ve yapmayı da sürdürüyorlar. Üstelik ellerinde tilmizleri olmakla ziyadesiyle övündükleri sol literatürün kutsallarından “milli mesele” ya da “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi referans metinler de olduğu halde! Bu metinleri hep işlerine geldikleri gibi kullana geldiler. Hep “parça bütün” üzerinden hesap kesicilik yaptılar. Mesela şöyle bir tek tipçilik yaptılar. Kim “Kürt hakları” demeye yeltendiyse; “Yoldaş merak etmeyin! Hele sosyalizm gelsin, bütün bu ‘milli haklar’ hak sahiplerine verilir” dediler. Yani olası bir devrim sonrasına pas edilen bir tek tipçilik… Solun beslenme kaynaklarının en muteber haline baktığımızda; Anadolu’yu bir halklar mahpushanesine çeviren Kemalist ideolojiyi adeta yücelterek “Kemalizm, küçük burjuvazinin en radikal en sol kesiminin ideolojisidir” dediler ve hâlâ da demede ısrarlarını sürdürüyorlar. Öbür cepheden İslamcılar da; “Mevzuu, Ümmet meselesidir. Hele bir İslam’ın bayrağı dünya üzerinde dalgalansın, kavim meselesi diye bir şey kalmaz” dediler. Bu da onların tek tipi oldu.

İşte Sol’a meyledenler solun devrimci tek tipçiliğine yaslandı. Sağa, İslamcılığa meyledenler de sağın ümmetçi tek tipçiliğine yaslandı. Bu böyle akıp gitti. Ee, bu ikisinin dışında aslında ikisinin de en tepesinde kapkara bir şemsiye gibi duran o yüz yıllık devletin resmi ideolojisinin tek tipçiliği ise her daim “tek, tek, tek” diyerek o tek’lemelerin yanına bütün kendince kutsiyetleri olan devlet, millet, bayrak, dil, kültür, kimlik aklına ne gelirse onun “TEK” olduğunu yerleştirdi işte. Bu ideolojik ve kültürel tek tipçilik uygulanırken, mimaride de aynı şekilde ısrar edildi. Örneğin benim yaşadığım şehir üzerinden bakacak olursak; binlerce yıldır insanların kendi yaşam tarzları üzerinden hayatlarını sürdürdükleri mekânlar; vahşi uygulamalarla dümdüz edilerek yerlerine hücre tipi hepsi birbirinin kopyası mekânlar yapıldı. Kadim tarihlerden bu yana şehir sakinlerinin mevsimlere dayalı yaşam koşullarını dikkate alarak tasarladıkları mekân ve sokak, meydan mantığı adeta yok sayılarak tümüyle güvenlik eksenli tercihler ile dayatılan bir mimari tarz söz konusu oldu.

O eski şehir dokusunun binlerce yıldan bu yana yaşamın kesintisiz sürdüğü mekânların çeperinde / çevresinde yer alan, adına da modern yaşam alanları denilen mekânlarda ise tümüyle müteahhit projeleri olarak korunaklı güvenli steril çok katlı blok plancılığı tercihi gündemleşti. Bu yapılar dizayn edilirken; mesela kentin, coğrafyanın mimaride yerel tercihi olan bazalt taş asla düşünülmedi. Çünkü bazaltın tercihi halinde yeniden eski hafızanın gündemleşeceğinin farkında olunarak, onun yerine ekonomik ömrü elli yıl olan sonra kentsel dönüşüm adı altında yeniden yıkılıp değiştirilip dönüştürülecek olan betona mahkûm edildi kimlik kültür. Eski kent dokusu içinde yer alan esnafın ve tebaanın her gün birbiriyle yüzleşerek paslaşarak hâl hatır sorarak işine gücüne baktığı agora, çarşı-pazar dünyası yerine; uğultunun, havasızlığın, riya’nın ve insanı o dünya içinde ruhen boğmanın hüküm sürdüğü A.V.M.‘ler dünyası gerçek dünya imiş gibi dayatıldı. Alın size mimaride tek tip denildi bir anlamıyla… Ez cümle; bir zamanlar şehir(li) sakinlerinin sokaklarında kapı ağızlarında yarenlik ettiği, yemek kokularının birbirlerine karıştığı, çocuk seslerinin ahengi yerine; her bir apartman dairesi sakininin hücresine tıkıldığı hemen hiç bir komşusunu tanımadığı gibi, mecburiyet selamı ile yetindiği bir hâle büründüdürdüler şehir dediğimiz dünyayı… Oysa ortaçağ gezginleri o şehir dediğimiz kadim mekânlara yollarını düşürdüklerinde sorarlarmış o şehrin sakinlerine dünya neresidir diye! Şehirliler de şaşırarak yanıt verirmiş; dünya deyip sorduğunuz tam da burasıdır, yaşadığımız yerdir. Onun için Kavafis o sözleri yazmıştır ya!

“Ben sürgünlük duygusunu uzak diyarlara gitmek zorunda kalanlar gibi yaşamadım”

- “Amidalılar”da sürgündeki Diyarbakırlıların hikâyelerini derlediniz. Sürgün hikâyeleri bir kentin tarihteki varlığına ne katabilir? Bu tür hikâyeleri iki kapak arasında toplarken sürgünlük duygusunu tattınız mı? Bu duygu evrensel sınırlar arasında oradan oraya iteklenen insanların hikâyelerinden farklı mı?

Benim Amidalılar-Sürgündeki Diyarbekirliler’de yaptığım şuydu; yaşanan / yaşatılan acımasız zulüm politikaları çerçevesinde çareyi ülke dışına kaçarak uzak sürgünlükte arayanların tragedyasına ses olabilmekti. Düşünün doğup büyüdükleri bütün bir hayat hikâyelerini kurdukları diyarları bir anda ardlarında bırakarak ve yanlarına hemen hiç bir şey al(a)mayarak kaçıp gitmek, terk-i diyar eylemek. Üstelik gidilen o yeni yerlerde bir Kürt sürgünü Nureddin Zaza’nın ifadesiyle “Sürgün’ün her yerde yalnız olduğunu bilerek yaşamak.”  Sürgünlerle yaşadıkları uzak ve soğuk o yabancı ülkelerde çok defa bir araya geldim. Hatta bir defasında İsveç Stockholm’de bir gecede dört evi ziyaret ettim. Zamanım dardı ve onları ihmal ettiğim düşünülüp de sonra dargınlık / kırgınlık yaşanmasın diye kısa süreli de olsa uğramak zorunda hissettim kendimi. Hemen hepsi yirmi yıldan fazlaydı o uzak ülkelerin şehirlerinde yaşıyorlardı ama evlerinde o yirmi yıl orada yaşanmış olunduğunu hissettirecek eşyalar yok denecek kadar azdı. Sanki bir hafta ya da bir ay önce o evlere taşınmışlar gibiydiler! Niye böyle bu evler diye ilk soru olarak sorduğumda! „E, biz hep bugün yarın ülkeye döneriz düşüncesinde yaşadık. Buralar bize ait değil! Nasıl olsa döneceğiz, birer yerleşik aile gibi eşya almanın gereğine hiç inanmadık. Sonra bir gün ardımıza dönüp baktık ki! Ömür geçmiş, hayat bizlere yapacağını yapmış“

Ben sürgünlük duygusunu uzak diyarlara gitmek zorunda kalanlar gibi yaşamadım. Öyle ki; yargılandığım ve ceza aldığım davada bile hapis yatmak zorunda kalırsam Diyarbakır Mahpushanesi olmasını istediğimi dillendirdim. Mahpusluk olmadı. Cezayı duyan sürgündeki dostlarım çek gel buralara, burada düzenini kurarız deseler de! İstemedim gitmeyi, çünkü tanık olmuştum çoğunun yaşamına mutlu değillerdi. Kalpleri ülkeleri, halkları için atıyordu ve uzaktılar. Cezayi hikâyelerini tamamlayan kimilerinin bir gün memleketlerine döndüklerinde nasıl yalnız olduklarını artık eski mekânlarına da yabancılaştıklarını, yaşanan birçok şeyin onları şaşırttığını, hayata artık bir uzak Avrupalı sürgün gibi baktıklarını belki kimlik anlamında kendilerini eski asli kimliklerine ait hissetseler bile, aidiyetlerinin o uzak sürgün ülkelerin yurttaşları olmak üzerinden şekillendiğini ziyadesiyle fark etmiştim yıllar evvel. Elbette bu ciddi bir kırılmaydı. Muktedir ideolojik kültür, sanırım amacına ulaşmıştı. Sürgünü ülkesinden, insanlarından, ailesinden, dostlarından, halkından koparmıştı. O artık başka bir insan olmuştu. Bu bir yarılma, bir kopuştu sürgünler ve geride kalanlar için. Üstelik bir travma hali ve onarımı da hayli güç. Ve ne acı ki yeni yani son kırk yılın hikâyesi de değil! Osmanlının 1800’lü yıllarının ilk çeyreğinde başlayıp bugünlere kadar akıp gelen iki yüz yıllık çözümsüzlüğün bir sonucu…

“Ne kadar iyi yazarsanız yazın siz muktedir, sömürgeci dilin yazarısınız onların gözünde”

- Bir yazarı “marjinal” addetmek onun metinlerinin içeriğinin aslında nasıl tahayyül edildiği konusunu bundan daha önemli kılar. Siz de bence “marjinal” addedilen konular üzere yazdınız. Bana da marjinal olduğum konusunda imalar yapıldığında “Kürtlük serden hiç gitmiyorum” derim. Zaten çoğunlukla Kürt yazarların belki de “marjinal” addedilmelerinin ilk sebebi budur. Böylece doğrusu ana akım edebiyat için hem ilgi odağı hem de aynı zamanda tehlikeli sayılıp “kenara” itilebiliyoruz. Kenarda durmak bir tercih de olabilir, mevzilenmek açısından. Hiç kenarda tutulduğunuzu hissettiniz mi?

Tabii ki kenarda tutulduğumu hep hissettim. Hem de farklı cephelerden! Bir defa ben kendi ‘anadil’imde değil, bir başka halkın zorla öğretilmiş / öğrenilmiş dilinde yazan bir yazarım. Bu bir tercih değil elbette, mecburiyet, çaresizlik ve dayatma. Düşünün henüz ilkokul öncesi dünyayı tanıma her bir şeyi öğrenme yaşlarındasınız. Ama aileniz sizin yanınızda Kürtçe konuşmuyor. Hatta Kürtçe öğrenmemeniz için çaba sarf ediyor. Bu belalı bir dil, çocuklarımız öğrenmesin, başlarına bela olur sonra diye düşünüyorlar. Çünkü geçmişte ebeveynleriyle birlikte kendileri de o belalı hâli ziyadesiyle yaşamış cezasını da katmerli olarak çekmiş, ödemişler. Böyle bir ortamda yetişiyorsunuz. Uzun yıllar sonra politik bilinç hâli üzerinden fark ediyorsunuz ki; konuştuğunuz dil aslında sizin / size ait olan dil değil. Bir nevi öğrenilmiş çaresizlik misali. Öğrenmişsiniz, dünyanızı onun üzerine bina etmişsiniz. Başka yapacağınız bir şey yok. Bu bir mağdur-mazlum ruh haline sığınarak itiraf değil elbette. Bir gerçeklik. Bu durumun ruh halini bilerek yaşamak işte…

Sonra yazıyorsunuz o dilde metinler, kitaplar. Bir de sizin tebaanızdan olanlar bu kez size cephe alıyor ve niye kendi anadilinde yazmıyorsun diye bir başka kenara itilme haliyle yüzleşiyorsunuz. Asıl acı veren de bu! Ne kadar iyi yazarsanız yazın siz muktedir, sömürgeci dilin yazarısınız onların gözünde. Hatta kimileri sizi yazar dahi kabul etmiyor. Mesela sonradan öğrenmek durumunda kaldığınız anadilinizde metin yazmayı denediğinizde fark ediyorsunuz ki bir ilkokul çocuğunun ilkyazı dilini öğrenme halindesiniz! Çocuksu bir ruh hali yani... Israr ediyorsunuz yazmaya. Her defasında o dilde edebiyat yapanların düzeltilerine müdahalelerine sürekli gerek duymanın tuhaflığı bu kez kendinizle yüzleşmeyi önünüze koyuyor. Ve kendinize geliyorsunuz. Sadece kendinize diyorsunuz ki; Yapacak bir şey yok; ben bu dilin yazarıyım. Ama dilinde yazdığım halkın değil, dilinde yazamadığım kendi halkım dâhil, diğer tüm mazlum, mağdur ve hakları gasp edilmiş bütün halkların yazarı gibi yazmalı, öyle de düşünmeliyim diyorsunuz kendinize.

Belki de kenarda tutulmuş / tutuluyor olma hallerinden kurtulmanın, sıyrılmanın bir nevi muktedir ruh hali de bu olmalı. Tabii ki bütün bu duruş halini bir nevi egemenlere meydan okuyan bir ruh hali gibi saymak da mümkün… Coğrafyasında yaşayan bir yazar olarak hem sömürge aydınlığına karşı durmak, hem de sömürge aydını olmamak için direnmek de bunun içinde. Yani yüzünü İstanbul’un entelektüel dukalığına döndürerek değil, kendi coğrafyasında yaşayarak ve bir entelektüel olarak eşitler arasında ilişkilenmenin asıl soylu ilişki olduğunu bilerek yaşamanın ve yazmanın kutsiyeti, yaşam biçim diyelim buna…

“Çünkü muktedir 'Unutun' diyor, yaptığı onca kötü şeyden sonra”

- Türkiye’de edebiyatçıların iktidarla ilişkisi artık apaçık bir tartışmanın, tarafını seçmenin konusudur. Sizce, “Diyarbakırlı bir yazar” olmak, otomatik olarak “siyasi” addedilmeyi gerektirir mi? Bu edebiyatçının iktidarla agresif de olsa kurduğu ilişkinin onun edebiyatının politize edilmesini kaçınılmaz mı kılar? Sizin edebiyatınızı, edebiyatçılığınızı bu açıdan nasıl kavramak daha doğru olur?

Bu soruya kısmen yanıt olacakları bir önceki soruda verdim ama eksik kalanları burada tamamlayayım. İktidar-yazar ilişkisinin politize hâli sadece yazar için değil elbette! Genel olarak da sorunlu. İktidarlar, hele hele doğu toplumlarında iktidarlar (bütün iktidarları kastediyorum) biat üzerine kendilerini var ederler. Soru soranı, sorduğu soruya tatminkâr cevap alamayıncaya kadar sormayı sürdürenleri ve düşüncesinde bir de eylemliliğinde ısrar edenleri eğer iktidara karşıtsa iktidarlar asla sevmez, sevmiyorlar da! Hatta sevmedikleri için gereğini yaptıklarını da gündelik hayat içersinde ziyadesiyle görüyoruz. Şimdi düşünün bu sıradan bir muhalif şahsiyet, hadi biraz daha ileri gidelim bir aktivist, bir hak savunucusu için böyleyse! Bir hakkaniyetli yazar için haydi haydi böyle olur, hatta daha da fazlası olur.

Ben yazarken bu duygu ve ruh halini hep düşünen ve farkında olan biri olarak yazarım-yazıyorum. Ve geleceğin dünyasını da düşünerek yazdığımı bilerek yazıyorum. 1990’lı yıllarda sonradan çok ciddi bir politik aktör haline dönüşecek olan dönemin bir hak savunucu örgütünün yöneticisi ile bir kitabım için röportaj yaparken sormuştum kendisine; sadece insanın mı hakkı vardır. Sadece insanın haklarının gaspı için mi hak mücadelesi verilir. Şehirlerin yaşanabilir şehir olmaklığı üzerinden hakları, taşın, mesela bazalt taşın, kadimliğin, ağacın, toprağın hakkı yok mudur? Onlar için de hak mücadelesi verilmemeli mi? “Var tabii ki, ama bizim için insanın yaşam hakkı en temel hak, önce onun için mücadele ediyoruz. Bunca faili meçhul cinayet varken…” demişti…

Bu görüşmeden yaklaşık yirmi yıl sonra adeta bütün kent bileşenleri kentin kadim yapılarının Unesco’nun kalıcı tarihi kültürel miras listesine dâhil edilmesi için politik tavır almışlardı. Ama unuttukları ya da hatırlamak istemedikleri bir şey vardı: O zaman dilimi içinde o üzerinde politika geliştirilseydi kurtarılabilecek birçok yapı silinip gitmişti. Ellerinin arasından kayıp gitmiş, sanal dünyanın nostaljik öykülerine dönüşmüştü. Ve işin acı tarafı insan da kalmamıştı o yeni mekânlarda…

Hiç unutmam! Toplu bir tarihi kent kıyımının yaşandığı 2015 ve sonrası yılları da tartışan Ahım Var Diyarbakır kitabım 2017’de yayınlanmıştı. O kitap kısa bir süre sonra Almancaya çevrilip basıldı. Almanya’da bir Alman okurum sormuştu; Çok cesur bir kitap, korkmadın mı demişti de! Ben bir yazarım. Yarın zaman geçip gider, ardında tortular bırakır zaman. Birileri döner ardına bakar, kim ne yaptı, ne yazdı, ne dedi diye! Ben, bunları yazdım. Tarih de unutmasın, ben de unutmayayım, kimseler de unutmasın diye! Çünkü muktedir “Unutun” diyor, yaptığı onca kötü şeyden sonra. Hayır, unutmamak gerek. Çünkü unutan unutulur da ondan…

“Kürt yoktu, Kürtçe de zaten uydurulmuş bir dildi; birçok aydın buna inandı-inandırıldı”

- Kürt yazarların Türkçe yazması Türk Edebiyatı kadar içerik ve tarihsel açıdan Kürt Edebiyatı’nın da bir parçasıdır. Fakat şöyle bir dert var, Cumhuriyet Dönemi’nden kalma bir alışkanlık da olabilir bu, Kürt yazarların eserleri ‘Türk Edebiyat’ı içinde asimile edilerek sunuluyor. Genç, ama maziye hâkim olanlar bunun farkındalar. Bunu Türkçe yazan Kürt yazarlarda daha sık görmekteyim; Kürtçeden çevrilmiş metinlerin intihal edilmesi… Bu durumu, edebiyat dünyasının ‘kolektif suskunluğu’ olarak mı görmeliyiz?

Bu sorunun cevabı Kürtçeden çevrilmiş metinler meselesini tartışmak sonra da intihal mevzuunu konuşmak üzerinden olabilir. Kürtçenin iki lehçesi Kurmanci ve Sorani lehçelerinde çok değerli edebi metinler olduğunu, yazıldığını bilenler elbette biliyor. Ama bunların neredeyse tümü kendi edebi dillerinde yani Kürtçede… Bu metinlerin sadece Türkçe okuyup yazanların değil, diğer dünya dillerinde de okunup değerlendirilmesi ancak çeviri ile mümkün olabilir. Çeviri dediğimiz mevzu da kitabın asli dilinden çevrilecek dile olan çevirisini anadili olarak bilip yapacak çevirmenlerle olacağını da bilmek gerektiği düşüncesindeyim.

Mehmed Uzun gibi modern Kürt Edebiyatının edebi kanonu olan bir adamın Kürtçe yazılmış romanlarını iki Kürt yazar Türkçeye çevirdi. İyi ki de çevirdiler elbette. Nitekim Kürtçe bilmeyen Türk okurlar o çeviriler üzerinden Mehmed Uzun’un edebiyatıyla tanıştı ve okudular. Ama burada asıl olan şu olmalıydı: Anadili Türkçe olan çevirmenler; İngilizceyi, İspanyolcayı, Bulgarcayı, Çinceyi öğrendikleri ve bu dillerden çeviri yaptıkları gibi! Kürtçeyi de öğrenip Kürtçeden çevirmeliydiler. Bu olmadı.

Önceki sorulara verilen yanıtlarda konuştuk. Kürt yoktu, Kürtçe de zaten uydurulmuş bir dildi. Birçok aydın buna inandı- inandırıldı. Ki hâlâ birçoğunun bilinçaltında bu ruh halinin inandırılmışlığı var. Ee, durum bu olunca iş yine Kürde, Kürt aydınına kalıyor. Bu yanlışın üzerinde durulmalı. Ve Kürt kendi Kürdünün Kürtçe yazdığı metnin çevirisini yapmak yerine, Türk aydını Kürtçeyi öğrenip çevirmeli. Entelektüalitenin dostluğu (kardeşlik demiyorum) sahici dostluğu, arkadaşlığı ancak böyle tesis edilir. İşte o edebi zenginliğin muktedir dile çeviri ile yansıması yeterince mümkün olmayınca özellikle sözlü Kürt Kültüründen, dengbêj kilamlarından, stranlardan taşınarak kimi edebi metinlere taşımalar (adına intihal da demek mümkün) olabiliyor. Örneklerine zaman zaman ben de rastlıyorum. Bunlar teşhir de ediliyor fark edildikçe. Ama edebiyat dünyasının kolektif suskunluğu’na gelince; orda durup düşünmek gerekiyor. Henüz “Türk edebiyatı mı, Türkçe Edebiyat mı?” sorusuna bihakkın cevap verememiş, bu sınavdan geçememiş bir kolektif hafıza ile yüzleşiyoruz. “Örgütlü yazarlık” kavramı ile yeterince tanışamamış bir yerde olduğumuzu da düşünüyorum. Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” vurgusu üzerinden şunu demeli galiba, hafızanın dumura uğratılarak kötüleşme halinden söz edilmeli sanki! Bir Kürt şehrinde taşımalı modern sanat küratörleri düzenledikleri bienalin açılış galasında Dede Korkut‘tan kopuzlu gösteri yapma cesaretini kendilerinde görüyor ve yerel aktörlerden de alkış-destek alıyorlarsa, o kolektif suskun hafızanın ne denli tehlike boyutunun olduğunun farkında olunması gerektiği kanısındayım. Ve bu konuda yüksek sesle tepki gösteren ve yazan bir tek Şeyhmus Diken kalıyorsa, geriye oturup düşünmek de gerekiyor sanırım…

Galiba bu intihal mevzuunda Kürtçeden çevrilmiş kimi metinlerin Türkçe edebiyat içinde intihal modunda kullanımına gelince, bu bir dilin edebi ürünlerinin en uygun düşen kavramıyla katlini vacip görme hâlidir. Buna suskun kalınmamalıdır elbette.

“İntihal” meselesi, edebiyat dünyasının kör noktası olmaktan öte, bilmemekle de alakalı”

- İntihalden söz etmişken, bir ahlak sorunu da olan intihal son dönemde pek çok kitapta az-çok gördüğüm bir durum. Geçtiğimiz aylarda üzerine yazdığım da oldu. Fakat görüyorum ki yazmak intihal sevdasına mani olmaya yetmiyor. Sizce bu vakalar edebiyat dünyasının kör noktası mı? Çok donanımlı yayın yönetmenlerinin, işi “okumak” olan editörlerin gözünden kaçması bunların normal mi? Özellikle Kürtçe veya azınlık dillerinden yapılan çevirilerin “gasp” edilmesi neden daha kolay?

Özellikle Kürtçe veya azınlık dillerinden yapılan çevirilerin gaspı ve “İntihal” meselesi, edebiyatın dünyasının kör noktası olmaktan öte, bilmemekle de alakalı. Bilenlerin okumuş olup da susanların felaketini Marc Nichanian’a bırakmak ve “Edebiyat” ve “Felaket”i referans vermek gerektiği kanısındayım. Bilmeyenlerin gör(e)memesi meselesine gelince sanırım bunun politik arka planı üzerinden bir tartışmayı yeniden başlatmak elzem. İşte bugünlerde yeniden başlayan ve adına çözüm süreci denilen ya da henüz denilemeyen gidişatın akıbeti üzerinden bir okuma yapmak en doğrusu. Şiddeti tırmandırarak birbirleriyle çatışanların ancak, barış masasına oturmasının mümkünatının örneklerinin dünya âlemce bildiği söze konu iken! Bugün hâlâ “neden şu anki iktidarla” diye bir soruyu sorma ve hatta buna cellâdına âşıklıkla ithama dönüştüren politik ve kısmen entelektüel bir üst akılla cebelleşiyoruz maalesef. Düşünün işte böyle bir cangılda işi okumak olan editörlerden ya da donanımlı yayın yönetmenlerinden hakkaniyet bekliyoruz. Evet, kabul ediyorum hayli zor, ama olması ve beklenilmesi gereken…

“Evet, kültürel ayrımcılık… Evet, kültürel soykırım hatta”

- İntihal konusunu bir namus meselesi olarak görüyorum, emek hırsızlığı affedilmeyecek suçlar arasında benim için. Fakat Türkiye’de intihal vakaları görmezden gelinirken, bazıları da linç ediliyor. Küçük hırsız her zaman en çok dayak yiyen olmuştur bu memlekette çünkü. Kürt, Ermeni, Süryani edebiyatına ait metinlerin çalınması daha az tepki çekiyor. Bu bir tür kültürel ayrımcılık mı? Sizin şahsen intihallere karşı tutumunuz nedir? PEN’in bu konuda içinde bilirkişilere sahip olup olmadığı hususunda ne düşünüyorsunuz mesela?

Evet, kültürel ayrımcılık… Evet, kültürel Soykırım hatta... Çok çok az tepki görüyor kültürü çalınanın malı mülkü! Benim tutumum tabii ki vicdanlı bir yazarın sorumluluğu ne kadarsa o kadar, olması gerektiği kadar. PEN yazarlar örgütünün, TYS’nin bu konularla ilgili bir biriminin içinde de yeterli bilirkişilerinin olup olmadığını bilmiyorum. Olmalı mı? Elbette olmalı. Hem de çok titizce çalışan bir yapıda olması gerektiği düşüncesindeyim. Yazar örgütlerinin mesleki işlerinin en önemli bir başlığı olması gerektiği kanısındayım. Çünkü biz çoklu kültürlerin bir arada yaşadığı ve birbirinden kültürel anlamda da çokça etkilendiği, ilişkilendiği ve hatta kimi gaspçılarca kendi malı mülkü gibi hoyratça kullanmayı doğal hakkı gibi gördüğü vicdansızlıkları da yaşayarak gördük-görüyoruz. Buna elbette karşı durmak gerekir...

“Şimdi o tozun dahi hafızalarda kalmamasını istiyorlar”

- Kitaplarınız arasında benim en sevdiğim “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır”. Gelip geçip gideceğiz bu âlemden, belki her nesne kalıcı, ama biliyoruz ki insanız ve kalıcı değiliz. Buna rağmen, Diyarbakır’ın Sur ilçesindeki yıkımlar, kentin hafızasını silmeye yönelik bir proje gibiydi. Sizce bu, devlet eliyle işlenen kültürel bir cinayet mi? Etnisiteye dönük şiddetin kendini önce mekânda gösterdiğini düşünmekte haklı mıyız?

Bakınız siz bile bu soruyu sorarken “Sur ilçesi” ifadesini kullandınız. Haklısınız, çünkü şimdi artık öyle; o eski şehrin asli ana rahmi olan Surlarla kuşatılı alan artık küçük ve diğer devasa yerleşkelerle kıyaslandığında avuç içi kadar bir yer. Ama aslında öyle mi? Değil elbette... 1940’lara, binlerce yıl öncesinden o tarihlere kadar kesintisiz hayatın sürdüğü bir mekânsal manzume. Küçücük bir ilçe olmaya sadece turistik bir pazar metaına dönüşme hâl û ahvaline evet der mi? Dememeli elbette. Ama dedirtmeye yelteniyor muktedir güç şimdilerde. Bütün araç ve argümanlarıyla hem de. Kültür Yolu festivallerinden tutun seçilmiş belediyelere kayyım atama ve kayyım politikalarında ısrara varıncaya kadar.

Düşünün, işte siz de Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir kitabıma referans verdiniz ya! Yüz sene evvel (1915) şehrin Ermeni tebaasına reva görülen etnik kırım, ne bir eksik ne bir fazla tam yüz yıl sonra (2015) bu kez Kürt tabaya reva görülüyor. İnsanlar yerlerinden yurtlarından edilmekle kalmayıp, mekânsal algı, hafıza da yok ediliyor. Hatta hafızadan bile silinmek isteniyor. Ben Tozu Kalsın kitabımın varlık sebebinin hikâyesini kitabın finalinde yazdım. Öte yakaya göçen kentin kadim hemşerisi Mıgırdiç Margosyan’la o yıkım döneminin yakın günlerinde o sokaklar yasaklıyken özel izinle girebilmiştik alana. Ne o, ne de ben eski evlerimizin yerini bulabilmiştik. Zabel Yesayan’ın Yıkıntılar Arasında kitabının adı misali yıkıntıların arasında kaybolmuş gibiydik. Deve hörgücü misali oluşan moloz ve toprak yığınlarından birinin üzerinde durup kerteriz alarak evlerimizin yerini yaklaşık olarak tahmin etmeye yeltenmiştik. Sonra çıkmıştık alandan ve hemen alanın yanı başındaki cami avlusunda oturmuş dinleniyorken Mıgırdiç Hoca “Ayakkabılarımızın rengi değişti tozdan topraktan, bir ayakkabı boyacısına temizletelim” demişti de! Ben de “Mahalle, sokak, evler gitti! Bırak bari tozu kalsın” deyivermiştim. Ee, şimdi o tozun dahi hafızalarda kalmamasını istiyorlar. Hiç unutmuyorum. Bir gün araçla seyir halindeydim şehirde. Radyoda sur kaymakamı konuşuyordu. Diyordu ki; “Bakın ne güzel oldu. O mahallelere polis araçları giremiyordu. İtfaiye araçları yangın olunca giremiyordu. Hasta olduğunda ambulans giremiyordu. Şimdi ne güzel, geniş caddeler, bulvarlar, meydanlar yapıldı. Bundan daha güzel ne olabilir!”

İşte şehir hafızasının yarılma hâli tam da bu. Muktedir dilinin yansıyan yüzü tam da bu. Böylesine eski kadim bir şehirde hiç yaşamamış ve dahi o yaşanmış kültürlere dair tek satır metin okumamış, öyle bir derdi de olmayan bir devlet görevlisinin resmi bakış açısı bizlere bu rıza kültürünü kabul edin diyor.

Hâlbuki senede iki yüz yetmiş gün fotosentez olayının yaşandığı Yukarı Mezopotamya’nın bir kadim kale şehrindeki yaşantıdır söze konu olan. O dar sokaklara güneş ışınlarının geldiği açılarının kırılma noktalarına göre tasarlandığını nasıl anlatacaksınız ki! Hem anlatsanız bile nasıl anlayacak ki o resmi bellek? O dar sokak köşelerinin pah’larla köşe dönüşleri estetize edilsin diye yapıldığını nerden bilecek kent fukarası resmi bellek. Belli aralıklarla sokak kapı yanlarına oturtulan dinlenme taşlarına hiç oturmamış ki bilsin, makam koltuğu dışında koltuk bilmeyen ve dünyanın her yerinde bitki, çim, ağaç sulanırken! O kadim memlekette bağrı doğası ateş olan, taşı sulayan, aslanın ağzından su içen şehirliler anlatıyor şimdi dünyaya olanca hikâyatı. Olan biten budur işte…

“Evet, bu pozisyonda olanlar belki çok azız, azlığımızın farkındayız”

- Kimi zaman şahsi tarih anlayışlarımız resmi tarihe karşı bir arşiv niteliği taşır. Tekrar baskıları yapılan “Tozu Kalsın”, “Diyarbekir Diyarım, Yitirmişem Yanarım”a bakanlar yazı izleğinizde de bunu göreceklerdir. Ayrıca gelecek kuşakların bu mirası sahipleneceğine dair kesin inançlarınız var mı?

Evet yazdım. Mutluyum yazdıklarıma dair. Çoğu yerde referans kaynağı olduğunu duydukça daha da keyiflendiğimi ifade etmeliyim. Yeter mi? Yetmez tabii ki. Daha dün mimarlık fakültesi öğrencisi olan ve Diyarbakırlı olmayan bir gençle tartıştık. Restore edip kentin tarihi kültürel miras listesine yeniden kattığımız bir sur içi evinde; “Bu ev Diyarbakır evine benzemiyor” dedi. Sordum, “Hiç bir Diyarbakır evinde yaşadın mı?” dedim. “Hayır, ben buralı değilim başka şehirliyim, burada dört yıldır öğrenciyim, ama okulda öğrendiklerimden öyle biliyorum” dedi. Düşünün genç adam öyle bir okulda mimarlık okuyor ki, ona Diyarbakır şehir mimarisi olarak öğretilenlerden bunu anlamış. Haklı tabi! Çünkü o üniversite ki şehrin surlarını 1930’larda yıkımdan kurtaran adam olarak bilinen Albert Louis Gabriyel’in Şarki Türkiye’de Arkeolojik Geziler kitabını okulda konuşmamıza izin vermedi. Peki, bu çocuklar nasıl öğrenecek asli hikâyeyi! O evlerde doğan, o evlerde hikâyeleri olan insanların sözlü ve yazılı tarih üzerinden anlatıları öğrencilerle buluşmayacaksa teorik ve resmi müfredatla nasıl hayata dokunacaklar.

İşte sırf bu sebeple ciddi bir kentsel sivil toplumculuğa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Üstelik Diyarbakır gibi siyasal kodları markalaşmış, hatta siyaseten dünya markası olmuş bir şehirde bu tür sahiden sivil toplumculuğun çok daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ve bir daha üstelik diyorum ki; sadece devletin buyurgan muktedir iktidarı değil, yerel siyasal iktidarın da müdahil iktidarı dışında bağımlı ve besle(n)me olmayan bir sivil toplumculuğa ihtiyaç var. Evet, bu pozisyonda olanlar belki çok azız, azlığımızın farkındayız. Ama olsun bu da güzel... 

“Diyarbekir, insan sarraflarının şehridir”

- Dünyanın bütün suları bir kaynaktan çıkar sonra bin ayrı damara dağılır da yine bir tek yerde buluşur. Hangi dilde ne, nasıl yazılırsa yazılsın, edebiyat da böyledir. Kültürümüz, ananelerimiz, değerlerimiz elbette yok olmasın. Bana vakit ayırdınız, sular gibi buluştuk. Teşekkür ederim.

Sözü yine bizim kadim şehre getirip kondurursak; Diyarbekir, insan sarraflarının şehridir. Hilebazı hem gözünden, hem sözünden tanır. Ol sebeple tezgâha kolay kolay gelmez. Amiyane tabiriyle “dezgeye gelme, ayıx ol” der. Ha başka bir şey de şu ki; bize ait olmayan yaban ellerin yabancısı sürgünü olacağımıza, varsın cehenneme çevrilmiş olsa da cehennem memleketimiz olsun. Kadim olana her bir şeyi göze alarak adeta ölümüne sahiplenip saygı duyarak şehrimiz-şehirlerimiz bugün başkalarının ucube karaltılarıyla talanlarına, yıkımlarına, sonra da kendilerine benzettikleri ve bize ait olmayan mekânlarına dönüştürüldü. Ve şehirlerimiz o talan, ikliminde kendi içinde bir iç sürgünlük yaşadı. Yüzlerce, binlerce yıldır o kadim mekânlarda yaşayanlar yurdundan yuvasından olup aynı şehrin içinde çok katlı Toki konutlarının sürgün sakinleri olarak eski evlerinin yerine kondurulan yapıların kendi dillerinden dökülen ve artık tek dilekleri olarak kalan muktedirin bedduacıları oldular. O ah o zulmü reva görenlere yeter de artar bile…

Hani “Asıl olan insan tekinin yaşadığı hayat” derler ya! Bunu da an’ı yaşamaya dayandırarak, diyerek! Tümüyle öyle değil hâlbuki. İnsanın bir başına yaşadığı değilmiş meğerse “hayat” dediğimiz! Hatırlanan ve o hatırlananı konuşmak-anlatmak ve dahi yazmak için nasıl hatırladığımızdır belki de hayat… Teşekkürler.                                 

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Zemberekler arasında zaman labirentleri: Kimlik, bellek ve hakikat arayışı

Orhan Pamuk’un romanlarında “gerçeklik” ve “hakikat”in bulanık sınırları rüyalara açılan zaman labirentlerinde rehber bir motif olarak, “gerçeklik” ile “hayal” arasındaki sınırları da bulanıklaştırır ve daha nice “Gizli Yüz”lerin ortaya çıkışına zemin hazırlar

Necip Tosun: Ülkemizde ideolojik, tek yanlı, ticari bir çeviri ortamı var

"Farklılık, çeşitlilik, çoğulculuk, birbirinden farklı anlayışlar kaçınılmazdır ve bir zenginliktir. Bu farklılığın zenginliği, tek düşünce hâkimiyetinin sıradanlığına indirgenemez. Bu nedenle 'ötekilik', 'başkalık' önemlidir"

Deniz Goran: Gezi hem coşkusuyla hem travmasıyla farklı hayatlara farklı şekilde dokundu

"Türk Diplomatın Kızı’nda önceliğim bir genç kadının en mahrem düşüncelerini, onun yaşadığı cinsel deneyimlerinde haz kadar, bunların yol açabileceği komik, tuhaf ve rahatsız edici anları sansürsüzce ve içten bir anlatımla aktarabilen bir kendini keşfetme hikâyesi yaratmaktı"

"
"