18 Mayıs 2025
Deniz Goran, yaşanabilecek en iyi hayatı yaşama tanıklık ederek geçirdi. Bu tanıklığı birbirinden farklı biçimlerde ele aldığı kitaplarını anlattı:
- Çok kültürlü bir geçmişe sahipsiniz; Norveç, Almanya, Avustralya gibi farklı ülkelerde yaşadınız. Bu açıdan toplumla çatışma veya uyum arayışlarınızın, yazılarınızda “ait olma” ve “yabancılaşma” kavramlarını yeniden şekillendirdiği duygusuna kapıldınız mı?
Çocukluğumdan itibaren babamın diplomat kariyerinden dolayı çok farklı ülkelerde bulunduk. Birbirinden değişik kültürlerle tanışmanın, harmanlanmanın çok olumlu tarafları var muhakkak. Ancak yakın arkadaşlarınızı, benimsediğiniz mahallenizi terk etmek, yabancı yerlerde sil baştan tekrardan başlamak, yeni arkadaşlıklar edinmek, yeni diller öğrenmeye çabalamak, yeni bir okul ortamında kabul görebilmek, değişik toplumsal normlara uyum sağlayabilmek, yeni semtlere alışmak, bir yere tekrar “burası benim evim” diyebilmek benim için her zaman kolay olmadı. Bir şehri, bir ülkeyi terk ettiğinizde iç dünyanızda da hem zamansal hem duygusal bir kırılma yaşanıyor. Yani ayrıldığınız yere bir gün dönseniz bile orada bıraktığınız yaşantıyı sonsuza dek yitirmiş oluyorsunuz çünkü oradan ayrı kaldığınız zaman diliminde hem o şehrin dinamikleri değişime uğruyor hem de siz değişiyorsunuz. Tabii, hayatın kendisi de bir dönüşümden ibaret; insanlar, her an, yaşantılarının farklı evrelerinden geçiyor ve kendilerini daimi bir değişim içinde buluyor. Ancak kanıksadığınız, çocukluğunuzun veya gençliğinizin önemli bir evresini geçirdiğiniz yerleri terk etmek zorunda kaldığınızda oraya, hayatınızın o dilimine dair yaşadığınız kaybı sanırım çok daha sert hissediyorsunuz.
Kendimi bildim bileli, neredeyse her girdiğim ortamda oraya ait değilmişim gibi hissetmişimdir. Bu duyguyu otuz yılı aşkın süredir yaşadığım Londra’da hâlâ bir nebze, Türkiye dâhil olmak üzere nereye gidersem gideyim yanımda bir bavul gibi taşırım. Ait olamama, yabancılaşma olguları yazdığım satırlara sızarak hikâyelerime yön veriyor ancak yazdıklarım bu kavramları ne oranda yeniden şekillendiriyor, buna ancak kitaplarımı okuyanlar kanaat getirebilir. Fakat şunu söyleyebilirim; topluluk içerisindeyken duyduğum bu kopukluk, ait olmama hissi, bana girdiğim ortamları dışarıdan daha objektif bir bakış açısıyla gözlemleme imkânını da veriyor ki bunun, bir yazar için değerli bir araç olduğunu düşünüyorum.
- İlk romanınız Türk Diplomatın Kızı, cinsellik ve güç gibi cesur temaları ele alırken tartışmalara yol açtı. Bu temaları işlerken kendi iç sansürünüzle nasıl bir mücadele verdiniz, varsa bu süreçte neler öğrendiniz?
Türk Diplomatın Kızı’nda önceliğim bir genç kadının en mahrem düşüncelerini, onun yaşadığı cinsel deneyimlerinde haz kadar, bunların yol açabileceği komik, tuhaf ve rahatsız edici anları sansürsüzce ve içten bir anlatımla aktarabilen bir kendini keşfetme hikâyesi yaratmaktı. Tam olarak bu kadar net bir fikirle yola çıkmadım ama yazdıklarım beni o noktaya götürdü. Dik başlı, sözünü sakınmayan, yazarın kendisiyle kurmaca bir karakter arasındaki çizgiyi muğlâkta bırakan bu karakterin üzerinden bu temaları ele almak özellikle bir kadın olarak ama aynı zamanda ilk defa yazarlığa soyunmuş ve hayal gücünün sınırlarını irdeleyen biri olarak, bana daha önce hiç deneyimlemediğim bir özgürlük sahası açıverdi. Bu kitap aynı zamanda, Türkiye’de genç kızlığımdan beri maruz kaldığım cinsiyetçiliğe bir tepkiydi. “Kızlar, kadınlar öyle yapamaz, o şekilde davranamaz, onlar gülmemeli, güldürmemeli, erkekler kadar istemezler zaten, arzu da duymazlar, çapkın da olmazlar” gibi toplumumuzda çok fazlasıyla egemen olan o eril bakışla sürekli sınırlandırılmanın, ötekileştirilmenin ve bununla birlikte, her genç kız gibi, cinsel bir obje, bir edilgen olarak konumlandırılmanın haksızlığına karşı bir isyandı benim için.
- Romanlarınızda karakterlerin iç dünyaları, genellikle toplumsal normlarla çatışan bireysel arzular etrafında şekilleniyor. Bu çatışmaları kurgularken, yazma sürecinizde kendi etik veya ahlaki sınırlarınızı nasıl test ediyorsunuz?
İkinci romanım Sen Benle, İstanbul Benimle’nin ana erkek karakteri olan Lucian, deli dolu, vurdumduymaz bir kılıfın arkasında saklanan, yaşadığı hüsranların acısını içki ve uyuşturucuyla kendisine unutturmaya çalışan, aslında oldukça duygusal ve trajik bir tip. Bir zamanlar ressam olmaya niyetlenmiş ama yeterince sebatkâr olamadığından onun yerine Londra’da galericiliğe soyunmuş ancak o işi de gereken ciddiyetle yerine getiremiyor. Orta yaşının sorumluluklarından kaçıyor; aklı fikri âlem yapmakta, genç kadınların peşinden koşmakta. Bu karakteri kurgularken onun bütün zaaflarına ve yanlışlarına rağmen özünde iyi biri olmasını hedefledim. Bunun yanı sıra, hikâyenin sonlarına doğru her şeyi hafife, alaya alan yaklaşımından biraz olsun silkinerek yüzleşmek istemediği gerçeklerle, hayatta yaptığı birtakım yanlış seçimlerle ilgili bir farkındalığa varması benim için önemliydi. Tabii, böyle karakterler kurgularken bir taraftan kendi doğrularınızı ve yanlışlarınızı da sınıyorsunuz.
- “Sen Benle, Istanbul Benimle”de tarihsel ve politik olaylar (örneğin, Gezi Parkı protestoları vs.) bireysel hikâyelerle de iç içe geçiyor. Bu olayları yazarken, edebiyatın toplumsal değişim üzerindeki etkisine dair nasıl bir sorumluluk hissediyorsunuz?
Gezi Parkı protestolarının, bu son aylarda gerçekleşen yoğun protestolar gibi, Türkiye’nin demokrasi yolculuğunda, tarih kitaplarında yer alacak türden, ülkemiz için son derece önemli dönüm noktaları olduğu kanısındayım. Yıllardır ülkemizde yaşananları yakından takip eden biri olarak, o dönem olanlar karşısında niye halktan esaslı bir tepki gelmiyor diye kara kara düşünürken, artık herhangi bir tepkinin geleceğine dair beklentimi tümüyle yitirmişken birden Gezi gerçekleşmişti; sanki bir anda Türkiye’nin üzerinde kocaman, rengârenk bir gökkuşağı açmıştı. Bu olaylar beni o kadar derinden etkiledi ki Gezi’nin, özellikle umut ve umutsuzluk ekseninde, duygusal izdüşümlerine de yer veren bir roman yazmayı kendime görev bildiğimi söyleyebilirim. Şimdiye kadar Gezi’yle ilgili kurmaca dışı pek çok kitap yazıldı ancak edebiyata yansıması çok sınırlı oldu. Kurmaca bir karakterin üzerinden Gezi Park protestolarının ruhunu, enerjisini ve coşkusunu, ayrıca Türkiye’nin git gide otoriterleşmesinin hayatlara ne tür bedeller ödettiğini aktararak tarihe not düşmek istedim.
- Gezi Parkı protestolarını konu alan Sen Benle, İstanbul Benimle romanınızda, kişisel ve kolektif travmayı nasıl dengelediniz? Ada karakterinin hikâyesindeki hangi unsurlar sizin kendi duygularınızı yansıtıyor?
Beni yazar olarak en çok cezbeden şey, yarattığım karakterlerin üzerinden, çeşitli insan olma hallerini ele alabilmek, iç dünyalarında onları farklı yerlere taşıyan hikâyeler kurgulamak.
Gezi hem coşkusuyla hem travmasıyla farklı hayatlara farklı şekilde dokundu. Nitekim kişisel olan politiktir. Romanımda bu protestoları işlerken önceliğim, bu olayların etkilerini Ada karakterinin merceğinden yansıtmak ve protestolara iştirak ederken iyisiyle kötüsüyle yaşadığı deneyimlerin onun duygu dünyasını nasıl değişime uğrattığını işlemek oldu.
Bir ara Şilili yazar Roberto Bolano’nun kitaplarının müdavimi olmuştum. Özellikle onun, farklı üsluplara sahip değişik anlatıcılardan oluşan Vahşi Hafiyeler romanından çok etkilenmiştim; bu yönüyle Sen Benle, İstanbul Benimle’ye ilham kaynağı oldu. Ada ve Lucian’ın ayrı bölümleri, birbirinden farklı üsluplarıyla iki ayrı insan olma hallerini tasvir ediyor. Bu karakterleri inşa ederken ben de yer yer bir metot aktörü gibi içimdeki değişik eğilimlerden yararlandım. Ada karakterini geliştirirken, içine kapanık, her ânın hissiyatını yoğun bir şekilde deneyimleyen yanımla birlikte, otuz yılı aşkındır Londra’da ikamet eden biri olarak, İstanbul’a duyduğum yoğun özlem ve içimde yaşadığım aidiyet ikilemleri onun anlatımının önemli bir parçası haline geldi.
- Sanat tarihi eğitimi almış biri olarak, yazılarınızda görsel sanatların etkisi nasıl ortaya çıkıyor? Yine “Sen Benle, İstanbul Benimle”yi yazarken belirli sanat eserlerinden veya akımlardan ilham aldınız mı?
Sanata olan tutkumu, hayattayken diplomatlığının yanı sıra, çok renkli bir sanat yaşantısına sahip olan ressam babam Yüksel Tamtekin’in bana aşıladığını söyleyebilirim. Çocukluğum onun sayesinde farklı ülkelerde sergi, müze gezerek ve sanatçılarla tanışarak, onları stüdyolarında ziyaret ederek geçti. Londra’da sanat tarihi eğitimimden sonra yaklaşık dört yıl kadar bir ticari sanat galerisinde çalışmak, sanat dünyasına dair daha yönlü bir perspektif edinmemi sağladı. Sen Benle, İstanbul Benimle geriye dönüşlerle Gezi’ye ve Ada karakterinin İstanbul’daki yaşantısına ait fragmanlar içerse de ekseriyetle Londra’nın sanat camiasında geçen bir hikâye. Onu tamamlamak yaklaşık yedi yılımı aldı. Yazma sürecinin bu kadar uzamasının zaman zaman beni bunalttığı da oldu ve biraz da bundan dolayı 2018 yılında sanatçılarla söyleşiler yapmaya, ‘Selin Tamtekin’ adı altında T24 haber sitesi için sanat yazıları kaleme almaya başladım, hem bunu yapmak bana çok iyi geldi. Roman yazarlığı insanı çok kendi dünyasına kapatıyor, arada ondan uzaklaşıp farklı şeylere odaklanmak sağlıklı oluyor. Yıllar içerisinde Tracey Emin, Albert Oehlen, Kader Attia, Yinka Shonibare gibi çağdaş sanata önemli katkıları olan sanatçılarla ve ülkemizden de çok değerli sanatçılarla sanat pratikleri üzerine kapsamlı söyleşiler yaptım. Eminim ki bu sohbetler direkt olarak olmasa da dolaylı olarak kitabın satırlarına yansımıştır. Tasvir ettiğim sanat eserlerinin hepsi, bir tanesi dışında, hayal ürünü; feminist sanatından, fotoğrafçılık sanatından etkilenerek kurguladığım çalışmalar. Lucian gibi bir zamanlar ressam olan Ada, hikâyenin bir bölümünde gerçekte var olmayan nesnelerin resimlerini yaptığından söz eder, bu çalışmalarından “imgesel natürmortlar” diye bahseder. Bu yaklaşımın esin kaynağı İngiliz ressam Ivan Seal’ın natürmortları oldu. Hatta hikâyenin sonuna doğru uzun bir aradan sonra Ada’nın yaptığı ilk resmi tasvir ederken aklımda Seal’in Vahallet Hip adlı çalışması vardı.
- Londra’da yaşarken İstanbul’a duyduğunuz hasret yine aynı kitapta, sıkça işlediğiniz bir tema. Bu hasreti yazıya dökerken nostalji ile gerçeklik arasında nasıl bir denge kurdunuz?
Ada siyasi sebeplerden dolayı Türkiye’ye dönemeyen biri. Bu konumda olan birinin ülkesine, doğup büyüdüğü, evi olarak benimsediği İstanbul’a dayanılmaz bir hasret duyması kaçınılmaz. Nostalji dediğimiz zaten yaşanan fakat yitirilen bir şeye karşı duyulan yoğun özlemdir. Artık dönemediğimiz coğrafyaları, yitirdiğimiz sevdiklerimizi zihnimizde yeniden özlemle canlandırırken onları çoğunlukla güzel yanlarıyla anımsıyoruz ama aynı zamanda hem olumlu hem de kusurlu taraflarıyla özlüyoruz.
- Eserlerinizde mekânlar (Londra, İstanbul, Roma gibi) neredeyse birer karakter kadar canlı. Mekânları bu kadar güçlü bir şekilde tasvir etme sürecinizde hangi duygusal veya teknik yöntemlere başvuruyorsunuz?
Çocukluğumda ve gençliğimde yaşadığım şehirlerden, ülkelerden ayrılmak zorunda kalmamın bende bıraktığı izleri yazdıklarıma geri döndükçe daha da iyi anlıyorum. 11 yaşımda beş yıla yakın yaşadığımız Sidney’den ayrılarak Ankara’ya çat pat bir Türkçeyle vardığımda tam bir kültür şoku yaşamıştım. Geceleri rüyalarımda Sidney’e ışınlanmanın hayallerini kurar, bu gerçekleşsin diye dua ederdim. Hatta bir iki defa yatağımın önüne ayakkabılarımı yerleştirdiğimi hatırlıyorum. Bütün bunlara rağmen zamanla Ankara’yı çok sevdim, okulda güzel arkadaşlıklar edindim ve okuluma da çok bağladım. Üçüncü senenin sonunda Ankara’yla vedalaşma zamanı geldiğinde, oradaki en son günümde, yaşadığımız Cemal Nadir Sokak’ın pembe kaldırım taşlarının, sokağın girişinden başlayarakher bir taraflarına tek tek basarak, yolda ağır ağır eve doğru ilerlediğimi anımsıyorum. Bu hareketi yaparken şunun bilincindeydim: Bir gün Ankara’ya tekrar dönsem bile, o vakit ben hayatımın başka bir noktasında olacağımdan, hem de Ankara ve hatta bir zamanlar “bizim sokağımız” diye kanıksadığım yer apayrı bir enerjiye sahip olacağından, 1985-88 yıllarında bu şehre ait edindiğim hissiyatı bir daha asla tadamayacaktım. Cemal Nadir Sokak’ın pembe kaldırım taşları, bugün hâlâ orada olsa bile bana farklı gelecekti. Bunları anlatmamın sebebi şu; yaşadığımız mekânların zihnimizde bıraktığı yoğun duygular, o yerlerin kendine ait, zamanla değişen ama aklımızda yaşamaya devam eden atmosferleri çocukluğumdan beri kafa yorduğum meseleler olmuştur. Terk etmek zorunda kaldığım şehirlerin ardından yeri geldiğinde uzun yaslar tutmuşumdur; onlar benim için gece-gündüz damarlarından hayat akan, kendine has huyu, tarzı olan varlıklardır.
- Aynı evin başka diller konuşan çocuklarıyız; siz de T24 Haftalık’taki sanat yazılarınızda çağdaş sanat dünyasını ele alıyorsunuz. Sizce sanat dünyasının mevcut ikiyüzlülükleri ve güç dinamikleri, yazdığınız son romanınızdaki temalarla örtüşüyor mu?
Daha önce de söz ettiğim gibi sanat tarihi eğitimimin hemen ardından Londra’da tanınmış bir ticari sanat galerisinde bir süre görev aldım. Orası bana sanat dünyasının kâr, statü odaklı, çok daha samimiyetsiz yüzünü gösterdi; bu, o zamana kadar daha aşina olduğum, sanatçıların bohem stüdyolarından ve mütevazı galeri ortamlarından çok uzaktı. Sen Benle, İstanbul Benimle’nin Londra’da enternasyonal bir çağdaş sanat fuarında geçen ilk bölümleri sanat piyasasını bu yönüyle ele alıyor. Ancak benim esas ilgi alanım, sanat piyasası değil; her zaman sanatın kendisi ve onu üreten sanatçılar olmuştur. Zaten şunu da unutmamak gerek; sanat dünyası bünyesinde toplumsal bazda, başta sanatçılar olmak üzere, küratörler, müze yöneticileri, sanat eleştirmenleri gibi pek çok farklı, kültürel zenginlik sağlayan, verimli insanlar topluluğunu barındırıyor. Nitekim hikâyenin ileriki bölümlerinde geçmişte ressam olan Ada ve Lucian üzerinden sanatçı olmanın zorlukları (yaptığına inanmak ve sebatkâr olmak gibi), sanat üretimindeki farklı evreler ve yaklaşımlar işleniyor.
- Her hükümet, her iktidar kendi sürgünlerini muhakkak ki yaratacak. İnsan kaçmıyorsa bile yaşayamadığı yere dönmek, dönüp orada esir gibi ölmek istemiyor. Kimse istemez. Sürgün yaşayan yazarlar konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu duyguyu taşıyor musunuz?
İşleyen demokrasilerde yazarlar, gazeteciler ülkelerinden kaçmak zorunda kalmaz ya da hapsedilmek korkusuyla ülkelerine dönmekten korkmaz. Sürgün yazarları ülkemizin büyük ayıbı olarak görüyorum. Gelmiş geçmiş en büyük şairlerimizden biri olan Nâzım Hikmet defalarca hapsedilmiş, vatandaşlıktan çıkarılmış, son yıllarını sürgünde ülke hasreti yaşayarak geçirmek zorunda kalmış. Bugün ise bir yığın değerli yazarımız, gazetecimiz benzer durumda. En önemli yazarlarımızdan Aslı Erdoğan kendi ülkesinde el üstünde tutulacağına, Berlin’de sürgünde... Sürgünlük mefhumunu kitabımdaki Ada karakteri üzerinden irdelemiş olsam da kendi yaşantımda böyle bir deneyimim yok ve hiçbir zaman olmamasını dilerim.
- Aslı Erdoğan’la geçirdiğim günlerden biliyorum çarkların nasıl ve kimler için döndüğünü. Sıhhatli bir tek nefes olsun ölecekse yurdunda ölsün, ama burada kendi öz vatanında insana ölmek bile bir lüks artık. Bir gün gelecek insan insan yan yana yaşamayı da öğrenecek herkes. O güne kadar ödenecek bütün bedeller ödenip bittiğinde, belki. Ölmezsek, görürsek o günleri beraber seviniriz umarım. Konuştuğumuza sevindim. Teşekkürler.
Evet, umarım daha ferah günleri görmeye ömrümüz yetecektir. Ben de aynı şekilde çok sevindim, çok teşekkür ederim.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |
Orhan Pamuk’un romanlarında “gerçeklik” ve “hakikat”in bulanık sınırları rüyalara açılan zaman labirentlerinde rehber bir motif olarak, “gerçeklik” ile “hayal” arasındaki sınırları da bulanıklaştırır ve daha nice “Gizli Yüz”lerin ortaya çıkışına zemin hazırlar
"Farklılık, çeşitlilik, çoğulculuk, birbirinden farklı anlayışlar kaçınılmazdır ve bir zenginliktir. Bu farklılığın zenginliği, tek düşünce hâkimiyetinin sıradanlığına indirgenemez. Bu nedenle 'ötekilik', 'başkalık' önemlidir"
"Gözetleme toplumunda insanlar onlara tepeden bakan gözden kurtulmak ister. O gözü başka tarafa çevirip kendi üzerlerinden uzaklaştırabilmek için de manipülasyona başvurur. Şiddet müthiş bir korumacılıkla nesilden nesle aktarılır. Şiddet mağduru da masum kalamaz"
© Tüm hakları saklıdır.