17 Mayıs 2025
Handan Acar Yıldız
Handan Acar Yıldız’ın yeni kitabı “İpek ve Pusula”ya dair ilk sözleri… Kitapları bağlamında perdenin arkasından, mahalleler arasından ve modern dünyanın baş döndüren hızını konuştuk:
- Dünya zalim bir elekten geçiyor, görüyorsunuz. Her mahalle diğerine düşman yetiştiriyor, yetmezmiş gibi kendi içinde de aforoz ettikleri insanlar var ve bu çoğu zaman nezaketle yapılıyor. Oysa edebiyat evrenseldir. Siz benim bir parçamsınız, ben de sizin. Edep dairesinden çıkmayan herkes de bizimdir. Siyaseten iktidarlarını daim kılmak isteyenlerin ayrıştırıcı politikaları bizi birbirimizden uzağa fırlatıp atmakta... Parçalanıyoruz. Neye karar vermeliyiz tek başımıza ya da hep beraber, dost mu kalmalıyız yoksa düşman olalım isteyenlerin zafer ateşlerinde mi yanacağız? Türkiye’deki bu durumu yazan biri olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dilimiz, düşünme şeklimizi belirler. Hatta bazı düşünürlere göre bize düşünme şeklini dayatır. Dilin iki ana unsuru olan anlamak ve anlatmak, tıpkı adaletin sembolü olan Themis/ Justitia heykelinin elinde tuttuğu terazinin iki kefesi gibi. Justitia’nın gözlerinin bağlı olması tarafsızlığı, elindeki kılıç ise adaletin keskinliğini temsil eder. Aslında bu sembol tamamen dil üzerinde de geçerliliğini korur. Anlatmak terazinin bir kefesiyken anlamak diğer kefesidir. Gelinen noktada dil/adalet terazisinin kefesi anlatmaktan yana ağırlaşmış anlamanın tarafı boş kalmıştır. Dünyaya dair bir anlama dili kurma o kadar önemli ki bu dili kuramayanın adil olması mümkün değil. Anlamak ve anlatmak arasındaki dengenin bu kadar sarsıldığı, geldiğimiz noktada tarafsız olmaya karşılık gelen gözleri bağlılık ölesiye bir tarafta yer almaya evrilmiştir. Adaletin keskinliğini sembolize eden kılıç kendisi gibi düşünmeyeni kesmeye yeltenmektedir artık. İnsan kendine bir taraf belirleyebilir, ama son zamanlarda taraf olmak bir şeyi ölesiye savunmak anlamına gelmeye başlamış, Justitia’nın gözlerine adeta mil çekilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, emperyalizmin sömürdüğü ya da sömürmeye yeltendiği bütün Doğu toplumları kendi içinde ikiye ayrıldı. Tarihsel açıdan eski olan her şeyi kötü olarak görenler ile yeni olan her şeyi kötü olarak görenler. Maalesef yenilmişlik, kaybetmişlik duygusunun neden olduğu travma toplumları analitik düşünmekten, ölesiye taraf tutmak yerine “Bazen sen, bazen de sen haklısın” demekten, senteze ulaşmaktan alıkoymaktadır. Her şeyin aşırısı zıddına tekabül eder. İnsanlar saplanıp kaldıkları o tarafgirliğin kendilerini eleştirdikleri “düşman” tarafa ne kadar benzetip dönüştürdüğünün farkına bile varmazlar çoğunlukla. Kanaatimce, ilk önce içselleştirilmesi gereken şu: insana değer vermeyen ve onu zelil eden hiçbir yapının tek başına kutsal olmayacağı. Her ne olursa olsun. İkincisi, hiçbir kutsalın kimsenin tekelinde olmadığı… Herkes birtakım kutsalları kendi tekelinde zannettiği sürece yol almak çok zor. Ama tarafgir olmadan, ölesiye bir tarafı savunmadan sadece doğrunun, haklının yanında yer alacak vicdanların en azından yeni gelen nesillerde geliştiğine inanmak istiyorum. Kendi tarafının yobazı olmayan, esnek nesillere, bilinçlere inanmak istiyorum. Tüm kalbimle...
Yazarı/düşünürü farklı kılan ise, “dil hapishanesi”nin parmaklıklarından çıkmak. Bunu sağlamak için kendine bir dil kurmak zorunda. Yazarın/edebiyatçının kuracağı dil anlatmakla sınırlı kalırsa o hapishaneden çıkamaz, kanaatimce. Ancak okur, hatta yazarın kendisi dahi anlatmaya yönelik dil kurmaya o kadar odaklanıyor ki anlamaya yönelik dil kurmak konusunda en ufak bir teşebbüsü olmuyor. Dünya yangın yerine dönse dahi vicdanı rahatsız olmuyor. Çünkü vicdan ancak, anlamaya yönelik bir dil kurulabildiği zaman sağır ve dilsiz olmaktan uzaklaşabilir. Anlamaya yönelik o dildir ki kişiyi kendi tarafının yobazı olmaktan korur. O zaman adaletin kefesi de dengesizleşmez.
- Son romanınız “İpek ve Pusula”da kadim dönemde bir seyyahın iç ve dış yolculuğunu anlatıyor, çağlar arası mukayese yapıyorsunuz. Yazan kişi bir nevi seyyahtır. Dünyayı adım adım fiziken dolaşamıyorsa da onun sayısız bakış açıları geliştirebileceği kadar dolaşacak âlemleri vardır. Bir mahalleye yerleşip yalnız oranın türküsünü şakıyan bence bizden değildir. Roland Barthes “Yazarın Ölümü”nde yazarın ömrünü yazının var olduğu süreyle eşdeğer tutar. Peki, sizce yazarın ömrünün bağlı olduğu şey yazarın mahallesi mi yoksa hangi kesimden olduğu fark etmeksizin okuru mu?
Ömür bir yolculuktur. Ama insanlığın yolculuğuna kıyasla çok kısa bir yolculuk. Kısa yolculuğunu, idrak yolarını açarak uzatabilir insanoğlu. Yazarların seyyahlara benzeyen yanı, kendi ömür ve insanlığın tarih yolculuğunda dikkatlerinin geride bıraktıkları yoldan çok ileride kat edecekleri yola odaklanmasıdır. İnsanlık üzerine düşüncelerinin merkezinde de bu var. Yazar konaklar ama devam etmesini de bilir. Tıpkı seyyah gibi… Edebiyatta ve sanatta ortaya konulan emeğin üründen öteye geçip eser olarak kabul görebilmesi için zamanının ötesine, ileriye odaklı olması elzem. Her klasiğin bulunduğu zamanın avangardı olduğu gerçeği, genel ve haklı bir kabul. Bulunduğu mahalle, yer, ideoloji, coğrafya veya her ne ise kendine dar bir alan belirleyip konfor alanından çıkmayan kişinin kendi tükettiği ömrünün ötesine geçmesi mümkün mü? Böyle bir kişi, konaklamak için durduğu kervansarayı çok rahat bulduğu için oradan kıpırdamayan yolcuya benzer. Maksadını gerçekleştiremez. Bir yazar zihinsel ve ruhsal açıdan seyyah olma şartını gerçekleştirse dahi yazdıklarının geleceğe kalabilmesiyle ilgili önüne başka zorluklar çıkmakta. Sürekli makineyle haşır neşir olan insanın da mekanikleşmemesi imkansız. Bu mekanik ortamda yazının ne kadar var olabileceğinden emin değilim. Dijital çağda insan bu kadar hızlı değişiyorken, yazı ne kadar direnebilir? Yazarın geleceğe kalması ile yazının geleceğe kalması da birbirine karıştırılıyor. Yazar kendindeki görünür olma tutkusunu nasıl kırabilir? Görünme ve bilinme endişesini aşarak yalnızca yazmak için nasıl yazar? Kimseye sitem etmeden… Hepsi aşılsa, ülkedeki yayın sektörünü etkisi altına almış mahalleciliği, şuculuğu buculuğu aşıp okura nasıl ulaşacak? Okurun sahiplendiği yazar hayatta kalır. Şüphesiz. Ancak bazı yazarların okura ulaşmasının önünde o kadar çok engel var ki...
Yazarın ömrünün bağlı olduğu şey, okurdur. Çok net. Ancak şöyle bir handikap var; yazar kendini dünyaya ait biri, mahallesini de insanlık olarak görse dahi okur kitlesi kendince belirlediği bazı kıstaslardan yola çıkarak zihninde yazara navigasyon belirleyebiliyor. Peşin fikirli okurun belirlediği navigasyon da bazen mahalle bile değil, sokak kadar daralabiliyor.
- Biz bir Mevlana bir Yunus değiliz tabii, onlar gibi olmak kolay mı ki? Fakat bu bir izlektir, yolumuzu onlarla yürürüz bir bakıma. Daha nicesi bu isimlerin bir notadır bize. Akort tutmaz sazı eline alan nota bilse ne olur, bilmese ne… Bütün ihtimalleri etkileyen bir başka ihtimal de vardır ama mutlaka. Adaletin, vicdanlı olmanın, hakkaniyetli olmanın örüntülerini bir araya getirmeye çabalarız bunun için. Bunlar sizin metinlerinizde de şüphesiz ki var. Ama sizin bunlara kendinizden katmak istediğiniz başka ne var?
Mevlana’yı Mevlana yapan Yunus’u Yunus’u yapan kimseye “eyvallah” etmemeleriydi. Günümüzde insanların vicdanları, merhametleri; sahip oldukları ideolojiler ya da maaşları kadar. Bu bireysel tutumlara ek, küresel sermaye iletişim kaynaklarına da sahip olduğundan aç kalma korkusu, bütün insanlığı dilsiz şeytana çevirdi. Mevlana’yı Mevlana yapan Yunus’u Yunus’u yapan, “Bir kuru canım var” diyebilmeleriydi. “İsteyene ver onları” diyebilecek kadar müdanasız olmalarıydı. Şanla şöhretle işlerinin olmamasıydı, adlarının ölümsüz olmasına dair bir hırs taşımamalarıydı. Asırlar sonra yâd ediyoruz, duruşlarıyla onları. Ebusuud Efendileri de hatırlıyoruz hâlâ ama Yunusları andığımız gibi değil. Mesele adların kalıcı olması da değil aslında. Nasıl kaldığı... Asırlarca anılmak değil mevzu. Nasıl anıldığın asıl olan. Nasıl durduğun. Güçlünün karşısında eğilip eğilmediğin... Sürekli güçlüden yana olup olmadığın. Dünyadaki kötülükleri ortadan kaldırmaya kimsenin gücü yetmez ama görmeye herkesin gücü yeter. En azından şimdilik... Şimdilik diyorum çünkü dünya hızla Azınlık Raporu filminin setine dönüşmekte. Ancak, ters yönde… Gelinen noktada, bir itirazı parmağınızın ucuyla dile getirmenin dahi bedelini ödetiyorlar size. Uluslararası alanda da durum böyle... Sosyal medyada beğenileri gizleyerek sözde mahremiyet sağlayan yazılımcı, yapay zekâyla tarama yapıp, uluslararası fişleme yapıyor. Zekâsını harcadığı yere bakın. Akılla zekâ arasındaki değer farkını vicdan terazisi belirleyebiliyor ancak. Çünkü zekâ hızla kötülüğe hizmet ediyor. Bu ne demek? En büyük acılara bile parmağınızın ucuyla dahi, bir tık kadar tepki gösterememeniz için birileri çaba sarf ediyor demek. Öyle bir noktaya geleceğiz ki kalbimize çip takıp, bize izin verilmeden üzüldüğümüz için bileğimize kelepçe takacaklar. Belki de filmlerde gördüğümüz sahnelerdeki gibi, gecenin bir vakti kapılarımız kırılıp izinsiz merhamet ettiğimiz, izinsiz üzüldüğümüz için karga tulumba götürüleceğiz. Sadece parmağımızın ucuyla, bir tıkla bile bir şeylere itiraz etmemize izin vermeyen dünya, içimizdeki vicdanın bizde kalmasına daha ne kadar müsaade edecek. Dünya böyle bir yerken artık edebiyat da kıymetini yitirmiş durumda. Hangi kötülüğe engel olabiliyor ki... Yazmamak elimden gelmiyor, yazmamayı başaramadığım için yazmaya devam ediyorum. Ne edebiyata ne de kendime büyük bir misyon yüklediğimden değil... Başka türlüsü elimden gelmediğinden...
- Bu, yukarıda ettiğim sözleri kitaplarınızla pekiştirmek gerekirse “Ağır Boşluk”daki yalnızlık zemini Byung-Chul Han’ın “şeffaf toplum” eleştirisini de akıllara getirir ve hatta Zymunt Bauman’ın “akışkan modernite” diye ifade ettiği gidişatın bir sonucu da sayılabilir. Sayılabilir mi? Söylenenin ne anlama geldiğinden çok söyleyenin nerede durduğuna bakmaktan toplum olarak ne söylendiğini anlamıyoruz belki de. Bu kitabınız için, edebiyatçısı olduğunuz toplumun geleneksel dayanışma ağlarının çözülüyor oluşuyla iletişimsizliğe dair görülerinizin bir toplamı olduğunu da söyleyebilir miyiz?
-Freud “Musa’nın ayırdığını İsa yeniden birleştirdi” der. Tanrı ve insanı kast eder. Pagan toplumlarda görülen insan ve tanrıyı aynı bedende birleştirme yaklaşımının ve dahi insana tanrısal nitelikler yüklemenin şahını, dijital toplum yaptı. Pagan kültürdeki, insani nitelikler taşıyan tanrıyı kendi kimliğine taşıdı. Bireysel paganizm oluştu ya da pagansal bir bireysellik. Her birimiz “insan-tanrı” olduk. Byung-Chul Han’ın “şeffaf toplum” kavramının hemen yanına “pagan-birey” kavramını eklemek istiyorum. Herkesin tanrı olduğu pagan-birey toplumda yine herkes bir tek kendine “iman eder”. Müthiş bir kabul görme ve görünme savaşı başlar. Instagram Afrodit, Helen, Zeus kaynıyor. Filtreli profil resimleri Fidias’ın elinden çıkmış tanrı ve tanrıça heykelleri gibi. Tanrı ve insan artık tek tek bireylerde birleşti. Chuck Palahniuk’un Gösteri Peygamberi’nde ifade ettiği gibi İsa artık parfüm kullanan bir metroseksüel. Ya da sokaklar marka giymiş İsalarla dolu. Tek tek herkes panteondan çıkmışçasına kendine odaklı. İnsan bireyliğiyle birlikte en başa döndü. Panteondan rastgele seçtiği bir tanrıyla kimliğini özdeşleştirdi. Dindarı, ateisti, muhafazakârı, seküleri hiç fark etmiyor. Böylesi bir kendine odaklı, görünme çılgınlığının insanı esir etmesi kadar yalnızlaştırması da kaçınılmaz. İster şeffaf toplum, ister akışkan modernite deyin, böylesi bir yalnızlıkta, başkasına sağır ve dilsiz olmak kaçınılmaz. Ağır Boşluk’taki yalnızlık, yukarıda açıkladığımın da ötesinde, dünya denilen yerde derin bir gurbet duygusu hisseden insanlarınkini betimlemeye yönelik. Kendisine ulaşan bilginin doğruluğuna bilginin nereden ve kimden geldiğine bakarak karar veriyor insanlar. Filanca tarafta durmak, söylenene inanmayı gerektiriyorsa inanıyor, inanmamayı gerektiriyorsa inanmıyor. Öte yandan, dinleyen ve okur çoğunlukla söyleyenin nerede durduğundan da bihaber. Kendi zihninde yazarı bir yere konumlandırıyor, kitabının çıktığı yayınevine bakıyor, buradan çıktıysa kesin böyle düşünüyordur, diyerek metni eline dahi almıyor. Geleneksel dayanışma ağı zaten kurulamamış, ilk soruda ifade ettiğim iletişim körlüğü var. Ağır Boşluk; kimliksiz, fikirsiz ve renksiz olmaktan kaynaklanmayan, bilakis bu üç niteliğe sonuna kadar sahip çıkanların yalnızlığını anlatmaya çalışıyordu.
- Dilin politikası ve yazınsal üslup bakımından kitaplarınızda bilinç akışı ve iç monologlar, felsefi göndermeler yazım tekniğinizin kemikli bir yapısı olduğunu gösteriyor. Hakeza üsluplarımızı lezzetli yapan da bu... Böylece dilin sadece poetik değil, politik ve ideolojik yapısı da ortaya çıkıyor. “Açık Unutulmuş Mikrofon”un anlatı yapısında duygusal patlamayı zirveye çıkaran da bu. Dijital çağın yarattığı “yalnız ama dirençli” akışıyla ilgili paragrafta yarattığı kırılmada durumdan çok sözlü kültürle yazının teması Foucault’nun “biyopolitika” kavramıyla ilişkilendirilebilir mi?
Yukarıda dijital çağın insanının kendi kendini içine soktuğu yalnızlığın olumsuz tarafından ve bir anlam dili oluşturarak kimlik inşa etmeye çalışıp, o kimliği başkasının iradesinde eritmeme gayretindeki kişilerin yalnızlığının onurlu yönünden aynı anda bahsettik.“Yalnız ama dirençli” kesimi oluşturan bunlar. Artık bütün ideolojilerden arınma da bir ideoloji şekline dönüştü yazarda ve yazıda. Sözlü kültürün etkili olduğu devirlerde kişinin iradesini kontrol altında tutmak ile bedenini (biyolojisini) kontrol altında tutmak birbirinden ayrılmıyordu. Savaş meydanında size yenilmiş birinin bedenini boyunduruk altına alarak iradesini de mühürlüyordunuz. Ancak modern çağdan itibaren savaşlar, meydanların dışına taşarak herkesin evine ve masasına kadar ulaştı. Bu savaş, bedenleri elde etmeden iradeleri elde edebilmenin savaşı. Dünya artık kimsenin bir başkasının kimsesi olamayacağı kadar kalabalık, curcunalı, gürültülü bir yer. Ancak bu curcunada herkes yalnız… Çünkü artık hırs sahiplerinin hedefinde sadece mal, mülk, beden değil irade var. Yeryüzündeki bütün iktidarlar, iradeleri ele geçirmek için çalışıyor. Bedeninize tasma geçirmeden sizi köleleştirmeye çalışıyor. Bunu da sadece kendi gücünü artırmak için yapıyor. İnsanı bir saniye yalnız bırakmadan onu yalnızlaştırmayı başarıyor. Tahakküm kurma ve iradeyi ele geçirme yalnızca beden üzerinden mi olur sorusunu soran “Dilsizin Elleri” ve “Esaret Tutkusu” öyküsü “Beni azad edecek diye ödüm kopuyor” cümlesiyle biterken, tam da Foucault’nun “biyopolitika” kavramına göz kırpıyor.
- “İnatçı Leke”, Bourdieu’nün “simgesel şiddet kuramı” bağlamında “sınıfsal tahakküm”ü üzerinden “habitus” ve “alan” kavramlarıyla da okunabilir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki sınıf çatışmalarına, kültürel sermayenin nesilden nesile aktarımına edebi açıdan da baktığınızı söyleyebilir miyiz ya da tam tersi? Yanı sıra bu çatışmaları yazınınıza konu etmiş olmanızı da “deneyimlemiş” diye yorumlayabilir miyiz?
Türkiye gibi gözetleme toplumlarında simgesel şiddetin sınıflar arasından çok habitus ve alan içinde baskın olduğunu düşünüyorum. Aynı habitus ve alan içindeki kişiler birbirine karşı, başka habitus ya da sınıftakilerden çok daha acımasız. En sık ve en çok manipulasyonla uygulanıyor bu şiddet. Gözetleme toplumunda insanlar onlara tepeden bakan gözden kurtulmak ister. O gözü başka tarafa çevirip kendi üzerlerinden uzaklaştırabilmek için de manipülasyona başvurur. Şiddet müthiş bir korumacılıkla nesilden nesile aktarılır. Şiddet mağduru da masum kalamaz. Günün birinde başkasından rövanş alır. Mağdur kendi hakkını, temel insani değerleri baz alarak savunduğunda karşılık göremeyeceği için o da başka sözlü şiddet türlerine sığınır. İnatçı Leke, bu simgesel şiddetin manipülatif tarafına değinirken, şiddet alanlarına dikkat çekerek ahlak ile ahlakçılık arasındaki farkın altını çizmeye çalıştı. Öte yandan, burjuvanın dengeleri sarsan ve düzeni değiştiren bir dinamik olmaktan çok mevcut düzeni korumak ve statükoculuk açısından aristokrasiyi mumla arattığını düşünüyorum. İki ayağı var burjuvanın, biri aristokrasi kaynaklı diğeri gri burjuva diyebileceğimiz “aşağı”dan yukarı yükselmiş, eski günlere dönmekten ödü kopan kesim. İçine beyaz katarak gri olmaktan kurtulacağı zannında... Lakin gri, beyaz katıldığında sadece açık gri olur. Beyaz olmaz. Sosyalist eğilimlerin burjuva içinden çıkması Türkiye’nin ilginçliklerinden bir diğeri. Köylü ve çiftçi yerine “taşra” diye bir sınıf var. Bu sınıf gri burjuvanın hak ve imkânlarının sonuna kadar korunmasını din-iman meselesi görmekte; sınıflar arası bir çatışmaya girmekten çok, tepenin ardındaki dış güçlerle kavgalı. Habitustaki simgesel şiddeti evladı gibi sahiplenmekte. Gelir dağılımındaki eşitlik ve adaletten çok daha küçük konularla ilgili. Nevi şahsına münhasır bu sınıfların kendini gösterdiği, bu kadar renkli bir ülkede yaşayıp İnatçı Leke gibi bir kitap yazmamak ayıp olurdu.
- “Kaybolmuş Kederler Müzesi”, distopik öğeler ve bir dünya temsili olarak Türkiye gerçekliğini taşra, inanç, günah gibi kavramların mitolojik ve felsefi referanslarını da içeriyor. Bu akıllara Margarette Atwood’un “teolojik distopya” kavramını da getirebilir. Yazarın inancıyla eseri arasında kurulabilecek ilişkileri burada da görmek mümkün mü? Bütün bunlar Türkiye’nin güncel siyasi ikliminin gündelik hayata yansımaları da bir bakıma… Öyleyse bu metin bir edebi eser olduğu kadar “sosyolojik bir eleştiri metnidir” de diyebilir miyiz?
Kaybolmuş Kaderler Müzesi, Margarette Atwood’un “teolojik distopya” kavramına karşılık gelebilir. Buna hiç itirazım olmaz. Rainer Maria Rilke şu can alıcı soruyu sorar: “İnsanın bir tanrısı olsun da kullanmasın mümkün mü?” Ben bu soruya şu yorumu eklemek isterim: İnsanın kişiliği, karakteri nasılsa inandığı ilahı da onun üzerinden şekillendirir. Kindar bir insanın merhametli bir Allah’a inanması imkânsız… Kendini yaratıcı karşısında sürekli suçlu ve günahkâr hisseden biri, başkalarına karşı da suçlayıcı, yargılayıcıdır. Dünyasında cennet yoktur. Sevgisiz insan, kendi içinde cenneti kuramaz. Kendi içinde cennet kuramamış kişilerin öteki dünyada kurulmuş bir cennetin kapısının içinden dahi girebileceğine inanmıyorum. “Cennet düşmanı” cennete niye alınsın. Aslında insan kişiliğini, karakterini haklı çıkarmak için inandığını iddia ettiği Tanrı’yı kullanmış olur.
Kaybolmuş Kaderler Müzesi tam anlamıyla sosyolojik bir eleştiri metni, ifade ettiğiniz gibi. Çok katmanlı ve içeriden... Magmaya yakın ve bu nedenle yakıcı. Okurun gözünden asla kaçmayacak özellik, bir metnin içeriden yazılmasıdır. Gerçeklik; yazarın hayatı ve eseri arasında oluşan bağın meydana getirdiği en yıkılmaz kaledir ki onun kapısı inandırıcılık. En sağlam kapılar okura içeri’den açılır.
- Bellek çalışmaları ve metnin kurgusu açısından “Rölyefteki Aslan”da tarihin başladığı bir yer olarak mitolojik öğelerle kişisel bellek iç içe geçiyor. Pierre Nora’nın “hafıza mekânları” kavramı burada bir referans verilebilir mi? Yanı sıra bu metin, resmi tarih anlatılarıyla edebiyatın hesaplaşması olarak da nitelenebilir mi?
Rölyefteki Aslan aslında mecazî bir arkeoloji çalışmasıydı. Geçmişte gerçekten yaşamış, ama haklarında çok çok az bilgiye sahip olduğum kahramanların yaşadığı çağ ve mekânları hayalimde inşa etme çabasıydı. Kitap basıldıktan çok sonra bir gezgin youtuber’ın Irak’ta Akad dönemi dikkate alınarak yapılmış bir sarayı gezdiği videolara rastladım. O videoları izledikten sonra romanı yazsaydım Pierre Nora’nın “hafıza mekânları” kavramının romanın kurgusundaki geçerliliğinden çekinmeden söz edebilirdim. Mekânları zihnimde inşa edebilmek için Mezopotamya olarak adlandırılan bölgenin bir kısmını gezdim. Çok sessiz bir akşamüzeri, ortalıkta çıt çıkmazken güneşin batışını Dicle kenarında izledim. İmzasını kullanan ilk kadın şair Enheduanna’nın taşlara basarken ayaklarının çıkardığı sesi, toprağın ve yardangların rengini görmeye çalıştım.
Yani yazar, kendince bir hafıza mekânı oluşturdu. Mekânlar daha çok yazarın hayal gücüyle inşa edildi. En temel hafıza mekânı ise Dicle’ydi. Toplumların maddi manevi gelişim/dönüşüm süreçlerinin en tarafsız şekilde mit ve mitoloji üzerinden anlatıldığını, aradığım tarih bilgisinin burada saklı olduğunu Kahramanın Sonsuz Yolculuğu başta olmak üzere bütün eserleriyle Joseph Campbell, Mircia Eliade, Samuel Noah Kramer, Jean Bottero okumaları sayesinde fark etmiştim. Bu izi en büyük gayretle sürdüğüm roman olması hasebiyle Rölyefteki Aslan resmi tarih anlatıları kadar sözlü kültürdeki menkıbelerle de edebiyatın hesaplaşması olarak görülebilir.
- Tarihten önce mitoloji vardı. Sözün yazıdan önceki varlığı gibi. Hakeza tarih hâlâ mitolojiyle birlikte akan bir ırmaktır. Bu ırmak bazen cam gibi berrak, bazen de bakınca suya insanı boğacak kadar da bulanık bir ırmaktır. Mitolojik öğeler psikolojik derinlikler de içerir çünkü. “Rölyefteki Aslan”ın estetik oluşu kadar diyalektik bir oluşu olduğunu da düşünüyorum bu yüzden. Feminist unsurlar da içeriyor tarihsel bağlamlarda, fakat “mitoloji” bir inanç dünyasıdır da, siz inanç dünyanızdan neler kattınız bu kitaba?
Mitoloji, geçmişte yaşayan topluluk veya toplumların kolektif bilincini bize aktarması hasebiyle cam gibi parlakken; artık ortak arketiplere rağmen o toplumlar gibi olmadığımız ve o bilincin nasıl işlediğini bilmediğimiz için bir o kadar da bulanık, dediğiniz gibi. Psikoloji ve feminizm gibi disiplinler, adları modern dönemde konulmuş olsa da insanlık kadar kadim mevzular. Aslına bakarsanız feminizm bir cinsiyet değil insanlık problemi. Rölyekteki Aslan kadar evrensele, mite temas etme çabasındaki bir kitap için ele alınmaması imkânsız bir konuydu. İradenin ve aklın, herkeste bulunabilen mantıksal çıkarım yeteneğinin; onu işgal etmeye çalışanlara karşı, tıpkı kadim dönemdeki gibi yeri geldiğinde bir yeraltı şehri kurarak kendini savunması gerektiğine dair inancımı kattım kitaba. Buna ek, Kaybolmuş Kaderler Müzesi’ne ne kattıysam Rölyefteki Aslan’a da onu kattım. Başka türlüsü elimden gelmezdi.
- Metinlerinizde feminizm, mekânların dönüşümü, kimlik bunalımları, insanın teknoloji ile kurduğu bağlar, şiddetin içselleştirilmesi bundan sonrası için de önemli göstergeler. Kimi karakterlerinizin gelecek kaygıları, Berlant’ın “çöküşün ortasında hayatta kalma” düşüncesinin “acımasız ve iyimser” imgelenmiş tasavvurları gibi. Bütün bunlar metinlerinizde geniş zamanlara tekabül ederken, Türkiye’de insanların “hayal etme kapasitelerinin” daralma nedenlerini de gösteriyor. Hayat yazıya bu genişliği katarken, insan neden bu denli daralıyor?
İnsanı genişleten, onu iskele olmaktan çıkarıp şilep yapan “demir alabilme”, çapanı saplandığı kumdan çıkarabilme yeteneği. Bu yetenek insanda yoksa ne iyi bir eğitim ne de çok okumak onu değiştirmek için yeterli olur. Düşünme orucu tutan insana kitap ne yapsın? Çünkü düşünürse demir alması gerekir. Düşünmek istemez insanoğlu çoğunlukla. Fırtınalarla yüzleşmeyi, batmayı göze alamaz. Düşünmeyen insan çok okusa dahi demir attığı limandan ayrılmak istemez. Çünkü konfor alanını terk etmek istemez. Konfor alanından vazgeçebilmek çok cesur olmayı gerektirir. İnsanda güvende olma temayülü böylesine güçlüyken hayal etme kapasitesinin genişlemesi imkânsız. Hayal etmek cesaret ister. Hayal etmek güçlü bir yürek ister. Hayal etmek ezberletilenin aksine, çok büyük bedel ister. Herkesin o bedeli ödemeye hazır olduğunu sanmıyorum.
- Babacığım marangozdu benim. Onda görmüştüm ilk, hiç çekiç kullanmadan da yapılabildiğini birçok şeyin. Edebiyat tam da böyle bir şey ve bunun için. Bütün zamanlar çok değerlidir, elimize almasak da çekiç sesleri hep içimizdedir. Bana vakit ayırdınız, teşekkür ederim. Sonra bir gün… Yine kavuşalım!
Çok isterim...
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |
Rüyalar belki de hem beynimizin nöronlar arasında kurduğu bağlantıların bir yan ürünü, hem de bilinçaltımızın bize gönderdiği şifreli mesajlardır. Gerçekliğin doğasına dair bu kadim sorgulama, insanı insan yapan en temel arayışlardan da biridir
Orhan Pamuk’un romanlarında “gerçeklik” ve “hakikat”in bulanık sınırları rüyalara açılan zaman labirentlerinde rehber bir motif olarak, “gerçeklik” ile “hayal” arasındaki sınırları da bulanıklaştırır ve daha nice “Gizli Yüz”lerin ortaya çıkışına zemin hazırlar
"Farklılık, çeşitlilik, çoğulculuk, birbirinden farklı anlayışlar kaçınılmazdır ve bir zenginliktir. Bu farklılığın zenginliği, tek düşünce hâkimiyetinin sıradanlığına indirgenemez. Bu nedenle 'ötekilik', 'başkalık' önemlidir"
© Tüm hakları saklıdır.