22 Haziran 2025
Onu çocukken bir kez gördüm, elini sıktım, elinin izi avucumun içinde kalsın diye yumruğumu sıktım… Üç-beş dakika sesini duydum, yüzüne baktım. Gözleri altında yüz yıllık yosun yeşili bir deniz gibiydi, kemik çerçeve gözlüklerinin. Geniş ve beyaz beyaz ak alnı kırış kırış ve gergin düşünlerle dolu, gözleri bu dünyada henüz fark edilmemiş bir renkte gibiydi. Gözleri, gerçekten de dünyayla ilgili genel yasaların tasalara dönerek insanda yarattığı itkilerden birer hale gibiydi. Gözleri her şeyi bilen birinin gözleri gibiydiler. Hakiki. Hakiki şairler yarı deli, yarı velidirler. Fakat onlara ne “deli” ne de “veli” diyebilirler. Onu o gün nereye koyacağımı hiç bilememiş, oradan uzaklaşırken de durup durup arkama bakmıştım. Birini ilk kez görmek son kez görmekmiş, ölümü bilmiş, bunu bilememiştim. El vurup omuzlarıma, beni arkamdan ufak ufak iteleyen babam, “Akranın mı o senin? Akranlarınla arkadaş ol!” demiş, sanki beni zorla oradan uzaklaştırıyormuş gibi bize bakanlara “Bu da böyle işte, bir şiir okuyunca dünyanın sırrını çözdüm sanıyor, hemen de herkesi çok seviyor” deyip gülmüştü. O zamanlar neden böyle bir çocuk olduğumu henüz babam da bilmiyordu ve doğruydu, hemen de herkesi çok severdim. Hem de âşık gibi. Teni buruşmadan, gözü yere akmadan, saçına kır düşmeden, aklı karışacak yaşa gelmeden de ölebilirdi çünkü insan. Bunun bir örneğini görmüştüm o zaman. O gün ondan bana ölümü hatırlatan bir şey geçti muhakkak, tıpkı “Fotoğraf” şiirinde anlattığı gibi:
Dört kişi parkta çektirmişiz,
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi…
Anlaşılan sonbahar
Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar…
Babası daha ölmemiş Oktay’ın,
Ben bıyıksızım,
Orhan, Süleyman Efendiyi tanımamış.
Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.
Melih Cevdet Anday, hastaydı, ama hayattaydı o an. O yaşlarda dünyam da dünyaya bakışım da şimdikinden çok da başka değildi ya, gece karanlığında kızıl ışıkların altından havalanan kuşları bile uçuşan alev hareleri zannederdim, ilahi bir nefesle savrulan… Ne yani, değiller miymişti kuşlar, sönmeye yatmış alevlerden etrafa uçuşan küller? Anday’ın şiirleri dışında dünyadaki son günlerinden de bir şeyler öğrenmiştim ben. Bazı tecellilerle temas edince insan, tecelliler gerçek oluyordu, dünya olması gerektiği bir illüzyon. Hem ne idi ki illüzyon? Etten, kemikten ve yeri gelecek, gelsin, candan geçebilmek! İşte buna vazgeçmek değil, buna doğrudan “teslimiyet” diyorduk. Dünyayı sorgularken de bir sorgudan geçmiyor muyduk? Bir tiksinme gelmiş gibi yemeyi içmeyi reddettiği günler bile varoluştan karşılığını alamayışa boykot gibiydi kesilen iştahı. İnsanın sanırım biyolojik ve fizyolojik olarak artık dünya nimetlerine yüz çevirmiş olmasının manevi olarak da bir anlamı vardı: Burada olan burada kalacaktı; yiyip içmek, gülmek, eğlenmek ve hatta bir zamanlar birçok şeye kederlenip üzülmüş olmak bile. Bunu, ateşli bir materyalist olan Ahmet Oktay’ın son günlerinde dizinin dibinde oturmuş onu dinlerken de görmüştüm. Yüz yıl da yaşa insan çocuk kalırmış, çocukluğunu dünyada bırakırmış, o nesilde, o kuşakta gördüm bunu. O nesli, o kuşağı özlüyorum bu yüzden. “Melih Cevdet Anday’ı özlüyorum.” Bu cümlenin Türkçede başka bir söyleniş biçimi de var benim için, bir yan anlam, belki de hakikati bunun şu olmalı: Çocukluğumu özlüyorum, ona dair özlem içeren bir cümle kurduğumda. Belki de bunu da yine onun “Anı” şiirinde söylediği gibi söylemek lazım:
Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma
Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.
Anday, yalnızca şiir ve romanlarıyla değil, felsefi denemeleriyle de edebiyatımızın mihenk taşlarından biri. Garip Akımı’nın öncülerinden biri olarak başlayan edebî yolculuğu, zamanla bireysel ve derin toplumsal sorgulamalara yönelmiş; onun kalemi, edebiyatla felsefenin kesiştiği bir düşünce mabedine dönüşmüştü. Anday’ın felsefe yazıları, insan varoluşunun anlamını, toplumun çelişkilerini ve sanatın özünü sorgulayan birer manifesto niteliğini aldı böylece. Bu yazılar, sade lakin tesirli üslubuyla, okuyucusunu hem düşünsel bir yolculuğa çıkarır hem de estetik bir derya daldırır. Onun felsefi mirası, Türk düşünce tarihinde önemli bir merhale teşkil eder; zira Anday, yalnızca bir şair değil, aynı zamanda bir düşünür olarak, “çağının ruhunu tahlil edebilmiş ve geleceği öngörmüş bir bilge” olarak da tanımlanabilir. İnsanın hem kalbini hem aklını aynı anda aktif hele getirebilen. Anday’ın felsefi yazıları, daha çok 20. yüzyıl Türkiye’sinin çalkantılı toplumsal ve kültürel ikliminde ortaya çıkmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası modernleşme çabaları, birey-toplum gerilimi ve “Batı-Doğu” ikilemi, onun düşünce dünyasını şekillendiren temel dinamikleri oluşturur. “Batı-Doğu” ikilemini paşa torunu şımarık bir baba ile içine kapanık ama güçlü daha doğulu Kürt bir annenin kucağında büyümekle de pekiştirdiği söylenebilir. Bu bağlamda, “Doğu-Batı” (1961) adlı denemesi de, Anday’ın “us” kavramına eğildiği, “akıl” ve “duygu” arasındaki dengeyi sorguladığı bir başyapıttır.
1947-1961 yılları arasında Tercüman, Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımlanan yazılarında da felsefi meseleleri tarihsel ve kültürel bir perspektifle ele almıştı. Anday, bu metinlerde, insan aklının evrensel bir rehber olduğunu savunurken, bu aklın toplumsal bağlamda nasıl şekillendiğini de mercek altına almıştı. Fakat bu topraklar bir bilgenin ortaya koyacağı her fikre düşman bir özellik taşıyordu, belki de yalnızca “şair” olarak niteleniyor olması -çoğu zaman- onun en büyük bahtsızlığı olmuştu. Şairler yaşadıkları toplumlar içinde ettikleri sözlerin sahibi değil de sadece bir başkasının kendilerine sözler söylettiği yarı deli yarı veli bir profile oturtulmuşlardır çünkü. Oysa hakiki şairlerin kumaşında dünyada o an bulunuyor olmanın bilinci kadar bir gün ansızın dünyadan silinecek olmanın da bilinci vardır. Dünyanın, yaşadıkları toplumların gidişatlarına dair itirazlarını da bu yüzden korkusuzca koyarlar ortaya ve hiçbir itirazın da sesini kısıp rafa kaldırmazlar. Son yıllarda dile getirilen, ama tanısı dışında bir reçetesi yazılmayan “çürüme”ye dair “Aylaklar”da dile getirdiği şu satırlar gibi:
“Şu ülkenin elli altmış yıllık geçmişini bilirim. Bugüne bakarken onu dünün yarattığını anlıyorum. Siz yüz yıllık bir çürümenin sonucusunuz. Bir ülke nasıl batar? Yalnızca savaşlarda yenilmekle değil, elindeki toprakları başkalarına kaptırmakla da değil… Ruhça çökerek, yaşamaktan koparak batar.”
“Felsefesiz Yaşamak” (2002) ise, Anday’ın olgunluk dönemi eserlerinden biri olarak, hayatın anlamı, ölümün kaçınılmazlığı ve insan ilişkilerinin kırılma sebepleri üzerine derin tefekkürler içerir. Adeta bir vasiyetname gibi Anday’ın yaşam boyu biriktirdiği felsefi düşüncelerin bir özetidir de. Dolayısıyla söz konusu “Felsefi Şiir” olduğunda Anday’dan mutlak ve muhakkak söz etmek gerekir. Gündelik hayatın sıradanlığı içinde bile felsefi bir derinlik arayan Anday, okuyucusuna, “Felsefe, yalnızca akademinin değil, hayatın her ân’ında mevcuttur,” mesajını salık verir. Böylece bireyin kendi “varoluşsal hakikatini” keşfetme çabasını da yüceltir. Anday’ın felsefi yazılarında, şiir ve felsefe arasında organik ve lirik bir bağ vardır. “Şiir Yaşantısı - Şiir Yazıları”nda, şiiri bir “üst dil” olarak tanımlaması –çünkü şiir, kesinlikle bir üst dildir-, onun felsefi yaklaşımının özünü de dosdoğru ortaya koyar. Şiir, Anday için, mantık ve gündelik dilin ötesine geçen, insan ruhunun en saf ifadesidir. Bu görüşü, “Kolları Bağlı Odysseus” gibi eserlerinde mitoloji ile felsefeyi buluşturarak insanlığın tarihsel serüvenini yeniden yorumlamasıyla da belirginleşmiştir. Odysseus’un çaresizliği, modern insanın toplumsal zincirler karşısındaki durumunu simgeler; bu bağlamda, Anday’ın felsefesi, bireyin özgürlük arayışını bugün de merkeze alır. Zira o hep oradan konuşmuştur.
Toplum ve birey arasındaki edebi ve ebedi gerilim, Anday’ın felsefi yazılarında sıkça işlenen bir diğer temadır zaten. “Suçumuz Edebiyat” adlı derlemede, edebiyatın toplumsal sorumluluğunu ve estetik değerini felsefi bir çerçeveye oturmuştu böylece. Edebiyat, onun gözünde, yalnızca bir “sanat dalı” değil, aynı zamanda “toplumun vicdanı ve aynası” idi. Anday, bu yazılarında, bireyin ve bir birey olarak kendi kendisinin de toplum içindeki yerini sorgularken, toplumsal düzenin birey üzerindeki baskılarını eleştirel bir gözle tahlil etmişti. Öztürkçeye olan ilgisi ve dilin düşünceyi biçimlendirmedeki rolüne vurgusu, onun felsefi yazılarında dilin merkezi bir yer tuttuğunu göstermiş ve dil, Anday için, düşüncenin yalnızca bir taşıyıcısı değil, aynı zamanda onun yaratıcısı konumuna da yükselmiştir. “Paris Yazıları” (1982), Anday’ın Paris’te bulunduğu dönemde kaleme aldığı, sanat, kültür ve felsefe üzerine derin düşünceler içeren bir diğer mühim eseri… Avrupa’nın entelektüel ikliminde yazılan bu denemeler, Anday’ın evrensel bir perspektife sahip olduğunun da göstericisidir. Batı düşüncesiyle Türk kültürünü karşılaştırmalı bir şekilde ele alan bu yazılar, onun düşünce dünyasının kozmopolit niteliğini gözler önüne serer. UNESCO’nun 1971’de Anday’ı Cervantes, Dante ve Tolstoy gibi edebiyat devleriyle aynı mertebede anması, onun felsefi ve edebî mirasının evrensel değerinin de tescili olmuştu.
Anday’ın şiiri, Türk edebiyatında modernist bir çizgide derin felsefi, toplumsal ve bireysel temaları işleyen, teknik açıdan zengin bir yapıya sahiptir. Bu zenginliğin kaynaklarından biri de elbette onun çevirmen kimliğine sahip bir şair olmasıdır. Garip hareketinin kurucularından biri olarak başlayıp zamanla İkinci Yeni’nin soyut ve imgeci anlayışına yaklaşan bir evrim geçirmiştir ayrıca. Garip döneminde, özellikle “Garip” (1941) şiirlerinde, günlük konuşma diline yaslanan sade bir üslup kullanmışsa da bu sadelik aldatıcıdır; sıradan kelimelerle derin felsefi sorgulamalar yaratmayı başarmıştır. “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirinde basit bir doğa betimlemesi üzerinden varoluşsal bir huzursuzluğu işlerken, 1950’lerden itibaren “Yan Yana”, “Kolları Bağlı Odysseus”da ise, daha soyut ve imgeci bir dile yönelir. İmgeler, İkinci Yeni’nin aksine, kontrol edilmiş ve anlamla sıkı sıkıya bağlıdır. Dili, hem erişilebilir hem de yoğun bir düşünce ağına sahiptir. Bu yüzden Anday’ın şiirlerinde ritim, serbest vezinde bile hissedilir. Kelime seçimleri ve dize kırılmaları, doğal bir akışla müzikal bir tondadır. “Telgrafhane”de örneğin, hece ölçüsüne yakın bir ritmik yapı, modern bir bağlamda yeniden de yeni bir toplumsal hareket bilinci vardır. Garip’le başlayan serbest vezin tercihi, Anday’ın şiirine özgürlük katmıştır, ancak serbestlik, “özensizlik” demek değildir; dizeler bilinçli bir şekilde düşüncenin akışına göre bir kronoloji yaratmıştır. “Kolları Bağlı Odysseus”da epik bir anlatı, modernist bir fragmanlaşma vardır. Şiirlerinde sıkça tek bir konuşmacının iç dünyasını ya da bir durumun farklı perspektiflerini görürüz bu yüzden. “Teknenin Ölümü” gibi şiirlerinde, nesneler ve kavramlar insanlaştırılır, böylece hem çok içten hem de anlatıya dair teknik mefhumlarını da yaratan bir imgeler evreni yaratmıştır. Anday, şiirlerinde karşıtlıkları (doğa/insan, birey/toplum, geçmiş/şimdi) bir araya getirerek diyalektik bir yapı oluşturmuş, okura kendi sorgulama alanını yaratma şansı da vermiştir.
Anday’ın şiirlerinde doğa, yalnızca dekor değil, insanında bizatihi kendi iç dünyasının bir yansımasıdır. Ağaç, deniz, gökyüzü gibi unsurlar, varoluşsal temaları somutlaştırmıştır. “Rahatı Kaçan Ağaç”ta ağaç, modern insanın yerinden edilmesini simgeler. “Kolları Bağlı Odysseus”da mitolojik figürler, modern insanın çaresizliğini ve arayışını temsil eder. Mitoloji, evrensel bir bağlam sunarken, Anday’ın yorumu bireysel ve çağdaştır. İkinci Yeni’nin yoğun imgelerine yaklaşsa da, Anday’ın imgeleri daha yalın ve anlam odaklıdır. Bu soyutlama, okuyucuyu yabancılaştırmaz; aksine, düşünmeye davet eder. Teknik olarak bu, keskin imgeler ve iç monologlarla aktarılır. “Sözgelişi” şiirinde, basit bir konuşma tonuyla insanın yalnızlığını gösterir, parmak ucuyla. Onu ilk gördüğümde benim de yaşadığım gibi. Bu, Anday’ın şiirlerinin döngüsel yapısalcı yanının da nişanıdır. “Göçmen” gibi şiirlerde, tarihsel ve kişisel belleğin iç içe geçişi, serbest vezinle akıcılığa verilir. Garip’in toplumsal duyarlılığı, Anday’da daha incelikli bir haldedir çünkü. “Telgrafhane”de de birey-toplum çatışması, ironik olsa da bu akıcı üslupla var olur. Anday, ne tam Garip ne de tam İkinci Yeni’dir bu nedenle… Teknik olarak, her iki akımın da ögelerini sahip, ama bunları kendi entelektüel ve duygusal filtresinden geçirir. Anday’ın şiiri, teknik olarak disiplinli ama özgür, sade ama derin, bireysel ama evrenseldir. Dili, hem halkın sesini taşır hem de entelektüel bir yoğunluk sunar. Serbest vezni ustalıkla kullanır, imgeleri anlamdan koparmaz ve felsefi sorgulamayı şiirin merkezine yerleştirir. Hem derviş gibi hem de bir Marksist olarak yaşamış olan Anday’ı bugün hala okuyor oluşumuzun nedeni sadece çok insan ve mücadeleci biri olmuş olması mı ama? Öfkesini bilenmiş bıçaklar yerine kalem kullanarak gösteren biri olmasıydı elbette. “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer” satırlarıyla başlayan “Raziye”de Çingene asıllı bir kızdan soylu bir insan yaratma çabası dahi onun daha ileri zamanlarda da neden okunacağının yarattığı bir nedendir. Çünkü insanın sevdiğine kavuşması da kavuşamaması da toplumsaldır. Edebi başlayan yolculuğu elbette ebedi sürecektir.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |
İnfluencer’ların sürekli mutlu ve başarılı bir imaj sergilemesi, onların gerçek duygularını bastırmasına ve içsel bir çatışma yaşamasına neden olurken, gölgelerden başka bir şey görmeyenler de perdenin arkasındaki problemlerin başka biçimlerini yaratmaktan ileri gidemezler
“Yahudilik bir dindir, milliyet değil. Onu milliyete dönüştürmeye çalışmak, hem Yahudiliğe hem de milliyete ihanettir"
Rüyalar belki de hem beynimizin nöronlar arasında kurduğu bağlantıların bir yan ürünü, hem de bilinçaltımızın bize gönderdiği şifreli mesajlardır. Gerçekliğin doğasına dair bu kadim sorgulama, insanı insan yapan en temel arayışlardan da biridir
© Tüm hakları saklıdır.