29 Haziran 2025

İsrail’in kimlik bunalımı

“Yahudilik bir dindir, milliyet değil. Onu milliyete dönüştürmeye çalışmak, hem Yahudiliğe hem de milliyete ihanettir"

Bugünlerde İsrail’in adını çoğunlukla savaş haberleriyle duyuyoruz. Ancak bu toprakların derinlerinde, çok daha eski bir çatışma yatıyor: Yahudilik ile laiklik arasındaki bitmek bilmeyen gerilim. İsrail’in 1948’de kuruluşu, modern Siyonizm’in seküler bir projesi olarak başladı. Theodor Herzl'in "Yahudi sorununa" seküler bir çözüm olarak tasarladığı Siyonist proje, 1948'de İsrail Devleti'nin kuruluşuyla somutlaştığında, aslında içinde derin bir paradoks taşıyordu. Bir yanda modern ulus-devlet modelini benimseyen, Batılı değerlerle bütünleşmeyi hedefleyen seküler bir yapı; diğer yanda binlerce yıllık dini geleneklerle şekillenmiş bir kimlik.... Bu çelişki, İsrail'in kuruluş belgelerine bile yansıdı. Bağımsızlık Bildirgesi'nde "Yahudi Devleti" ifadesi geçerken, "demokratik" sıfatının bilinçli olarak eklenmemesi, ileride yaşanacak gerilimlerin habercisiydi. David Ben-Gurion'un dini gruplarla yaptığı "statüko" anlaşması - Şabat'ın resmi tatil olması, kaşer kurallarının devlet kurumlarında uygulanması, evlilik-boşanma gibi kişisel statü meselelerinin Hahambaşılık'a bırakılması - aslında temeli sağlam olmayan bir uzlaşıydı. Özellikle Avrupa'dan gelen seküler sosyalist Siyonistler için bu tavizler rahatsız ediciydi, bu rahatsızlık kendini düşün ve edebiyat ortamında da gösteriyordu. Örneğin, Amos Oz'un erken dönem eserlerinde, özellikle "Kara Kutu" ve “Pusudaki Panter” adlı kitaplarında işlediği gibi, kibbutzlarda yetişen nesiller için dini kuralların gündelik hayata müdahalesi, Siyonizm'in özgürleştirici vaadiyle çelişiyordu. Doğrusu birçok Avrupa ülkesi gibi İsrail de kendi şeriat anlayışla İsrail toplumunu baskıcı bir biçimde yönetiyordu her zaman, İsrail için de başka biçimde bir İran denebilir bu yüzden. Zira tüm işgalci eylemlerini dini alet ederek uluslar arası terör eylemlerine çeviren bir ülke için zaten başka nasıl bir tanım yapılabilir ki?

Uzun vadede hiçbir zaman bir bütünlüğe sahip olmayan İsrail’de 1950'ler nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan sekülerlerin hakim olduğu bir dönemdi. Mapai partisinin sosyalist politikaları, kibbutz hareketinin eşitlikçi idealleri, ülkeye belirgin bir seküler karakter kazandırdı. Ancak bu dönemde bile, dini kurumların özellikle aile hukuku alanındaki tekelinin yarattığı gerilimler vardı. S.Y. Agnon'un "Dün Önceki Gün" romanında anlattığı gibi, İkinci Dünya Savaşı'ndan kaçarak Filistin'e gelen genç İsaac Kumer'in yaşadığı kimlik bunalımı, aslında yeni ulusun da yaşadığı bölünmeyi simgeliyordu. Kudüs'ün dindar mahalleleri ile Tel Aviv'in seküler plajları arasındaki uçurum, o yıllarda bile belirgindi. Dindarlar için Tevrat, günlük yaşamın her anını düzenleyen bir rehberken; sekülerler için en fazla kültürel bir mirastı. Bu dönemde bile, örneğin Haredi (Ultra-Ortodoks) grupların askerlik hizmetinden muaf tutulması gibi ayrıcalıklar, seküler kesimde rahatsızlık yaratıyordu.

1967 Altı Gün Savaşı, bu gerilimi kalıcı olarak değiştirdi. İsrail'in Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze ve Golan Tepeleri'ni ele geçirmesi, dini milliyetçi hareketler için tarihi bir fırsat yarattı. Gush Emunim (İnanç Bloku) gibi örgütler, Yaratılış 15:18-21'deki "Fırat'tan Mısır'a kadar" ifadesini siyasi bir manifesto haline getirdi. Tevrat'ın coğrafi tanımları, modern siyasetin araçlarına dönüştürüldü. David Grossman'ın "Sarı Rüzgâr"ında (1987) anlattığı gibi, işgal edilen topraklardaki Filistinli köylerin yerine inşa edilen yerleşimler, sadece uluslararası hukuku değil, Yahudiliğin evrensel ahlaki ilkelerini de zorluyordu. Lübnan Savaşı sırasında oğlunu kaybeden Grossman'ın eserlerindeki trajik ton, aslında seküler İsraillilerin yaşadığı ahlaki çöküşün de yansımasıydı. Bu dönemde, özellikle 1973 Yom Kippur Savaşı'nın yarattığı travma sonrası, dini grupların nüfuzu daha da arttı. Dindar Siyonist partiler, "Büyük İsrail" ideolojisini ana akım siyasete taşıdı. 1977'de Menachem Begin liderliğindeki Likud'un iktidara gelmesi, bu süreci hızlandırdı. Dini partilerle kurulan koalisyonlar, Şabat yasaklarını sıkılaştırdı, Haredilerin askerlikten muafiyetini genişletti, devlet okullarında dini müfredatın payını artırdı. A.B. Yehoshua'nın "Bay Mani" (romanı, beş nesil boyunca bir Yahudi ailesinin hikayesi üzerinden, bu dönüşümü anlatır. Romanın modern bölümlerinde, seküler bir İsrailli olan Hagar'ın, dindar akrabalarıyla yaşadığı çatışma, toplumdaki kutuplaşmanın edebi bir yansımasıdır. 1980'lerin sonlarında, Haredi nüfusun hızlı artışı (doğum oranları sekülerlerin neredeyse üç katı) ve siyasi sistemdeki ağırlığı, laik kesimde "demografik tehdit" korkularını körükledi. Tel Aviv'deki sekülerler için Kudüs giderek "yabancı" bir şehir haline geldi.

1990'larda Oslo Barış Süreci, seküler sol için son umut oldu. Yitzhak Rabin'in 1993'te Beyaz Saray'da Yaser Arafat'la tokalaşması, "Yeni Ortadoğu" vizyonunun simgesiydi. Ancak dini milliyetçiler için bu ihanetti. 4 Kasım 1995'te Rabin'in bir Bar-İlan Üniversitesi öğrencisi tarafından öldürülmesi, gerilimi tırmandırdı. Katilin mahkemede "Tevrat'ın emrini yerine getirdim" demesi, dinin siyasete alet edilmesinin vardığı tehlikeli noktayı gösterdi. Orly Castel-Bloom'un "İnsan Parçaları" bu dönemin kaotik ruh halini absürt bir dille yansıtır. Romanın ana karakteri Ula'nın yaşadığı kimlik parçalanması, İsrail toplumunun genel halinin metaforudur.

2000'lerde İkinci İntifada ve Gazze'den çekilme, sekülerlerin devlete olan güvenini daha da sarstı. Ariel Şaron'un 2005'te yerleşimcileri zorla tahliye ettirmesi, dini milliyetçiler tarafından "ihanet" olarak nitelendi. 2011'deki sosyal protestolar (ki Tel Aviv'de 400.000 kişi sokaklara döküldü) sadece ekonomik eşitsizliğe değil, Haredilerin ayrıcalıklarına da yönelikti. Etgar Keret'in kısa öyküleri “Birden Kapı Çalıyor" da bu dönemin belirsizliklerini çok sağlam yerlerden yakalar. Karakterleri sık sık absürt durumlarla karşılaşır, tıpkı seküler İsraillilerin kendilerini dini bir devlette bulmaları gibi....

Netanyahu'nun 2009-2021 arasındaki uzun iktidarı, laik-dindar ayrımını derinleştirdi. 2018 Ulus-Devlet Yasası, İsrail'i "Yahudi halkının ulus-devleti" ilan ederken, demokratik vurguyu bilinçli olarak çıkardı. 2023'teki yargı reformu girişimi ise sekülerler için son darbe oldu. Yüksek Mahkeme'nin yetkilerini kısıtlamayı hedefleyen reform, kitlesel protestolara yol açtı. Günümüzde, 2023 sonrası İsrail-Filistin çatışmasının alevlenmesi, seküler solcuların rahatsızlığını yeni bir boyuta taşıdı. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e düzenlediği saldırı ve ardından başlayan Gazze Savaşı, seküler solcular arasında karmaşık tepkilere yol açtı. Bir yandan, saldırı güvenlik kaygılarını artırarak ulusal birlik duygusunu güçlendirdi; diğer yandan, İsrail’in Gazze’deki yoğun askeri operasyonları ve sivil kayıplar, seküler solcuların evrenselci ve ahlaki değerleriyle çelişti. Seküler solcular, devletin orantısız güç kullanımını ve insani krizi eleştirirken, Tevrat’taki “vaat edilmiş toprak” söyleminin yerleşimci hareketi tarafından kullanılmaya devam etmesini, barış sürecinin önündeki bir engel olarak gördü. Sosyolojik olarak, savaş, seküler-dindar kutuplaşmasını derinleştirdi; Tel Aviv’deki seküler solcular, militarist ve dindar söylemler karşısında marjinalleşti. Breaking the Silence gibi solcu örgütler, ordunun savaş sırasındaki uygulamalarını ve işgal politikalarını ifşa etmeye devam etti. Edebiyatta, bu dönemin yansımaları henüz tam kristalleşmemiş olsa da, birçok edebiyatçı eserlerinde bu kristalleşmenin keskin hatlarını olabilecek en sert biçimde keskin hatlara ulaştırmayı başardı. Birçok edebiyatçı gibi Ayelet Gundar-Goshen de “Uyanan Aslan" (“Aslanları Uyandırmak”) romanında savaşın ve işgalin ahlaki ikilemlerini önceden ele aldı. Bu eserler, Yahudiliğin evrensel değerlerinin, Tevrat’ın siyasi bir araç olarak kullanılmasıyla gölgelendiğini savundu. Seküler İsrailliler de bölünmeye ve artık kendi ülkelerinde "yabancı" hissetmeye başladı. 7 Ekim 2023 Hamas saldırısı ve sonrasındaki savaşla birlikte bu bölünme daha da keskin bir hale geldi. Sekülerler ve seküler solcular bir yandan güvenlik endişesiyle ordunun yanında dururken, diğer yandan Gazze'deki sivil kayıplar konusunda ahlaki rahatsızlık duymaya da başladılar. Hem de her zamankinden çok daha fazla... Dini milliyetçiler ise savaşı "vaat edilmiş toprakların kurtarılması" olarak algılanmaktalar hala, Oysa “Öldürmeyeceksin” diyen bir kitaba dayanarak soykırım yeminleri eden ordu mensuplarına olan inançları bir Tanrı’ya duydukları inançtan çok daha fazla bir yanılsamının ürünü. Breaking the Silence gibi örgütlerin ordunun ihlallerini belgelemesi, bu ikilemi daha görünür kılsa da, savaş ganimetlerinden faydalanacak olmak düşünceleri ilkel çağlardaki gibi baş döndürücü olmalı.

Bugün İsrail nüfusunun yüzde 45'i kendini seküler, yüzde 25'i dindar Siyonist, yüzde 12'si Ultra-Ortodoks olarak tanımlıyor. Ancak demografik eğilimler, dini grupların lehine işliyor. 2040'ta Haredilerin nüfusun yüzde 20'sini oluşturması bekleniyor. Bu durumda İsrail'in hem Yahudi hem demokratik kalması mümkün mü? Amos Oz'un dediği gibi: "Yahudilik bir dindir, milliyet değil. Onu milliyete dönüştürmeye çalışmak, hem Yahudiliğe hem de milliyete ihanettir." Bu sözler, İsrail'in kuruluşundaki paradoksu özetliyor belki de....

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Özgürlüğün, cesaretin ve tartışmaların içinde: Wilhelm Reich

Reich’ın sansürle mücadelesi, günümüzde ifade özgürlüğü ve bilimsel yenilik tartışmalarına ışık tutuyor. Kitaplarının yakılması ve hapse atılması, otoritenin farklı sesleri bastırma eğilimini gözler önüne seriyor. Bugün, sosyal medya platformlarında içerik moderasyonu, akademik özgürlüklerin kısıtlanması ve bilimsel tartışmaların politikleştirilmesi, Reich’ın yaşadığı baskıların modern yansımalarıdır

Tezer Özlü, varoluşun kıyısında hem ölü hem diri

“Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”

Acı Bir Başlangıç Bu: Tarih tekerrürle cezalandırır

“Dünyanın en kolay şeyi yıkmak ve zarar vermektir; ne bilgelik ne dirayet ne de zekâ gerektirir, bir aptal zeki birini her zaman lime lime edebilir”

"
"