04 Mayıs 2025

Aziz Gökdemir: Sanatsal yaratıcılığın otoriteye karşı bir direnç unsuru oluşturabileceği noktanın çok çok ötesindeyiz artık

“Liderlerin esvap değiştirerek gerçekte ne kadar değiştikleri tartışılır; son örneğini Suriye’de gördük. Kenan Evren üniformasını çıkarınca ne kadar sivil oldu, kıyafet devrimiyle ne kadar çağdaşlaştık?”

Aziz Gökdemir, “İmraparatora Veda” adlı romanıyla yenidünyanın eski alışkanlıklarını, masum bir çocuğun dönüştüğü, dönüştürdüğü güç zehirlenmesini ve edebiyat ortamının büyük derdi intihalleri ve yarattığı mağduriyetlerin üzerini mağduriyetle örtmeye çalışanları konuştuk:

“Sanat olanı kayda geçebilir ama sanatın da hatırı sayılır bir damarının hükümdarlar himayesinde üretildiğini düşünürsek”

- “İmparatora Veda”da padişahın otoritesi, imparatorluğun her köşesini kontrol etme arzusuyla şekilleniyor. Günümüzde otoriter rejimler, yapay zekâ destekli gözetim sistemleriyle bireylerin özel alanlarını bile işgal ediyor. Romanınızdaki padişah figürü, bu distopik gözetim çağında bireylerin mahremiyetini koruma mücadelesine nasıl bir perspektif sunuyor? Sizce bu tür bir otoriteye karşı direnç, sanatsal yaratıcılıkla güçlenebilir mi?

Romandaki padişah figürü –ana kişiler olan baba ve oğul Murad’la sınırlamayalım, Muradlar hanedanı ve tarihi öncülleri olan gerçek padişahlarla birlikte bütün bir sülale diyelim–Mussolini’nin epigrafta yer alan tanımıyla devleti, mutlak hâkimiyeti temsil ediyor. Her bireyden üstün, her şeyden daha değerli olduğu için sonsuz gözetim, kader belirleme, fişleme, esir alma gibi eylemlerinin tartışılmaz, otomatikman haklı ve meşru olduğu bir dünyadayız.

Aslında bu rejimlerle de sınırlı değil, ticari işletmeler en hevesli uygulayıcılar: Yakın gelecekte pasaportlara ihtiyaç duyulmayacağını düşünüyorum, örneğin. Birçok havaalanında son aşamada pasaport veya uçuş kartınızı göstermeden uçağa biniyorsunuz, çünkü uçağın kapısındaki kameranın önünde yarım saniye durmanız, sistemin sizin gerçekten siz olduğunu doğrulamasına yetiyor. Bir futbol takımını sosyal medyada eleştirdiğiniz için takım sizi kara listeye alabiliyor ve stada girmeye çalıştığınızda herkesin yüzünü tarayan kameralar sayesinde güvenlik on saniyede yanınızda bitiverip sizi dışarı atabiliyor. Bunlar devletlerin bütçelerinden ayrılan fonlarla özel sektörün geliştirdiği, sonra da devlet kullanımından hızla kamunun her alanına yayılan teknolojiler. Ehliyetlerimizi yenilerken sabıkalı gibi paşa paşa hepimiz parmak izimizi verdik. Oysa ehliyet emniyetten alınıp nüfus müdürlüklerine verilmiş, güya biraz daha “sivil” alana taşınmıştı. Aynı şekilde, özel kargo şirketiyle bir yerden bir yere bir kâğıt parçası dahi gönderirken kimlik numaramızı istemelerinin mantıklı bir gerekçesi varsa beni aşıyor. Sanatsal yaratıcılığın otoriteye karşı bir direnç unsuru oluşturabileceği noktanın çok çok ötesindeyiz artık. Oysa sanat olanı kayda geçebilir, deşifre eder, tiye alır, vesaire, ama sanatın da hatırı sayılır bir damarının hükümdarlar himayesinde üretildiğini düşünürsek, makbul olmayan sanatın git gide marjinalleşeceği ve etkisini yitireceği gibi karamsar bir düşünceye kapılmamak elimde değil.

“Dijital çağın bilgi kaosu” dediğiniz şey, gerçekten de önemli bir sorun”

- Romanınızdaki kadın karakter, imparatorluğun dayattığı düzene karşı sessiz, ama güçlü bir başkaldırı sergiliyor. Günümüz otoriter yönetimleri, algı yönetimi ve propaganda ile bireylerin hakikat algısını çarpıtıyor. Bu bağlamda, kadın karakterinizin direnişi, bireylerin kendi hakikatlerini inşa etme çabasına nasıl ilham verebilir? Sizce bu tür bir özgürlük arayışı, dijital çağın bilgi kaosunda nasıl yeniden tanımlanmalı?

Bastırılan, üstü örtülen gerçeklerin huyudur, bir delik bulup oradan fırlarlar. İfe’nin bir roman kişisi olarak iz bırakan özellikleri ya da davranışları arasında başına buyruk olması ve oraya buraya tırmanmasının yanında okuması, okuyamadığı, ondan saklanan bir metnin peşine düşmesi var. Romanda hatırı sayılır bir yer işgal ediyor bu. Bizden saklanan hemen her şeye biraz çaba göstererek erişebildiğimiz çağımızda bu ısrarlı arayışa ilham verici diyebilirsiniz, ben de İfe karakterinin günümüzün yılmadan arayan, sorgulayan insanlarından mülhem olduğunu söyleyebilirim. “Dijital çağın bilgi kaosu” dediğiniz şey, gerçekten de önemli bir sorun. Bilgi ve fikir zapt edilemeyince, sesi de kısılamayınca tek çare, bunun karşısına (Donald Trump’ın ilk dönemindeki danışmanı Kellyanne Conway’in unutulmaz deyişiyle) “alternatif veriler” çıkarmak ve agorayı onlarla kaplamak. Bundan dört-beş yıl önce bir trol operasyonu yüzlerce kişi istihdam ederek binlerce sahte medya organı oluşturabiliyor ve bunların ağzından on binlerce çöp haber yayarak kısa sürede yüz binlere, hatta milyonlara erişiyordu. Bu uğraş da artık yapay zekâya havale edilerek çok daha kolay ve etkin hale geliyor. Buna karşı seçici olmak, asparagas antenlerimizi dik tutmak dışında pek çare yok, ama en iyi niyetlilerimiz bile zaman zaman düzmece metinleri geldiği gibi bir tıkla bir sürü kişiye yolladığı için çetin bir yol önümüzdeki.

“Yüzde yüz karamsar olmayı savunan birisi değilim”

- Romanınızda imparatorluğun farklı kesimleri arasındaki çatışmalar, toplumsal dokunun hem zenginliğini hem de kırılganlığını yansıtıyor. Günümüzde otoriter rejimler, dezenformasyon kampanyalarıyla toplumsal grupları birbirine düşürerek parçalanmayı körüklüyor. Romanınızdaki bu çeşitlilik, günümüzün kutuplaşmış dünyasında toplumsal dayanışmayı yeniden inşa etmek için ne tür bir vizyon sunuyor? Sizce edebiyat, bu tür bir birleşmeye nasıl katkı sağlayabilir? Farklı zaman katmanlarını iç içe geçiren anlatım yapınız, tarihsel süreklilik ve kopuşlara dair nasıl bir perspektif sunmayı amaçlıyor?

Ah o çeşitlilik, o vizyon... Nedense veya primat bir içgüdü mü demeliyim, kendimize benzeyenlerle, “bizden” olanlarla topluluklar oluşturup diğerlerini dışlama eğilimliyiz. Bu itkiyle sınırlar çiziliyor, harp ediliyor, kan akıyor. Bunun ötesinde, bunun tersine bir toplum, bir gelecek hayal etmek, büyük bir cesaret ve azim istiyor. Bir saksı çiçeği gibi ihtimam istiyor. Çocukları bir araya koyduğunuzda ilk başta hiçbiri renk, din, ırk ayrımı gibi meseleleri takmıyor ama ortaokula doğru bir şeyler bozuluyor, bırakın farklı ten rengini, boyu posu veya giydiği pantolonu farklı olan ayrıma uğruyor, hudutlar belirleniyor. Nadir örneklerine rastladığımız, çok etnisiteli, farklılıkların barış içinde yaşadığı bir toplum oluşturduk diye arkanıza yaslanıp rahat edemiyorsunuz; gün geliyor güçlü güçsüzü eziyor, öldürüyor.

Edebiyatın çoğunluğa, ya da en azından muazzam bir azınlığa hitap ettiği devirler hemen her toplumda (dünyanın en çok kitap okuyan, her beş kişiden birinin kitap yazdığı İzlanda bir istisna olabilir mi?) farklı dönemlerde geride kaldı. Bugünün televizyon kanalları kadar ilgi çeken Shakespeare tiyatrosundan; Dickens’ın tefrikasının bir sonraki bölümünü okyanus ötesinden getiren gemiyi rıhtımda bekleyen kalabalıklardan; Hugo’nun, Sinclair’in tek bir romanla ülkelerinde yerleşmiş anlayış ve pratikleri silkeleyebildiği bir geçmişten bahsediyorum. (Bizde okuma bilen nüfusun yakın geçmişe kadar nispeten düşük olduğunu göz önünde bulundurursak, muadili ne olabilir, belki Direklerarası?) O nedenle günümüz dünyasında edebiyat belki bir azınlığı, etkin ve kalburüstü olsa da nihayetinde bir azınlığı heyecanlandırabilir ve bahsettiğiniz toplumsal dayanışmaya karınca kararınca katkıda bulunabilir, ama o çiçek kolay büyümüyor. Yüzde yüz karamsar olmayı savunan birisi değilim; tarih de bir yandan en beter hataları tekrar ederken diğer yandan şaşırtıcı gelişmelere sahne olabiliyor, göreceğiz –ya da bizden sonrakiler görecek. Romanın çalkantılı, çok katmanlı yapısı belki de buna açık bırakılmış bir kapıdır.

“Doğru bildiklerini yazmak”

- Yukarıdaki soruya benzeyen, ama aslında onun da dışında otoriter yönetimler, tarihi çarpıtarak veya seçici bir hafıza yaratarak kolektif bilinci manipüle ediyor. Romanınızdaki hafıza teması, bu tür manipülasyonlara karşı tarihsel hakikati koruma mücadelesine nasıl bir yol haritası öneriyor? Sizce yazarlar, bu çarpıtmalar karşısında nasıl bir sorumluluk taşımalı?

Son yirmi-otuz yılda ürün veren gayri resmi tarihçilerin sevdiğim bir perspektifi var. Devlet katında, hatta halk arasında “ele güne karşı” ifade edilen tarih anlatısının yanında yaşayan başka bir anlatı var, fısıltılarla dahi olsa yayılıyor, yaşıyor. Yol haritası bunu yaşatmak için gereken koşulları karartmamaktan, daha doğrusu kararmasına mümkün mertebe direnebilmekten geçiyor. Yazarların tarih boyunca sorumluluğu belli: Doğru bildiklerini yazmak... Ama buna ek olarak belki denebilir ki doğru bildiklerini yazarken anlaşılır olmak. Anlaşılır olmaktan en küçük orta paydaya inmeyi kastetmiyorum, fakat sadece kendiniz ve arkadaşlarınız için yazıyorsanız, dünyayı değiştirmeyi bir yana bırakalım, anlamakta bile ne kadar başarılı olduğunuz tartışılır.

“Doğa mahvolmuş, ne gam; yaşasın imparator”

- İmparatorluğun çöküşü, otoritenin sürdürülemez doğasını gözler önüne seriyor. Günümüzde otoriter rejimler, ekolojik krizleri görmezden gelerek veya çarpıtarak kendi çöküşlerini hızlandırıyor gibi görünüyor. Padişahın hikâyesi, bu tür rejimlerin çevresel felaketlerle nasıl bir hesaplaşma yaşayabileceğine dair bize neler söylüyor? Romanınız, ekolojik çöküş çağında otoriteye karşı nasıl bir eleştiri getiriyor?

Ekolojik çöküş o denli her tarafımızda ve roman o kadar kişilerin birbiriyle tepişmesine odaklı ki, çevre felaketinin bir veri olarak kabul edildiği ve çok az işlendiği söylenebilir. Çin’deki durumu andıran, dışarıya başka hiçbir ülkenin rekabet edemeyeceği koşullarda üretim yapan ucuz işgücünü, özellikle uzun süre ayrı kalanların gözüne çarpan şehir büyümesini ve yoğun inşaat faaliyetini arka planda gördüğümüz ya da işittiğimiz sahneler var. Bunlardan hareketle, dünyada olan bitenin farkında olan bir okurun boşlukları kolayca doldurabileceğini düşünüyorum: Sadece para getirisi düşünülecek, o para en tepeden başlayarak seçkin bir zümreye dağılacak, tasmalı oligarklarla ülke kolayca idare edilecek. Doğa mahvolmuş, ne gam; yaşasın imparator... 

“Teknoloji baronları kendi çocuklarını dijital ortamlardan uzun süre uzak tutuyorlar”

- Kadın karakterinizin başkaldırısı, bireysel özgürlüğün sistem karşısında kırılgan ama kararlı bir ifadesi... Günümüz otoriter rejimleri, bireyleri dijital platformlara bağımlı kılarak ve algoritmalarla yönlendirerek yeni bir tutsaklık yaratıyor. Romanınızdaki bu özgürlük mücadelesi, bireylerin teknolojik zincirlerden kurtulması için nasıl bir ilham kaynağı olabilir? Sizce sanat, bu distopik bağımlılığa karşı nasıl bir özgürleşme alanı açabilir?

İlk iki sorunuzla oldukça örtüşüyor bu soru. İlham verme ve sanatın alan açması konusunda söylediklerimi tekrar etmeyeyim, ama bu soruda öne çıkan dijital platformların bağımlılığı konusu gerçekten önemli, o yüzden es geçmek de istemiyorum. Öncelikle sorunun devasa boyutunu, anladığımızı sandığımızdan fersah fersah ileride olduğunu idrak etmemiz gerekiyor. Bunun için önce herkesin Netflix’te The Social Dilemma adlı belgeseli bulup izlemesini öneririm. Gidişatın sonuyla ilgili tahminlerimi bu yılın başlarında “Kitapsız Bir Dünyaya Giden Yol” başlıklı yazımda ele aldım.[1] Sanatın özgürleşme alanı açma potansiyeline gelmeden önce çocuklarımızı özellikle 0-6 yaş aralığında koruyarak işe başlamamız gerekiyor, ağlayıp bizi meşgul etmesinler diye ellerine telefon veya tablet tutuşturmadan önce. Onun ötesinde, özellikle ergen yıllarında ne yaparsanız yapın yasak delmenin bir yolunu bulurlar, ama ilk yıllarda yapabileceklerimizi ihmal etmeyerek hasarı bir nebze önleyebiliriz. Teknoloji baronları kendi çocuklarını dijital ortamlardan uzun süre uzak tutuyorlar, o kadarını söyleyip keseyim.

“Hızla tektipleşen bir toplumda bile hafıza o toplumu bir nehrin kolları gibi besleyen kimlikleri canlı tutar”

- Hakeza sokak köpekleri gibi unsurlar, imparatorluğun kültürel dokusunu simgeliyor. Günümüzde otoriter rejimler, kültürel kimlikleri manipüle ederek sahte bir “birlik” narratifi yaratıyor veya kimlikleri düşmanlaştırıyor. Romanınızdaki kültürel çeşitlilik, bu tür manipülasyonlara karşı otantik bir kimlik anlayışını nasıl savunuyor? Sizce edebiyat, kültürel kimliklerin özgünlüğünü koruma mücadelesinde nasıl bir rol oynayabilir?

Edebiyat –gözü kapalı veya içe dönük değilse, açık ve etrafına bakıyorsa– farklılıkları görünür kılar. Tek yaptığı bu değildir elbette ama anlattığı şeyi iyi anlatmak diye bir derdi varsa bunu da başarmış olur. Kimliklerin özgünlüğünü koruma mücadelesinde ne kadar yol kat edebilir, medyanın ve sinemanın yüksek sesle aksini pompaladığı ortamlarda, bilemiyorum. Hızla tektipleşen bir toplumda bile hafıza o toplumu bir nehrin kolları gibi besleyen kimlikleri canlı tutar. Hemen her konuda söyleyecek bir sözü olan Celal Şengör, bir yandan sömürge faaliyetinin neferi Kristof Kolomb’a sayısız olumlu özellik atfederken diğer yandan buna da işaret ediyor: “(...) ben kendi ailem içinde dahî, bir zamanlar Habeşistan’dan köle olarak getirilmiş Nayleka (Naile) isimli zenci bir kadını tanımıştım. Gerçi ben tanıdığımda, Nayleka elbette artık köle değildi, ama yaşamına Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında köle olarak başlamıştı (köleyken Yavuz zırhlısında aşçı yamağı olarak çalışmış!); âzâd edildikten sonra (veya az önce) Preveze’de anneannemin bakıcılığını yapmış ve sonra aile içinde kalmış. Yani kendi toplumumuzda bile kölelik kurumu 20. yüzyıla kadar uzanır!”[2]

İfe, Eyasu gibi roman kişileri, Ümit Bayazoğlu’nun Arap Kızı Camdan Bakıyor’da izini sürdüğü insanlar, edebiyatımızda çok fazla yok, var olduklarında da kenardalar. Romanın sonlarına doğru tanıştığımız Ohannes ve ailesi içinse, Türkçe edebiyatta biraz daha görünürdeler diyebiliriz, ama Ohannes’in romandaki meta-eleştirisinde olduğu gibi, bazen olumsuz betimlemelerden yakayı sıyırsalar bile çeperde kalmaya mahkûmlar: “Onların dilini kendi harfleriyle, kendi hikâyesiniyse hep onların harfleriyle okuduğu gibi, kendi hayatını da onların gözüyle görüyordu bazen. Merkezinde yer aldığı hikâyenin başkalarının hikâyesine dönüştüğünü, kendisinin köşede bir yere sıkıştığını tecrübe ediyordu, defalarca.”

“Murad’ın merakını doğrudan II. Abdülhamit’in yaşamından aldım”

- IX. Murad'ın 'polisiye roman okuma' takıntısı, iktidarını nasıl şekillendiriyor? Gerçek hayattaki suçları çözme çabasıyla kurgusal dünyadaki kontrol arzusu arasında nasıl bir paralellik kurulabilir?

Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi Murad’ın bu merakını doğrudan II. Abdülhamit’in yaşamından aldım. Abdülhamit’in paranoyak kişiliği, müstebit iktidarı kaba hatlarıyla da olsa o kadar iyi biliniyor ki bu iki soruyu sorduğumuz anda cevapları da önümüzde. Ne desem işaret ettiğiniz olguları sorularınız kadar açık ve öz ifade edemem. Eklemek istediğim tek şey, gerçek hayattaki suçlar da çoğu zaman suçtan ziyade padişaha muhalefet, bu da düz mantıkla devlete yönelik tehdit demekti. Dolayısıyla burada padişahın kurmacayı kontrol etmek istemesinin paraleli sadece faile ulaşmak değil, fail dâhil herkesi zapturapt altına almak denebilir.

“Edebiyat tarihinden ziyade siyasi tarihimize değinmek isterim”

- Roman boyunca peşine düşülen elyazması, neden somut bir 'nesne' olarak temsil ediliyor? İktidarın yazılı tarihe olan saplantısı, bu metafor üzerinden nasıl eleştiriliyor? Elyazması metaforu, iktidar ve bilgi arasındaki ilişkiyi sorgularken, edebiyat tarihindeki benzer motiflerle nasıl bir diyalog kuruyor?

Çok başka denizlere açılmadan önce romanın tohumu, çıkış noktasıydı o elyazması; daha doğrusu bir kişi için çok önemli olan ve başka hiç kimse için bir değer taşımayacak bir nesnenin hoyratça o kişiden sökülüp alınması ve bir daha geri gelmemesinde simgelenen otorite kudretiydi. Before Night Falls (Karanlıktan Önce) filminde işlenen, Reinaldo Arenas’ın yazdığı ve polisin alıp götürdüğü sayfalara, ülkemizin yakın tarihinde bu şekilde yok edilen sayısız kayıp metne bir nevi ağıt yazmak için yola çıktım İmparatora Veda’ya başlarken. Bunun ötesinde, elyazmasının içeriğinin görünürde esrarengiz, aslında bildik bir alfabenin ardında gizli olması, birincisi, Meclis tutanaklarında anıldığı deyişle “bilinmeyen dil” vakasına, ikincisi, tarihin bir daha geri gelmesi mümkün olmayan bir aralığında Ermenicenin harfleriyle Türkçe yazılan ve iki toplum tarafından okunabilen kitaplara göndermeydi. Dolayısıyla, ilk bakışta belli olmasa da nesne ve içerik olarak o elyazması, benim gözümde merkezi konumda duruyor romanda. Bunun iktidarın “doğru” yazılı tarihe atfettiği önemle, sizin deyiminizle saplantısıyla ilişkisine gelince, bu yazanın farkındalığından çok okuyanın zihninde kurduğu bir bağlantı, edebiyatın hoş sürprizlerinden biri.

Buradan iktidarla bilgi arasındaki ilişkiye gelirsek, edebiyat tarihinden ziyade siyasi tarihimize değinmek isterim. Yine doksanlarda ve sonrasında ürün veren aykırı tarihçilerden aldığım feyzle işaret etmek istediğim, tarihimizde bilginin paylaşılacak ve birlikte aydınlanmaya olanak verecek bir olgudan ziyade saklanacak, kıskançlıkla korunacak bir silah olarak görülmesi. Bazı arşivlerin sadece “bizim işimize yarayacak şeyler yazacak” araştırmacılara açık olması gibi. İşin metafor-ötesi veçhesi böyle. Edebiyat tarihindeki benzer metaforların bulunup ayrılıştırılmasını akademisyenlere bırakıyorum.

“Kadınlar çağlara yayılan ataerkil baskı rejimini törpülemeye örgütlenerek başladılar”

- İfe'nin başkaldırısı, neden bireysel bir intikamdan ziyade 'tarihi değiştirecek' bir eyleme dönüşüyor? Onun mücadelesi, geleneksel 'kurtarıcı' figürlerinden nasıl ayrılıyor? İfe karakterinin direniş biçimleri, tarihsel kadın direniş figürlerinden hangi açılardan ayrışıyor? Bu farklılıkların metnin politik alt metniyle nasıl bir ilişkisi var?

Tarih bazen yaptıklarımıza bizim amaçladığımızın hatta hayal edebildiğimizin ötesinde bir işlev yükler. Gavrilo Princip’in arkadaşlarıyla birlikte köyünden Saraybosna’ya doğru yola çıkarken cihan harbini başlatmak amacını taşıdığını sanmıyorum. İfe’yi Princip’ten ve benzerlerinden ayıran, tam anlamıyla yalnız olması. Görebildiğimiz kadarıyla uzun yıllar, hatta on yıllar boyunca yalnız İfe (“yalnız efe”?). Bu onu tarihin öne çıkardığı ve genellikle erkek kurtarıcı veya isyankârlardan ayırdığı gibi, kadın hareketlerinden de ayırıyor. Kadınlar çağlara yayılan ataerkil baskı rejimini törpülemeye örgütlenerek başladılar. Harriet Tubman, Nezihe Muhiddin, Ida B. Wells, birçok örnek sayabiliriz. İfe örgütsüz, başına buyruk, kendisine adaleti bir nebze geri getirmek dışında bir işlev atfedip atfetmediğini de kesin olarak bilemeyiz. Bu farklılıkları doğuran iki unsuru geriye bakarak tespit edebiliyorum: Birincisi, küçük bir “oyuncular” listesiyle büyük bir roman yazmak istiyordum, örneğin Jason Lutes’un Weimar Cumhuriyeti’nin çöküş dönemini anlattığı Berlin üçlemesinin ya da Vasili Grossman’ın Yaşam ve Yazgı’sının geniş tuvaline kıyasla daha kolay içine girilebileceğiniz bir âlem. İkincisi, siyaset arenasını, saray entrikasını sık sık geriye atıp bizi insan yapan daha temel cepheleri öne çıkarmak istiyordum. Bu ikinciye örnek olarak Zeyno Hatun’un çocukluk arkadaşı imparatoru büyük hayallerle ziyarete gitmesi ve o sahnede konuştukları aklıma geliyor ve tabii bunun arka planında hemen politik alt metin kendisini duyuruyor; zaten Adalet Kulesi’ndeler bu konuşma sırasında.

“Romanda genel olarak ülke koşulları dünyanın bir-iki kuşak gerisinde seyrediyor”

- Sarayı'ın 2000'lerde hâlâ aktif bir iktidar mekânı olarak kurgularken, mekânın tarihsel işlevi ile çağdaş siyaset arasında nasıl bir bağ kurmayı hedeflediniz? 19. yüzyıl ile 2000'lerin iç içe geçtiği sahnelerde, bir sahnede elektrik kesintisi yaşanırken diğerinde cep telefonu kullanılması, zaman algısı kasıtlı olarak mı bozuluyor? Bu teknik, iktidarın tarihi manipüle etme gücüyle nasıl bağlantılı?

Kazan kaldırılıp kelle alınan, şehzade ve cariye boğdurulan bir mekândı saray; mimarisi, hazineleri, manzarasıyla gözümüzü kamaştırması bu gerçeği değiştirmiyor. Bu ihtişamı bağrımıza basıyorsak, geçmişle zamane siyasetinin takım elbiseli, resepsiyonlu sürümü arasında tarihi kesintisiz devam ettiren bir icraat bağı olduğunu da kabul etmek zorundayız. Manavların dediği gibi, “seçmece yok.” Elektrik kesintisi / cep telefonu meselesine açıklık getireyim. Romanda genel olarak ülke koşulları dünyanın bir-iki kuşak gerisinde seyrediyor, özellikle iletişim teknolojisi konusunda (VIII. Murad’ın Kuzey Kore hanedanını anması boşuna değil). Sonlara doğru ülkenin çağı biraz daha fazla yakalamaya başladığını görüyoruz, Muhammed bin Selman’ın “reform”larını çağrıştıran bir modernleşme yaşanıyor. Verdiğiniz iki örneğin serüvenini izlersek bir tutarsızlık veya zaman algısının romanın gerçeğine aykırı olarak kasıtlı biçimde iç içe geçirilerek kaydırılması yok: 1967-69 yılları arasında bazıları planlı elektrik kesintileri olduğunu görüyoruz. 1980’de bir vakanüvis bu kesintilerin geçmişte kaçınılmaz olduğunu vurguluyor, 1986’daysa artık iyice azalmış olduğunu anlıyoruz. (Bu benim çocukluğumla örtüşüyor. 1970’li yılların sonlarında ve 1980’li yılların başında her muhitte enerji tasarrufu amaçlı iki saat süren planlı elektrik kesintileri olurdu. Apartmanın gençleri eğlence olsun diye tam kesinti öncesi asansöre binip mahsur kalırlardı ki kapıcı başka işi yokmuş gibi gelip tornavidayı asansör kapısının acil durum soketine sokarak hepsini kurtarsın.)

Telefona bakarsak, 1967’de telefon rehberi, yani sabit hatlar var. 1974’te baba Murad sarayda telefonla emir verebiliyor. 1985’te bazılarımızın antikacılardan ya da meraklıların evlerinden hatırlayacağı gibi eski modellere öykünen telefonu görüyoruz. Padişahın makam arasında araba telefonu da var (ABD’de 1946’da kullanıma giren bir teknoloji). 1989 ve 1991 sarayda dâhili telefon kullanıldığını, 1994’te Park Otel’i anımsatan otelden saray kalemine telefon bağlatılabildiğini öğreniyoruz. İlk kez 1995’te cep telefonu devreye giriyor, o da ülkenin dışarıya ucuz işgücüyle üretim yapan fabrika faaliyetine örnek olarak. Ülke dâhilinde imtiyazlı kişilerin alabildiği cep telefonu, 1998’de yaygınlaşmaya başlıyor, bomba saldırılarına karşı sinyal blokajı tedbirini aldıracak kadar. Son olarak, 2002’de Meclis’e nutkunda Murad baz istasyonlarının sayısıyla övünüyor.

1995’te romana giren cep telefonlarının batıyı çok gecikmeden takip ettiğini kendi tecrübemden biliyorum: 1992-93 yıllarında Washington’da çalıştığım mağazada ilk kez cebe girebilecek küçüklükte mobil telefonları satmaya başlamıştık. Üç yılda Murad’ın ülkesine girmiş ve yükselişi birçok fakir ülkede olduğu gibi hızlı olmuş. Romanda otuz yıl çile doldurduktan sonra tahliye olan Dündar Bey için oldukça şaşırtıcı bir gelişme bu, ama bizim için öyle değil. Biraz uzattım, ama sizin işaret ettiğiniz gibi tarihi iç içe geçirmekten ziyade romanın kendi mantığına sadık bir modernleşme olgusu var burada. İktidarın tarihi manipüle etmesine dair en uygun örnekse Dündar Bey’in imparatorluğun tarihçesini sunduğu “Sadakat” bölümü olsa gerek.

“Bazen kısıtlar ve rastlantılar, belirleyici olabiliyor”

- Alternatif tarih yaratırken, gerçek tarihsel olayları bilinçli olarak hangi kriterlere göre değiştirmeyi tercih ettiniz? Örneğin VI. Murad'ın II. Abdülhamid'in yerine geçmesi kararı nasıl şekillendi? Sarayı'ın labirentvari koridorları ve 'kafes' odaları, IX. Murad'ın zihinsel dünyasını nasıl yansıtıyor? Mekânın fiziksel karanlığı ile iktidarın ahlaki karanlığı arasında nasıl bir ilişki var? 

Elim kolum bağlıydı biraz, çünkü işe IX. Murad’ı tarihin belli bir dönemecinde yaratarak başlamıştım, Öykü Gazetesi’nin ilk sayısında yayımlanan uzun bir öyküyle ve o öyküde anlatılanları romanın tam ortasına koyup başını sonunu kurgularken ilk yapmam gereken iş, gerçekte var olmayan VI, VII, VIII. Murad’ları tarih çizelgesine oturtmaktı. II. Abdülhamit, uzun soluklu iktidarının çizelgede işgal ettiği yer nedeniyle gerçek hanedanla Muradlar hanedanının çatallanıp ayrıldığı yere denk geldi. Bazen kısıtlar ve rastlantılar, belirleyici olabiliyor. O noktada yazar olarak elinize verilen kartları oynamak zorundasınız. Okur olarak iç mekânlarla Murad’ın iç dünyası, loşlukla ahlaki karanlık arasında kurduğunuz bağlantılar hoşuma gitti. Bu tür ilişkilendirmelerin roman yazımında çoğu zaman okuyanların, yorumlayanların hanesine yazılması gerektiğini düşünüyorum. Yazarın görünmez eli elbette birçok unsuru planlıyor, hesaplıyor, romanın kuruluş mantığı merkezden dip bucak köşelere de yayılarak bu tür incelikleri doğuruyor, ama okurun zihninde romanın kazandığı boyutları yabana atmamak gerek. Edebiyatın en keyif verici tarafı bu belki de.

“Bir yanda eylemin korkunçluğu var, onun üzerini örtmek istemiyorum”

- Kardeş katli sahnelerinde kanın ve acının –benim için- ayrıntılı tasviri, okurda bir 'rahatsızlık duygusu' yaratmak için mi kullanılıyor? Bu şiddet, iktidarın sıradanlaştırdığı bir rutin haline nasıl geliyor? Kardeş katli sahnelerini anlatırken, tarihsel kaynaklardaki şiddet betimlemeleri ile edebi metindeki şiddet arasında nasıl bir denge kurmayı tercih ettiniz?

Şiddeti fetişize etmemeye gayret ettim, ama siz buna rağmen “ayrıntılı” diyorsanız bazen başarısız olmuş olabilirim. Bir yanda eylemin korkunçluğu var, onun üzerini örtmek istemiyorum. Ama çoğu zaman cinayet anlarını Shakespeare tiyatrosunda karşılaştığımız gibi sahne gerisine taşıdım. Gözetmeye çalıştığım denge oydu. Biraz tarih okuyan birisi çok daha korkunç betimlemelerle –hatta tarih yazıcının bütün bunları olumladığını, en azından hiçbir itirazı olmadığını ima eden ifadelerle–karşılaşacaktır maalesef.

“Halk katmanında bu kıyafet meselesinin kafa karışıklığı yarattığını görüyoruz”

- IX. Murad'ın modern giyim tarzı (bir padişah giydiği için “Adidas” marka algılanan eşofman, Ray-Ban gözlük) ile geleneksel iktidar sembolleri arasında kurduğunuz gerilim, çağdaş liderlik imajlarının tarihsel bir eleştirisi olarak okunabilir mi? Batılı giyim tarzı ve lüks eşyaları, devletin 'modernleşme' retoriğiyle tezat oluşturuyor mu? Bu çelişki, gerçek dünyadaki otoriter rejimlerin görünümüne nasıl bir ayna tutuyor?

Adidas eşofmanı soran çok, fakat kitabın arka kapağında yer alan bu marka metinde geçmiyor. “Son moda eşofman”ı olduğu doğru, minik oğluyla bir örnek Ray-Ban gözlük taktığı da. Adidas, fragmanda boy gösterip filmde eksik olan sahneye döndü ama neyse, işin orası önemli değil. Liderlerin esvap değiştirerek gerçekte ne kadar değiştikleri tartışılır; son örneğini Suriye’de gördük. Kenan Evren üniformasını çıkarınca ne kadar sivil oldu, kıyafet devrimiyle ne kadar çağdaşlaştık, bunlar dinmeyen merak, sonu gelmeyen analiz konusu. Romanın daha ilk bölümünde, Yüksek kaldırım’daki sahnede halk katmanında bu kıyafet meselesinin kafa karışıklığı yarattığını görüyoruz. Belli ki liderlerin dur-kalklı, çelişkili mesajları, bir elde kement diğer elde mühür, zaman zaman fötr şapkanın aksesuar olarak tepesine iliştiği kaftan (ve o kaftanın altından gösterilen sopa), halkın kimyasını bozmuş. İdi Âmin ekolünden gelen diktatörler bu tarz görüntüleri beynimize iyiden iyiye kazıdı. Sömürgenlerin giderayak tayin ettiği bir despot, ceketi süsleyen düzmece madalya kalabalığı, gösterişli bir taht, belki bir asa, saraya çıkan yepyeni, “modern” bir yol, yolun geçmediği yerlerde aç insanlar...

“Spoiler vermekten kaçınıyorum”

- Muradlar'ın çöküşünü anlatırken, imparatorlukların sonu temsilleri edebiyatında yeni bir perspektif sunmayı mı hedeflediniz? Kitabın finalinde, Muradlar'ın çöküşü neden bir 'yağmur altında yıldızların görünmesi' imgesiyle bitiyor? Bu metafor, iktidarın geçiciliği ve doğanın kalıcılığı arasında nasıl bir mesaj veriyor?

Sonlara doğru İfe’nin gördüğü “lacivert bulutsuz gökyüzüne serpiştirilmiş yıldızlar”dan ve sarayın tıp tıp damlayan terk edilmiş odalarından bahsediyorsunuz yanılmıyorsam. Spoiler vermekten kaçınıyorum, ama bu tür bir bitiş veya çöküşte dahi birden fazla yeniden doğuşun (hem olumlu hem olumsuz anlamda) barındığını fark etmemiz çok uzun sürmüyor. Metaforlarıma ise, benden çok okuyanın katkısı olduğu, daha nicelerinin saklandığı, keşfedilmeyi beklediği çok yollu görüşümde ısrar ediyorum.

“Muhatabının veya başkasının cevap vermeye tenezzül etmemesi akıl alır gibi değil”

- “Yavuz Ekinci ve intihaller” konusunda yazdığım yazıya (Ekinci’ye bu konuda söyleşi teklifinde de bulundum, fakat sessiz kalmayı tercih etti) dair Parşömen Fanzin’de “Yılın edebiyat olayı” yorumunuzu hatırladım da bu olaydaki taraflardan biri siz olsaydınız ne yapardınız? İntihalleri ispatlanmış, intihallerle anılan bir yazarın yazı hayatının sürmesi, desteklenmesi genel anlamda okura bir hakaret değil midir?

Sizin giriştiğiniz ayrıntılı analizin bir cevabı olması gerektiğini düşünüyorum. Yazınızda geçen “Celal Üster’in sorduğu soru”ya da muhatabının veya başkasının cevap vermeye tenezzül etmemesi akıl alır gibi değil. Yorumum doğru dürüst gerekçelendirilmeyen ve çoğumuzun okuyunca inandırıcı bulmadığı bir karara (Bit Palas’ın Sinek Sarayı’ndan intihal bir eser olması) bu kadar ilgi gösterilmişken çok daha kapsamlı incelemelerin (Elif Şafak-Marc Nishanian, Yavuz Ekinci-Hasan Ali Toptaş, Yavuz Ekinci-Jaklin Çelik) kaybolup gitmesi üzerineydi. Taraflardan biri derken, emeğimin çalındığını düşünen taraf olsam, mahkeme yolunu seçeceğimi sanmıyorum çünkü içinde bulunduğumuz ortamda yargıyla kurulması tavsiye edilecek tek ilişkinin sıfır ilişki olduğunu düşünüyorum. Yazar oluşumlarının, özellikle sendikaların mahkemelerden önce bu konularda öne çıkması, aktif rol olması, görüş bildirmesi hepimizin yararına olur. Oradan bir uzlaşma çıkar mı bilmiyorum, ama o noktada okurun önüne konan görüşleri değerlendirerek bilinçlenmesinden ve tavır almasından bahsedebiliriz.

- Edebiyat ortamı da insanın namusunu, haysiyetini koruması hem kendi hakkını hem başkalarının hakkını-hukukunu koruması-kollaması gereken bir yer oldu artık. “Cesaret” demeyelim de hakkaniyetli kişiler arasında saygı duyduğum çok az yazardan birisiniz. Bana vakit ayırdınız, teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim. Hakkaniyetli kişilerin sanılandan fazla olduğunu umuyorum.


1 https://parsomenfanzin.com/2025/01/30/kitapsiz-bir-dunyaya-giden-yol-aziz-gokdemir/

2 https://artigercek.com/haberler/celal-sengor-kristof-kolomb-heykelinin-indirilmesi-beni-uzdu

https://t24.com.tr/yazarlar/ayfer-feriha-nujen/kisa-cop-uzun-copten-hakkini-alacak-celal-uster-in-sordugu-soru,45865

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Zemberekler arasında zaman labirentleri: Kimlik, bellek ve hakikat arayışı

Orhan Pamuk’un romanlarında “gerçeklik” ve “hakikat”in bulanık sınırları rüyalara açılan zaman labirentlerinde rehber bir motif olarak, “gerçeklik” ile “hayal” arasındaki sınırları da bulanıklaştırır ve daha nice “Gizli Yüz”lerin ortaya çıkışına zemin hazırlar

Necip Tosun: Ülkemizde ideolojik, tek yanlı, ticari bir çeviri ortamı var

"Farklılık, çeşitlilik, çoğulculuk, birbirinden farklı anlayışlar kaçınılmazdır ve bir zenginliktir. Bu farklılığın zenginliği, tek düşünce hâkimiyetinin sıradanlığına indirgenemez. Bu nedenle 'ötekilik', 'başkalık' önemlidir"

Deniz Goran: Gezi hem coşkusuyla hem travmasıyla farklı hayatlara farklı şekilde dokundu

"Türk Diplomatın Kızı’nda önceliğim bir genç kadının en mahrem düşüncelerini, onun yaşadığı cinsel deneyimlerinde haz kadar, bunların yol açabileceği komik, tuhaf ve rahatsız edici anları sansürsüzce ve içten bir anlatımla aktarabilen bir kendini keşfetme hikâyesi yaratmaktı"

"
"