27 Mart 2024

"Tutti Frutti"den Kızılcık Şerbeti'ne

Diğer her şey hayatın olağan seyrine uygunmuş gibi, laikçi görünümlü siyasal İslam propagandası pompalanıyor, diye isyan eden edene

Kızılcık Şerbeti dizisi

Hiçbir şey bize gerçekten yabancı değil, her şey birbirine bağlı ve bizi ilgilendiriyor. Biliyoruz ama hâlâ anlamakta zorlanıyoruz. Bu yüzden kendimizi kendimizden daha büyük ve gördüğümüzden daha derin bir şeyin parçası olarak tanımak, tamamlamak gibi bir durum var ve anlamlandırmak…

Amarcord, Fellini'nin 1973 yılında çektiği en sevilen filmlerinden biridir. Rimini lehçesinde hatırlamak anlamına gelir. Film bizde ancak 1981 yılında gösterilmişti ve hayatımıza unutulmaz karakterler katmıştı. Ağacın tepesine çıkıp "Kadın istirem" diye bağıran kuzen gibi, faşizmin sinsice yükselişi gibi, bize görsel bir şölen olarak sunulan tavus kuşu gibi. O yıllarda yerli/yabancı nice sinema yazarı tavus kuşu üzerine tonla yorum yaptıktan sonra Federico Fellini bir söyleşide: "Tavus kuşunu göstermemin söylenenler ile hiç ilgisi yok. Hiçbir şey düşünmedim, sadece renklerini sevdiğim için koydum" deyivermişti.

Bu durum kulağıma küpe oldu, anlam yüklerken bir durup yutkundum.

Televizyon dizilerini de bu bakış açısıyla izliyorum. Dualiteye düşmeden, bir karakteri dost diğerini düşman bellemeden, gereğinden fazla anlam yükleyip niyet okumadan. Sıkılmadan izleyebiliyorsam ne âlâ. Bazen de bir dizi dram olarak başlayıp komediye dönüşebiliyor. Bakınız'Kızılcık Şerbeti. Kızının mütedeyyin bir aileye gelin gitmesi üzerine ortalığı kasıp kavuran laisist Kivılcım'ın gönlü bir süre sonra dini bütün Ömer'e kaydı. Hadi oldu diyelim. Ömer hoş adam. Derken bir başka zengin Ertuğrul ile ortak yönleri olduğunu anladı ve dini yaşam biçimi olarak seçmiş adam ile yakınlaştı. Derken aykırı, vurdum duymaz Alev hiç olmayacak şekilde namazında niyazında dede Apo'ya aşık oldu. Yetmedi evin 18'indeki modern küçük kızı evli iki çocuklu adama gönül verip başını kapayıp kuma oldu. Dahası çılgın TV patronu Rüzgar türbanlı, evli Nursema'ya takıldı kaldı. Başı kıçı açık, Türkçesi bozuk, cep telefonuna yapışık yaşayan kızların ne kadar boş olduğunu anladı.

Dizide bir tek anneanne kaldı İslamcı'ya gönlü kaymayan, kendi ahlak ve yaşam düzeyinde tutarlılığı süregelen. Kızılcık Şerbeti'nde İslamcı erkeklerin hepsi zengin iş adamları, devasa konaklarda oturuyor, muhteşem binalarda çalışıyorlar, İslamcı olmayan sıradan faniler ise parasız ve ayıptır söylemesi biraz ezikler. Şimdi kadınlar güçlü paralı İslamcılara şeytmesinler de ne yapsınlar…

Sosyal medyada epeydir Kızıl Goncalar ve Kızılcık Şerbeti gibi AB düzeyinde reytingi yüksek dizilerdeki söylemlere yönelik tepki var. Seküler kesimi ülkeden kopuk, cahil, evde topuklu pabuçlarla gezen, işi gücü yokmuş gibi kanepede uzun uzun fotoğraflara bakan, hedonist tiplemelerle canlandırmaları izleyiciyi rahatsız etmeye başladı.

 Kızıl Goncalar'da doktorun haylaz kızının bilge Cüneyt 'e:

- Bir şey ısmarlayayım. Çay kahve?

- Ramazan…

- Ramazan kim?

Muhabbeti "tostumu yedim" gibi magazin klasikleri arasındaki yerini aldı bile.

Diğer her şey hayatın olağan seyrine uygunmuş gibi, laikçi görünümlü siyasal İslam propagandası pompalanıyor, diye isyan eden edene.

Öte yandan İslamcı kesimde rahatsız olanlar da var. "Fetocu Necati Şahin (Kızıl Goncalar'ın senaristi) dindar ailelerin bağnazlık ve cahillik ile tasvir edildiği iki dizinin de yapımcısı Faruk Turgut ile çalışıyor. Toplumsal ayrışmayı körükleyen ve dindarları uç örneklerle düşmanlaştıran iki dizi gerçeklikten uzak sahneleriyle tepki topluyor. Oysa Şahin yıllar önce dini ve dindarlığı savunmuştu. Aynı senarist Fethullahçı Terör Örgütü'nün propaganda filmi Selam'ın da senaristliğini yapmıştı" falan diye…

Hâl böyle iken olayın sosyolojisine de zoom yapılılıyor doğal olarak. Nevşin Mengü'nün Youtube kanalından Orhan Şener Deliormanlı ile yaptığı söyleşiyi kayda değerdi. Deliormanlı bilinçaltının dışavurumuna ve hidayet romanlarına gönderme yapan geleneğe dikkat çekiyor, kız İslamcı çocuğa aşık olur, bataklıktan kurtarılır, Kara Murat kaleyi fetheder prensesle de yatar...

Deliormanlı'nın altını çizdiği esas önemli mesele ise; 15 Temmuz sonrası "Bunların karıları bize helaldir", "Yeni bir Türkiye kuruluyor siz eskisiniz, defolun gidin" gibi söylemler ve geçtiğimiz günlerde Fahrettin Altun'un '"Siyasi hegemonyanızı bitirdik, kültürel hegemonyanızı da bitireceğiz" salvosu.

Kızıl Goncalar'da Sadi Efendi geçen hafta "Bizi nasıl kabul etmezler, biz bu milletin harcıyız" diyordu. Deliorman da haklı olarak soruyor: Bu tarikatlar yerli ve milli mi?

Diyeceğim şu ki AB grubu ağırlıklı olarak seküler takım zaten. Türkiye Raporu'nun geçen yıl yaptığı bir araştırma yüzde 80 oranlarında tarafların kendi kanallarına kilitli olduklarını ortaya koyuyordu. Yani kimse birbirini izlemiyor, dinlemiyor. Ne kötü, kendi kendimize konuşuyoruz.

Berkun Oya'nın Netflix'te gösterilen "Bir Avuç Alkış"ını da zaten darbe yemiş, dibe vurmuş orta sınıfı hicvetmekle suçlayanlar var. Proje çocuk iflas etti diyen de... Ben ise reenkarnasyon ile ilgili bir dizi izlediğimi düşünüyorum. Annesinin şehirli kaygılarından dolayı dünyaya gelmek istemeyen bir bebek, geldikten sonra da amaçsız, kırgın, uyumsuz bir çocuk olur, annelerin hamile iken bir bankta otururlarken karındaş yan komşusu bebeğin kafası ise nettir. Başarmak, aşmak ister. Başarır da. Bizimki ise sonunda Budist görünümlü (portakal rengi giysiler) Hint fakiri olur çıkar.

Zavallı anne, değil proje yapmak sıradan bir evlada sahip olamamanın dramı içinde kahrolur. Karşımızda proje yapan değil hüsrana uğramış bir anne var yani. Kaldı ki bu Berkun Oya'nın ütopik bir canlandırması değil. Tüm dünyada çok yaygın ve gerçek bir dram amaçsız nesiller...

Derdim yeni saptamalar yapmak değil, izlediklerimize günlük siyasi pencereden bakarak bütünsel bir değerlendirme yapılabilir mi diye sormak.

Sonuçta belgesel izlemiyoruz. Senaristin aslına sadık kalmak gibi bir sorumluluğu yok. Dolayısıyla bizim de seyirlik bir şeyi senaristten daha fazla ciddiye alma gibi bir sorumluluğumuz olmayabilir.

Ülkedeki kandırılma korkusu, izleyicinin ortalama bir zekâya sahip olmadığına kadar götürüyor insanları.

Bir de unutmayalım ki halkımız yazılı bir kültüre bağlı olmadığı için bir durumdan diğerine hızla geçebiliyor. 1990'larda Show TV'de gece yarısından sonra yayınlanan "Tutti Frutti" mesela. Kızların her birinin bir meyveyi temsil eden açık göğüsleri Katolik İtalya'da büyük tepki çekerken, bizde değil tepki homurdanma bile olmadı. Ergeni yaşlısı herkes ağzı kulağında memnun memnun izledi. Türkiye 90'larda Müslüman değil miydi?

Kültürel /etnik gibi siyasi amaçlı suni bölücülükler bir süre için kabul görür ama uzun vadede kendine yer bulamaz. Rahmetli Ömer Lütfü Mete bir TV programında "Sabah uyandığımda aklıma gelen ilk şey Türk olmam ya da mezhebim değil, oğullarımın rızkını nasıl çıkaracağım" demişti.

Hayat bu minvalde ilerliyor …

Kültürel egemenliğin (bu bir kültür savaşı ise) kimde kalacağını ise zaman ve ürün belirler.

Savaş ile alakası olmayan, savaş kahramanları da pek olmayan İtalyanlar mesela, "Bella Ciao" ile 100 yıldan fazla süredir dillerden düşmeyen en güzel direniş türküsüne imza attılar. İmza lafla değil yapıtla atılır. "Onlardan" geriye kültürel bir miras değil beton kaldığı da gün gibi ortada.

Uzun vadede ayrılıkçılığın değil bütünleştiriciliğin kazanmasını umuyorum, okyanusa kavuşamazsan su birikir bataklık olur…

Gazeteci, dizi kahramanını mahkemeye verdi

Alisa Toaff - Rocco Siffredi

Netflix'te bizde bir ara ilk 10'a giren Süpersex dizisinin vizyona girmesi vesilesi ile Rocco Siffredi ile söyleşi yapan gazeteci Alisa Toaff, cinsiyetçi ve tacizci tutumu dolayısı ile porno yıldızını mahkemeye verdi.

"Söyleşi yayınlandığı andan itibaren bir kadın, bir anne, bir profesyonel olarak taciz bombardımanına tutuldum. O kadar ki meslektaşlarımı bile ikna etmek zorunda kaldım. Oysa 30 yıldır bu işi yapıyorum" diyen Toaff, Adnkronos Ajansında çalışıyor.

Gazeteci ile Siffredi dizinin yayın tarihinden kısa bir süre önce Roma'da bir otelin lobisinde buluşuyorlar. Keyifli bir söyleşi yapıyorlar. Hatta gülerek birlikte poz veriyorlar. Ancak daha sonra porno yıldızı yazı işlerini arıyor ve metinden bazı bölümleri kaldırtıyor, başlığı belirliyor, onayladıktan sonra da yayınlanıyor.

Ne var ki yayınlanır yayınlanmaz Siffredi gece boyunca Toaff'a hakaret mesajları atıyor: "Senin kıçın yok (İtalyan argosunda cesaretin yok anlamında) çünkü bir kadın böyle olursa bu gerçekten kıçının olmadığı anlamına gelir. Biraz ara ver, normal olmayı öğrenebileceğin bir düzeye gel", "Sen gazeteci değilsin, faydacısın, şişirilmiş makalelerini satma derdindesin" falan gibi mesajlar.

Birkaç saat süren hakaret bombardımanından sonra tepkilerin hiç de fena olmadığını gören oyuncu bu sefer: "Baştan sona okudum, sorun yok. Düşündüğüm gibi değilmiş. Deli olduğumu düşüneceksin ki zaten düşünüyorsun. Ne yapayım her şeyi kötü görüyorum, her şeyden şüpheleniyorum. Kusura bakma" diye yazıyor.

Bu arada söyleşi sırasında depresif olduğunu, seks filmleri çekmeye de depresyondan çıkabilmek umuduyla başladığını söylüyor.

Ne var ki Siffredi'nin geri adım atması gazeteciyi yumuşatmıyor, 20 Mart'ta mahkemeye gidiyor.

Mahkeme süreci başladıktan sonra ikisi arasında hakaretler yine havalarda uçuşuyor, Toaff "Erkek olsam buna cesaret edemezdi" derken, oyuncu da "Karımı ağlattı, özür dileyecek" diyor.

Çirkef bir durum yani.

Yazarın Diğer Yazıları

Hükümetlerin, savaşların zulmüne uğrayan yazarlar, şairler

Uluslararası PEN hükümetlerin - savaşların zulmüne uğrayan yazar ve şairler hakkında bir rapor yayımladı

Mazisi silinenlerin ülkesi olduk

Niyetim bıkmadan usanmadan yaşadığımız topraklarda insanların giderek sığınabilecekleri rutinlerinin, mekanlarının elinden alınmasına dem vurmak

Sahte dünya sahte gündem

Fran Lebowitz'in New York'un nasıl mahvolduğunu, kimliksizleştirildiğini ve gelmiş geçmiş bütün belediye başkanlarından ne kadar nefret ettiğini yazmasını çok sevdim. Mahvedilen tek yer İstanbul değil neyse ki, diye zevkle kaşınarak…