02 Mart 2024

Mazisi silinenlerin ülkesi olduk

Niyetim bıkmadan usanmadan yaşadığımız topraklarda insanların giderek sığınabilecekleri rutinlerinin, mekanlarının elinden alınmasına dem vurmak

İki adam; birinin adı Hirayama, diğerininki Baumgartner. İlki Wim Wenders'ın yeni filminin kahramanı, diğeri Paul Auster'ın yeni romanı Baumgartner'in. Biri Tokyo'da umumi tuvaletleri temizliyor, diğeri Princeton'dan emekli felsefe profesörü. İkisi de yalnız yaşıyorlar, birinin tercihi, diğeri zorunluluktan.

Coğrafyalar çok farklı olsa da hayatları paralel ilerliyor sanki Wim Wenders'ın Perfect Days'i ile Auster'ın Baumgartner'inde. Birbirlerini tanımıyorlar, yönetmen ile yazar da muhtemelen birbirini tanımıyor ama tanışmadan konuşuyorlar sanki.

Kusurlu hayatlar

Hirayama 60'lı, B 70'li yaşlarda. İlki küçük bir dairede yaşıyor ve her gün basit ve mekanik zen ritüellerini tekrarlıyor, uyanmak, tatamiyi katlamak, tıraş olmak, bonsai'ye su püskürtmek, iş tulumunu giyinmek, makine başında kahve içmek, arabaya binip, kova ve süpürgeyse Tokyo tuvaletlerini en ince ayrıntısına kadar temizlemek.

İkincisi New jersey'de, 10 yıl önce aniden ölen karısı Anna'dan sonra ıssızlaşan evinde yaşıyor. İkisi de yalnız ama ikincisi bağlılığın ne olduğunu biliyor.

Japon esas olanı bulmak için feragat etmeyi seçmiş, Amerikalı ise esas olanı kaybetmiş ama feragatten vazgeçmemiştir. Makaleler yazar, kayıp uzuv sendromlarını inceler.

Olay yok, ikisinin de rutini var.

İkisi de köpründen önceki son çıkıştalar, yaşlanmak, giderek daha az bilmek ve daha fazlasını istemek, daha daha...

Adanmışlıkla işlerini daha iyi yaparak direnmek istiyor kahramanlarımız. Hirayama için kolay çünkü tuvalet temizlemek ayrıntı isteyen bir şey zaten. Ama B anılarına hapsolmuş biraz. Hirayama zenginlikten kaçmış, acılarla dolu bir geçmişin izlerini temizleyerek aşmaya çalışıyor gibi.

Hayatlarına azıcık insan giriyor, temelde yalnızlar. H'de B'de nazik insanlar aşk nedir biliyorlar. Her ikisi de ölçüsünü, esasın sınırı olarak da tercüme edebileceğimiz, bazen kusurlu, kalıcı ve eksik güzellik olarak kabul edilen "wabi sabi" de, çokluktan da azlıktan da uzak durarak dengede durmaya çalışıyorlar.

Anılar, öğleden sonralarının azalan ışığı, battaniyenin sıcaklığı...

Yetmişlerinin sonundaki bu iki sanatçı bize iki karakter sunuyor; geçmiş ve geleceğin yaşandığı mekanlarda.

H ve B, şefkatli adımlarla hiç ses çıkarmadan giriyorlar hayatımıza.

Uyanık olduğu saatlerde ve rüyalarında, ağaçların arasından süzülen ışığın peşinde koşan Hirayama, son sahnede gözleri güneşle, gülümsemeyle ve gözyaşlarıyla dolarken, B bir kapıyı çalar ve bekler, gerçek nostalji geçmişe değil geleceğe yönelik de olabilir değil mi?

Bu iki kahraman da bize yaşamaya çalışmanın yaşamak olduğunu fısıldıyor sanki.

Kentsel dönüşüm ile silinen mazi

Niyetim film ya da kitap değerlendirmesi yapmak değil tabii ki. Niyetim bıkmadan usanmadan yaşadığımız topraklarda insanların giderek sığınabilecekleri rutinlerinin, mekanlarının elinden alınmasına dem vurmak.

Kentsel dönüşüm adı altında 20 - 30 yılda bir kötü yapılmış binalar sil baştan yeniden yıkılırken insanların hayatları da yıkılıyor, maziler yok ediliyor, doğduğumuz, büyüdüğümüz, okuduğumuz mekanlar yerle bir oluyor.

Duygu Asena ile İzmit depreminden sonra Milliyet adına birkaç gün bölgeye gitmiştik. Yaşananlar malum; insanlar çadırda aç açıktaydı. Şimdilerde Hatay 'da olduğu gibi. Oradaki acıklı manzaradan iki şey zihnimden silinmedi: Gönderilen bazı kıyafetlerin terbiyesizliği ve bir psikoloğun "toparlanabilmeleri için bir rutinlerinin olması lazım. Temizlenecek bir ev, gidecek bir iş. İnsan psikolojisini rutin toparlar" tespiti.

İnsanlar evlerinden, topraklarından koparılarak hem mazileri yok ediliyor hem de rutinleri.

Artık inilecek, kedilerle oynanacak bir bahçe yok. Muhabbet edilecek, önünde toplanılacak bakkal yok. Alışılmış çevre yok. Sipsivri yeni apartmanlara eski hayatlar sığdırılmaya çalışılıyor. Bu durum o kadar acıklı ki hiç sevmediğim gecekondular bile gözüme insani görünmeye başladı. En azından herkes birbirini tanıyor. Ortak bir kültür, geçmiş paylaşıyorlar. kahvede kına gecesi, kız isteme törenleri yapıyorlar. Hâlâ birlikte eğlenebiliyorlar. Ayakları toprağa basıyor. Çamaşırlar açık havada mis gibi kuruyor. Çocuklar kapı önünde oynuyor…

Kadıköylü olduğum için yıllardır yakından izliyorum parçalanmayı, kopuşu, demografik değişimi. Bir kere bu kararlar kolay alınmıyor. Yeni ev derdine düşen olduğu gibi, evini seven ayrılmak istemeyen de çok oluyor. Aile apartmanı ise akrabalar, değilse yılların komşuları birbirine giriyor, ana-oğul düşman oluyor.

Uzmanlar ev değiştirmenin yaşlılarda demans riskini artırabileceği durumlar olabileceğine de dikkat çekiyor. Malum yaşlılar yeniyi değil eskiyi sever, eşyaları ile ilişki kurar, çiçekleri ile konuşur…

Kentsel dönüşüm ve deprem yönetmeliği uygulamaları kapsamında yaşananların psikolojik değerlendirmesini yapan Üsküdar Üniversitesi Öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Barış Önen Ünsalver, konuyla ilişkin bu süreçte, yıllardır aynı apartmanda yaşamış komşuların dahi hemen her hafta farklı müteahhitlerle toplanıp huzursuzluk ve ihtilafa düştüklerinin altını çiziyor.

Ünsalver bu dönemde komşulukların da zarar gördüğünü vurgulayarak: "Kimileri kuşkuya düşüp ve bencillikle müteahhidin adamı olmakla suçluyor. Kimileri de inadına zorluk çıkartılmasından şikayet ediyorlar. Zorlu süreç karar verme becerilerini de olumsuz etkiliyor. Her teklif bir ötekinden cazip olabiliyor ve kararda ertelemeler olabiliyor, bir taraftan da deprem olur korkusuyla yaşayan vatandaşların, bir türlü karar veremeyen komşularını kendi hayatlarını tehlikeye atmakla suçluyor" diyor.

Bu kişilerarası çatışmalar bir yana yıllardır yaşanmış olan evin değişimiyle ilgili kaygı ve hüznün yaşandığını ifade eden Ünsalver yeni evin her zaman mutluluk getirmeyebileceğini şu sözlerle açıklıyor: "Bir yandan eski evden ayrılmanın hüznü diğer yandan ara zamanda başka bir eve alışmaya çalışma diğer bir yandan da beklenen yeni ev hayali. Tüm bunlar her yaştan insanın stres düzeyini arttırıp uyum güçlüğü yaşamasına neden olabilir."

Ünsalver bu süreçte yaşlıların daha büyük tehdit altında olduğuna dikkat çekiyor: "(…)Gene evden ayrılmanın verdiği yas ile birlikte depresyon ortaya çıkıp yalancı demans gibi kendini gösterebilir. Özellikle de yalnız yaşayan ve yıllarını geçirmiş olduğu evinin her köşesinde anılarını biriktirmiş olan yaşlının birdenbire yeni bir ortama uyum sağlaması hiç de kolay olmayacaktır."

Psikiyatrist Barış Önen'in bu yazısı 10 yıl önce Dünya Gazetesi'nde yayımlanmıştı. Durum o günden bu yana katlanarak kötüleşiyor. 50 yıldır binaların kötü yapılmasına izin veren devlet hınç alırmışçasına varlığını yeni binaların yapılmasına bağlıyor, inşaat varsa devlet de var.

Annemin evi Bağdat Caddesi'nde Göztepe'deydi. Sokağın tümü iki katlı, panjurlu bahçe içinde evlerden oluşuyordu. Herkes birbirini tanıyordu. Denizden çıkıp üstümüzde bir şort eve geliyorduk. Herkes orta halliydi, hayatlar mütevazi idi. Derken rant saldırıları başladı annemler dahil herkesin binası yıkıldı, yükseldi. Evlerin eski sahiplerinin çoğu gitti, yerine tanımadığımız yenileri geldi. Bahçeler yok oldu, bakkal kapattı, küçük esnaf taşındı. Sonra 1999 depremi yaşandı, yüksekliğin yarattığı tehlike ve korku sardı herkesi ama iş işten geçmişti.

Bir üst sokak da öyleydi, onlar da yıkıldı, gül bahçeleri soldu. Annemin liseden sınıf arkadaşı Rasime, çiçekler içindeki balkonundan beslediği kedileri ile ne kadar mutluydu o sokakta. Derken onun tüm direnmesine rağmen 40 yıldır yaşadığı evi yıkıldı yerini kişiliksiz bir apartman aldı "Hayırlı olsun"a gittiğimizde eşyaları sığmamış yerine hiç tanımadığı yenilerini almıştı. "Ben de karşı komşum da depresyon ilaçları ile ayakta duruyoruz, sıkıştık kaldık" dedi. Mutfağın, banyon güzel olmuş falan gibi tesellilerimizi dinlemedi bile. Bir daha görüşemedik, öldüğünü duyduk.

Antikacılar, eskiciler terk edilmiş hayatlar ile doldu, taştı. Fotoğraflar, ödüller, cumhuriyet kılıçları, insanların adlarının yazdığı nice özel eşya, mobilyalar, porselenler vs.

"Mutlu bir hayat yaşamak istiyorsanız, hayatınızı bir amaca bağlayın; kişilere ve eşyalara değil" demişti Tarkovski.

Teselli bağlamında araya sıkıştırayım dedim; hayatımızı gerçek kurtuluşa, yani varoluşu anlamaya yöneltmek için yaşanıyordur belki tüm bu kaos.

Yoksa her gün seçim vaadi olarak "Size yeni ev vereceğiz" diye bas bas bağıran politikacılara katlanmak imkansız.

Gençlerin kaçtığı, yaşlıların anılarına bile kaçamadığı ülke olduk.

Neruda öldürüldü mü?

Pablo Neruda

Şilili şair Pablo Neruda'nın 1973 yılındaki ölümüne ilişkin soruşturmalar, davanın geçtiğimiz Aralık ayında yargıç Paola Plaza tarafından kapatılmasının ardından yeniden açıldı.

Santiago Temyiz Mahkemesi Birinci Bölümü oy birliğiyle, Neruda'nın yeğenlerinin ve Komünist Partisi'nin yazarın kanserden mi yoksa zehirlenerek bir öldüğüne yönelik iddianın kovuşturulmasına yönelik talebini kabul etti.

Neruda, Augusto Pinochet liderliğindeki askeri darbeden 12 gün sonra eşi Matilde ile birlikte Meksika'ya sürgüne gitmeden bir gün önce 23 Eylül 1973'te Santiago'daki Santa Maria Kliniğinde öldü (CIA darbeler için zahmet edip başka bir ay bile seçmiyor. Eylül iyidir diyor, kış gelmeden).

Prostat kanseriydi. 38 yıl boyunca ölüm nedeni buna atfedildi. Ancak 2011 yılında Neruda'nın şöförü Manuel Araya (geçen yıl öldü), şairin klinikte zehirli iğne ile öldürüldüğünü açıkladı. Bunun üzerine Komünist Partisi ve yeğenleri yeni bir soruşturma açılmasını talep etti. Avukat Elizabeth Flores "Neruda'nın ölüm şeklini açıklığa kavuşturmak için 14 yıldır mücadele ediyoruz" diyor.

Ceset 2013'te mezardan çıkarıldı. Adlı Tıp "Kanserden" dedi, ancak 2017'de farklı ülkelerden oluşan tıp uzmanları inceledikleri kalıntılarda "botolinum" zehirinin varlığını tespit etti.

Ne var ki Yangıç Plaza bu kadar kurcalama yetti bağlamında davayı kapattı.

Şimdi bir grup yargıç önceden yürütülen prosedürlerle soruşturmanın ve gerçeklerin tam olarak açığa çıkmadığını vurgulayarak davayı yeniden açıyorlar.

Neruda'nın ölüm nedeni nihayet ortaya çıkabilir ve "Postacı"dan daha az romantik de olsa sinemaya aktarılabilir.

Yazarın Diğer Yazıları

Hükümetlerin, savaşların zulmüne uğrayan yazarlar, şairler

Uluslararası PEN hükümetlerin - savaşların zulmüne uğrayan yazar ve şairler hakkında bir rapor yayımladı

"Tutti Frutti"den Kızılcık Şerbeti'ne

Diğer her şey hayatın olağan seyrine uygunmuş gibi, laikçi görünümlü siyasal İslam propagandası pompalanıyor, diye isyan eden edene

Sahte dünya sahte gündem

Fran Lebowitz'in New York'un nasıl mahvolduğunu, kimliksizleştirildiğini ve gelmiş geçmiş bütün belediye başkanlarından ne kadar nefret ettiğini yazmasını çok sevdim. Mahvedilen tek yer İstanbul değil neyse ki, diye zevkle kaşınarak…