13 Haziran 2025
Evet, bu kez naçizane dünyaya bir göz atalım. Zaten o dünya da belki insanlık tarihinin en karmaşık, karışık, zalim, kuşkulu, hatta düşmanca dönemini yaşamıyor mu? Bu özellikleri tarih boyunca yaşamış Orta Doğu veya Uzak Doğu’nun yanı sıra, bu kez başta ABD olmak üzere birçok ülkede son derece şaşırtıcı olaylar yaşanmıyor mu? Biraz ortak bilincin yanı sıra, yapay zekâ denen yeni büyü insanlığı sarmadı mı? Onun yanı sıra ‘yorgun mermi’, ‘çılgın katil’, ‘kayıp çocuk’, ‘alkollü sürücü’, ‘sahte diploma’ vb. deyişler de tüm dünyayı sarmış değil mi?
İsterseniz o belalı Orta Doğu ile sayfayı açalım. Ve şu İsrail’den başlayalım. Önce daha Galatasaray Lisesi’nde değerli tarih hocalarımızın bizlere öğrettiği şeyler. Özetle ikinci büyük savaştaki unutulmaz Musevi kıyımı, tarihin en büyük soykırım olayı. Ve tek bir ırktan on binlerce insanın acımasızca toplama kamplarında yok edilmesi. Beni öylesine etkilemişti ki bu, ırkçılığı kendimce en büyük insan günahı saydım. Ve özel bir kitapçık bile yazdım: Irkçılığı Gördüm, Tanıyorum adıyla… Hâlâ en onur duyduğum kitaplarımdan biridir.
Ve tüm bunlardan ve savaşın bitiminden üç yıl sonra, 1948 yılında tüm dünyanın -yine o çok sevdiğim sözü tekrarlayayım- ortak bilinciyle, İsrail Devleti kuruldu. Çok gençtik, ama yine de ortalıktaki genel bayram havasını hissediyorduk. Ben zaten yine tarih derslerinde Osmanlı’nın altı yüzyıl boyunca sahip olduğu o ırklara karşı hoşgörü ilkesini ve bunun kesinkes uygulanmasını öğrenmiştim. Bu ülkeyi, bu halkı ve bu tarihi böylesine sevip bir ‘milliyetçi’ kesilmemin temelinde bu yatıyordu. Bu halkı Yahudi’si, Rum’u, Kürt’ü ile sevip korumuş bir ulusun insanı olmaktan daha onur verici ne olabilirdi? Benim okulum Galatasaray’da da onlarla bir aradaydık, sonraları ülkenin her yerinde de karşıma çıkacaklardı. Ne güzel bir şey!
Ama sonra neler neler olmadı ki… İsrail kendisine uzatılan bu görkemli barış havasını bir yana iterek, bulunduğu bölgenin tüm komşularını itip kakmaya başladı. İtip kakmak da laf mı… Kendi dini ve dilinin dışındaki her insanı, bunca yıl (hatta yüzyıl) sonra yeniden katletmeyi görev bildi. Hemen yanı başındaki Gazze’de, çoluk-çocuk veya erkek-kadın demeden öldürdüğü aylık, haftalık, hatta günlük insan sayısı hayal edebileceğiniz sayıların çok ötesine geçti. Acaba bu, o korkunç Nazi kıyımının geç kalmış bir intikamı mıydı?
Çevremdeki Yahudi arkadaşlarıma sordum, ama doğrusu onlar da aynı dehşetin içindeydiler. Ve verecek bir yanıtları yoktu.
Böylece günümüze geldik. Buna yüreği dayanmayan ve bizzat eyleme geçen bir gurup, Madleen adlı bir gemiyle Gazze’ye dayandı. Onlara aktivist deniyordu. Sözcüğe baktım, bu eski ve yüzyıllardır kullanılan bir kelimeydi.
En son, Gazze’ye insani yardım taşımak için yola çıkan 12 kişi yine İsrail tarafından deyim yerindeyse kovulmuştu.
Daha da ötesi, İsrail tam sekiz aktivistin tutuklanmasına karar vermişti. Başlarında bu işlerin öncüsü İsveçli Greta Thunberg bulunuyordu: Nobel ödülüne aday gösterilmiş cesur bir kadın… Bu 12 kişinin içinde iki Türk’ün de bulunması bizim için iftihar vesilesiydi: Şuayb Ordu ve Yasemin Acar. Acar, bir Alman vatandaşı olduğu için oraya dönmek üzere ayrılmıştı. Değişik ülkelerden diğerleriyse birer ikişer geri gitmeye başlamıştı. İşte çok kısa bir süre içinde inanılmaz kurban vermekte tereddüt etmeyen ve Orta Doğu’nun o son derece riskli dengesini yeni baştan allak-bulak eden İsrail’e son bir bakışım. Bir ara ziyaret etmiştik ama artık yolumuzun düşeceğini hiç sanmıyorum.
Öte yandan, dünyanın geri kalanına bir bakınız… Benzer karışıklıklar, kavgalar oralarda da yok mu?
ABD’de Trump dönemi tam bir tartışmaya dönüştü. Los Angeles’ten San Fransisco’ya tam bir kargaşa…
Trump’a karşı davalar açılıyor; Beyaz Saray’da başkanın adamı mı düşmanı mı olduğu anlaşılmayan Elon Musk birbirlerine giriyorlar… Ve oralara gönderilen ‘ulusal muhafızlar’ kamuoyunda bir iç savaşın habercisi sayılıyor. Benim merakım şu: Acaba bu kargaşa İstanbul’umuzdaki o artık iyice yerleşmiş Trump Tower’a da uzanır mı?
Avrupa’daki cehennem de sürüyor. Putin hâlâ Ukrayna’yla uğraşıyor. En son o zavallı Zelenski’nin ülkesine tam 479 adet savaş aracı yollamasın mı! Kim saymış acaba? Yine o iki ülke esir takası yapıyorlar, ama sadece 25 yaş altı olanlar için! Ya öbürleri ne olacak?
Öte yandan Avrupa’nın o medeni ülkelerinde de neler neler oluyor. Tek bir örnek: Avusturya’nın Gray kentinde bir okula yapılan saldırıda dokuz öğrenci ve iki öğretmen ölmüş.
Ve katil de intihar etmiş… Hani bizde böyle şeylerin daniskası oluyor diyebilirsiniz. Ama canım, o medeniyetin beşiği sayılan o ülkelerden de böyle şeyler beklenir mi?
İşte bu üst üste gelen ikinci yazıda da naçizane dünyanın gidişatına bir bakış atmaya çalıştım. Umarım ilginizi çekmiştir.
Önceki yazımda önemli köşe yazarlarımızı sayarken bir satır nedense düşmüş. Onları da eklemek isterim:
Uğur Dündar, Saygı Öztürk, Emre Kongar, Özdemir İnce, Yılmaz Özdil, İşıl Özgentürk, Sevgi Özel, Sayım Çınar gibi…
Onlara ve daha başkalarına sevgi ve saygılar.
Atilla Dorsay yazdı: Neler oluyor bu ülkede neler… Bir de biz bakalım
Atilla Dorsay kimdir?Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" ve "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.." |
Karşımıza gelen film sıradan bir gerilim değil. 'Kasırga', daha çok kötülüğün ve zulmün şaha kalktığı bir dönemin ve insanoğlunun canavarlaşmasının da öyküsü. Kendine özgü bir havası ve ritmi var. Ve belli bir gerçek-üstücü yapısı...
Son Damla, hem bir kadın hem de tam bir kapalı mekân filmidir. Karşımızdaki film kusursuz değil ama öylesine özgün yanları var ki... Yazar-yönetmen Tyler Perry seyirciye ‘happy end’ mi yoksa ‘mutsuz son’ mu sunacak, hiç bilinmiyor. Artık hangisi çıkacak bahtınıza, görünce anlarsınız!
Kadın-erkek demeden, gerçek suçu aramadan, Yargıtay’dan Danıştay’a adaletimizin zirve noktalarına danışmadan yürütülmeye çalışılan bir sözüm ona adalet... Kimi inandırıyorsunuz, kime maval okuyorsunuz, adalet diye bize sanki soğumuş bir Türk kahvesi sunuyorsunuz?
© Tüm hakları saklıdır.