18 Mayıs 2025

Hayır diyememek: Sessizlikle yönetmek, belirsizlikle dışlamak

Gerçek nezaket, duygusal gerilimden kaçmak değil, belirsizlik üretmemektir. Karşımızdakini üzmemek için söylemediklerimiz, sonunda daha çok yaralar. Bazen hayır dememek, sadece kendimizi düşünmektir

Bu hafta Sara Ahmed İstanbul’daydı. Etkinliğe yer bulamadım. İlk an üzüldüm ama sonra fark ettim ki o saatte zaten dersim vardı. Konuşmanın başlığını ise bu yazıya başladıktan sonra gördüm: “Hayır!” Ahmed'in bu konuşmada ne söylediğini bilmiyorum; belki söyleşi yayımlanırsa öğreneceğim. Ama onun yazılarında hayır hiçbir zaman yalnızca bir kelime değildir. Hayır, bazen söylendiğinde duyulmaz; bazen söylenemez çünkü o alan çoktan susturulmuştur; ve bazen sistem, zaten senden önce senin adına “hayır” demiştir.

Ahmed, “hayır” dememenin kendisinin bir iktidar biçimi olduğunu söyler. Kurumlar, açıkça ret vermek yerine sessiz kalmayı seçer. Bu sessizlik, hem hayır demenin getireceği sorumluluktan kaçmayı sağlar, hem de kimseyi doğrudan üzmemiş gibi görünür. Ama aslında bu yanıtsızlık, bir tür yönetim biçimidir, söylemeyerek kontrol etmek, reddetmeden dışarıda bırakmak.

Benzer bir durum gündelik hayatta da yaşanır. Biriyle görüşmek istemeyen ama bunu açıkça söylemeyen; geri dönmeyen, mesajı okuyan ama yanıtlamayan. Uzak durmakla nazik kalmayı karıştıran. Hayır demek yerine sürüncemede bırakan. Oysa sürüncemede kalmak, en çok bekleyeni yorar. Çünkü orada ne ilişki tamamlanır tam olarak ne de kopar. O sebeple onun adı ilişki olmaz, ama yük olur.

Bazı felsefi yaklaşımlar, örneğin Anne Dufourmantelle’in “nazik güç” kavrayışı, hayır demeyi açık bir eylem değil, geri çekilme, yön değiştirme, sessizce direnme biçimi olarak düşünür. Ama bu benim burada tartıştığım mesele değil. Çünkü ben, özellikle kurumsal ya da kişiler arası ilişkilerde hayır dememenin, naziklik ya da kırmama kaygısıyla değil, sorumluluktan kaçınma biçimiyle kurulduğunu düşünüyorum. Nazikçe susmanın ardında çoğu zaman etik değil, konforlu bir belirsizlik saklanır. Ve bu belirsizlikte kalan kişiyi yıpratır.

Yani mesele sadece hayır dememek değil; hayır demenin yaratabileceği gerilimi de üstlenmemek. Çünkü biri açıkça “hayır” demediğinde, genellikle ilişki devam ediyor sanılır. Karşı taraf hâlâ bekler, umut eder, yorum yapmaya çalışır. Ama aslında karar çoktan verilmiştir. Sessizlik, çoğu zaman nezaket değil, bir tür sorumluluktan kaçıştır.

Özellikle kurumlar, açıkça hayır dememeyi tercih eder. Çünkü hayır dediğinizde, gerekçe göstermeniz, etik ve hukuki bir zemin oluşturmanız gerekir. Ama sessiz kaldığınızda, kimseye açıklama borçlu olmazsınız. Böylece karar uygulanır ama kimse suçlanmaz.

İktidar ilişkileri bağlamında Michel Foucault’nun yönetsellik kavramı akla gelebilir. Modern iktidar, yasaklar koymaktan çok, bireyleri kendi rızalarıyla olumlu eylemlere yönlendirerek işler. “Hayır” demek değil, “evet” dedirtmektir amaç. Bireyin kendisini sürekli geliştirmeye, olumlu olmaya, uyum göstermeye zorlandığı bir sistem. Bu atmosferde “hayır” demek hem karşı gelme hem de özne olma riskini taşır.

Bu yüzleşme cesaretini taşıyan edebi karakterler var. Shakespeare’in Cordelia’sı tam da bu noktada unutulmaz. Kral Lear, kızlarından sevgilerini ifade etmelerini ister. İki kızı sahte sevgi yeminleriyle kendini över. Cordelia ise sadece şunu söyler: “Seviyorum, görevim kadar.” Bu cümleyle “hayır” demez ama oyunun kuralına evet dememeyi seçer. Sonuçta babası tarafından reddedilir, mirastan dışlanır. Ama yıllar sonra gerçeği öğrenen Lear, Cordelia'nın sessiz ama dürüst tutumunun değerini anlar. Cordelia hayır demediği hâlde, “evet demeyerek” bedel ödemiştir.

Benzer bir örnek, sinemada Asghar Farhadi’nin Bir Ayrılık filminde Simin karakteridir. Evlenmiş, çocuk doğurmuş, yıllarca evlilik sürdürmüştür ama artık başka bir hayata geçmek ister. Eşi Nader’in hasta babasını bırakmak istememesiyle yolları ayrılır. Simin, büyük bir kavga çıkarmaz, bağırmaz ama net bir şey söyler: “Ben burada kalamam.” Bu cümle, “hayır” demektir. Bir ilişkiyi, bir sadakati, bir alışkanlığı kırar ama karşısındaki kişiye de seçim yapma hakkı tanır. Hayır diyerek hem kendisini hem ötekini özgürleştirir.

Bugünün kurumlarında ve ilişkilerinde hayır çoğu zaman söylenmez. Daha doğrusu, söylenmesine gerek kalmadan bertaraf edilir. Çünkü söylemek, bir tür etik sorumluluktur; susmak ise yapısal konfor. Sürekli olumlama kültürü, yalnızca bireysel bir pozitif psikoloji değil, aynı zamanda bir yönetim biçimi olarak işler. Kurumlar, insanlara doğrudan “hayır” demek yerine onları biçimsel gerekçelerle dışarıda bırakır; kişiler arası ilişkilerde de çoğu zaman açık bir red yerine, uzatılmış belirsizliklerle, cevap verilmeyen sözlerle, bitmeyen “belki”lerle hayır gizlenir. Ama hayır ortadan kalkmaz. Yalnızca söylenmeyerek, estetize edilerek bir boşluğun içine itilir.

Türkiye’de bir üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışırken bana, “doktorası yurt dışından olmayanlar bu üniversitede ders veremez, bu sebeple seni öğretim üyesi kadrosuna alamayız” demişlerdi. Buraya kadar kabul edilebilir bir yanı var, çünkü bu bir kurum politikası olabilir. Oysa o sırada ben zaten o üniversitede ders veriyordum. Sadece ismim görünmüyordu. Yani aslında şeklen beni kadroya almıyor, bana gerekli parayı vermek istemiyor ve doktorası Türkiye içinden olanları üniversite web sitesinde “hocamız” diye göstermek istemiyorlardı. Dersin kimin tarafından verildiği kimsenin umurunda değildi. Buradaki şekilcilik bana hayır diyememe biçiminde de var gibi geliyor.

Örneğin yine akademide, bir başvurunun olumlu sonuçlandığı takdirde başvuru sahibine “şu tarihe kadar haber verileceği” belirtilir; olumsuzsa herhangi bir geri dönüş yapılmayacağı açıkça yazılır. Bu cümle, kulağa nötr bir prosedür gibi gelse de, aslında çok şey söyler. Çünkü bu ifadeyle kurumlar, hayır demenin yükünü taşımaktan, yani bir ret kararını üstlenmekten, gerekçelendirmekten ya da ifade etmekten kaçınırlar. Olumsuz yanıt vermezler çünkü o redde eşlik etmesi gereken sorumluluğu da almak istemezler.

Bu durum sadece bir iletişim tercihi değil, daha geniş bir kültürel yönelimin parçasıdır, sürekli olarak olumluya, yapıcıya, iyiliğe odaklanma baskısı. Bugünün kurumları, bireyleri ve dilleri, “hayır”ı yalnızca bir duygusal kırılma olarak değil, aynı zamanda imajı zedeleyen, “negatif enerji” yayan bir unsur olarak görür. Oysa hayır demek, sadece bir kapıyı kapatmak değil, aynı zamanda karşındakine netlik vermek, onu bekletmemek, yönünü belirleme hakkını teslim etmektir. Bu yapılmadığında, kişi yalnızca dışarıda bırakılmaz; neden dışarıda bırakıldığını bile bilmeden, belirsizliğin içinde kalır. Ve bu, çoğu zaman açıklanmış bir redden daha yıpratıcıdır.

Bu örnek, sadece akademik değil, siyasal bir gerçekliği de ortaya koyuyor: Hayır’ı söyleyemeyen yapı, hayır’ı biçimle maskeler. Ve bu biçimsel estetik, sanki iyiye yönelmek, sanki yapıcı olmak, sanki incitmemek adına kurulur. Oysa gerçek olan şudur, hayır’ı dışarda bıraktığınızı sandığınız anda bile, onu en katı biçimde uyguluyorsunuzdur. Üstelik, hiçbir sorumluluk üstlenmeden. Hayır, onu kullanmasanız da oradadır; sadece iyiyi kullanmaya çalışsanız da, hayırın üstü kapanmaz. Bu yüzden sürekli olumlama ve iyiye yönelme dili yalnızca bir haleti ruhiye değil, bir bastırma rejimidir. Susan Sontag’ın “acı görünmemeli” derken kastettiği gibi, ret de söylenmemeli, hatta mümkünse hissedilmemelidir. Hayır söylenmeden işlenir; görünmeden uygulanır. Ama etkisi tüm yapının sinir uçlarına yayılır.

Hayır, hayır, hayır

Hayır diyebilme meselesini uzun zamandır hep aynı yerden tartışıyoruz. Genellikle bu eylemi kişisel bir güçlenme göstergesi olarak görüyoruz: Kendi sınırlarımızı korumak, bize zarar veren bir şeye karşı durmak, müdahaleye maruz kaldığımızda “hayır” diyebilmek... Ve evet, bu tarafıyla hayır demek gerçekten de önemli ve gerekli. Ama bence burada eksik bıraktığımız, hatta bazen göz ardı ettiğimiz başka bir boyut var, hayır diyemediğimizde başkasına ne yaptığımızı pek düşünmüyoruz.

Karşımızdakini belirsizlikte bırakmanın, hatta onu kendimize mahkûm etmenin sorumluluğunu üstlenmeliyiz. Çünkü bazen hayır diyememek, istemiyorum diyememek, olumsuzu dillendirememek en pasif görünen ama en yıkıcı davranışlardan biri hâline gelebiliyor. Bu yüzden “hayır diyebilme” meselesine yalnızca kişisel sınırlarımızı çizdiğimiz bir alan değil, başkalarıyla kurduğumuz ilişkide aldığımız ya da almadığımız sorumluluklar üzerinden de bakmak zorundayız.

Bugünün kültüründe olumlu olmak yalnızca ruh hâliyle ilgili değil, bir tür ahlaki yükümlülüğe dönüşmüş durumda. Her şeyin “iyiye gideceğine inanmak,” “olumlu düşünmek,” “yapıcı olmak” gibi ifadeler, yalnızca bireysel gelişimi değil, toplumsal iletişimi de biçimlendiriyor. Bu dil, bir yandan çatışmadan kaçınmayı meşrulaştırıyor, diğer yandan da eleştiriyi, ret hakkını, yüzleşmeyi ve sınır çizmeyi “negatif enerji” olarak kodluyor. Bazen hayır dememek, kibar olmak değildir. Bazen hayır diyememek, sadece kendimizi düşünmektir. Karşımızdaki kişinin bizden bir söz, bir yön, bir yanıt beklediğini bilip de sessiz kalmak; bu sessizliği “naziklik” ya da “zaman ihtiyacı” gibi göstermeye çalışmak, görünürde sakin ama aslında son derece baskıcı bir pozisyondur. Çünkü karar vermemek de bir karar verir. Ve bu kararın sonuçlarını çoğu zaman başkası taşır. Özellikle duygusal ilişkilerde ya da asimetrik güç bağlamlarında (iş hayatı, akademik yapılar, aile içinde) bu sessizlik, açık bir hayırdan daha fazla yorar. Çünkü kişi hâlâ umut eder, hâlâ çözüm arar, hâlâ bir açıklama bekler. Oysa biz çoktan karar vermişizdir. Sadece bunu paylaşmak istememişizdir.

Gerçek nezaket, duygusal gerilimden kaçmak değil, belirsizlik üretmemek. Belirsizlik ise çoğu zaman nazikçe susmanın ardında büyür. Karşımızdakini üzmemek için söylemediklerimiz, sonunda daha çok yaralar. O yüzden bazen hayır demek, kırmak değil; karşındakini yükten kurtarmak. Belirsizlik ise çoğu zaman kibarlık kılığına girmiş kayıtsızlık.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Şüpheye davet

Her şeyin hızla kanaate dönüştüğü bir çağda, tereddüt etmek bir direnç biçimi olabilir mi? Şüpheyle düşünmenin onuruna bir bayram yazısı

Bitmemişin estetiği

Sanatta, düşüncede ve ilişkilerde bitmemiş olanın izini sürmek; cevapsızlığı bir eksiklik değil, anlamın çoğulluğuna açılan bir çağrı olarak düşünmek mümkün mü?

Kapanışsız hikâyeler çağı: Sezon finali ve ertelenen tatmin

Sezon finali yalnızca bir kapanış değil, modern hayatın tamamlanamayan duyguları için bir estetik biçimdir

"
"