11 Mayıs 2025
Bochum Merkez İstasyonu’ndan Hustadt yönüne giden şehir içi trenine bindiğinizde, son durakta, küçük ama ritmik bir geçişe tanıklık edersiniz. Tren durur. Kapılar açılır. Hustadt yolcuları iner. Sonra vatman kabininden çıkar, treni kilitler. Yeni yolcuların arasından trenin diğer ucuna doğru yürür. Aynı trenin ama bu kez zıt yönünün sürücü koltuğuna yerleşir. Kendi küçük kabin kapısını içeriden kilitler, ardından tüm trenin kapılarını açar. Bu kez Herne yönüne giden yeni yolcular biner trene. Bu geçiş, zamanla bende tuhaf bir merak yarattı. İlk kez fark ettiğimde sadece işlevsel bir durum gibiydi, sürücü yön değiştiriyordu, ne vardı ki bunda? Ama sonra, her seferinde, acelem olsa bile, ki genelde olmazdı, durup izlemeye başladım bu anı. Bu birkaç dakikalık süreç; geçici bir sahne kurulumu, mekânsal bir dönüşüm ve insanın rol değiştirdiği bir ritüeldi.
Bu eğer akademik bir yazı olsaydı o zaman hemen, bu şehir ritüelinin ne olduğuna dair çeşitli teorik alt yapı araştırmalarına girişirdim. Örneğin, kuşkusuz bu bir mikro andı. De Certeau, kentte yürümeyi ve gündelik eylemleri sessiz anlatılar olarak tanımlar. Vatmanın bu geçişi, işlevsel olduğu kadar estetik bir eylem de olabilir çünkü. Şehir içi ulaşım sisteminin görünmeyen bir koreografisi. Herkesin bildiği ama dikkat etmediği bu küçük an, De Certeau’nun stratejilere karşı taktikler dediği alanda yer alabilir, görmezden gelinen, ama deneyimle özdeşleşen mikro-anlar. Neden bir strateji taktiği olabileceğine dair de bir fikrim var bu anın. Anlatayım, hazır zamanım var.
Şehir hayatı, Augé'nin “non-place” yani yok-yerler kavramı, havaalanları, oteller, metro istasyonları gibi geçiş mekanları üzerine kurgulanır. Hustadt istasyonu aslında bir yok-yer olabilecekken vatmanın yürüyüşü, bu geçici mekânı bir hafıza alanına çevirir. Yani o yer, bir eylemle birlikte hatırlana gelmeye başlar. Byung-Chul Han’ın Zamanın Kokusu kitabında değindiği gibi, çağdaş yaşam, ritüellerin kaybıyla çoktan temposuzlaşmıştır. Ama ben, o bekleme anında zamanın başka bir haline girebilirim. Bachelard’ın zamansal yoğunluk dediği şey yaşanır burada. Bekleme, geçişin anlamını derinleştirir. O birkaç dakikada hiçbir şey olmaz; ama çok şey olur. Sessiz ve sıradan görünen anlar, hayatın en gerçek geçişlerine sahne olabilir. Bu sıradanlık içinde zaman ilerler, yön değişir, yol biter, bir döngü tamamlanır. Mevsimler gibi, hayat gibi.
Bazı yazlar vardır, geride yalnızca kavun kokusunu, denizle sertleşmiş saçları, güneşin iz bıraktığı mayo çizgilerini değil, otobüslerin kimi zaman buz gibi, kimi zaman yapış yapış koltuklarını, büfelerde uzayıp giden su kuyruklarını, nemli sıcakta camii avlusunda ağaç gölgesi arayan kalabalığın hüzünlü sessizliğini, uykusuz gecelerin sabit vızıltısını, yazlık evlerin birinci kat balkonlarından yükselen okey taşı seslerini, pazar günü plajına akın edenlerin çıkardığı uğultulu curcunayı da bırakır. Yaz, yalnızca sıcak değil; gürültülüdür de. Plastik terlik sesleri taş kaldırımlarda yankılanır, limon kolonyasıyla ve önceden soğutulmuş plastik su şişeleriyle serinlemeye çalışan yaşlı eller şezlongların arasında dolaşır. Kadınların boyunlarında teri emecek yemeniler belirir. Geceleri çay bahçelerinde kurulan sandalye düzenleri, ertesi sabah aynı özenle yeniden bozulur. Son kez denize girilir, sonra bir yaz daha geçer; ama geçerken belleğe, suyla temas etmiş bir defter sayfası gibi dalgalı izler bırakır.
Ama yaz ağızda bir tat daha bırakır: Nasıl da hemencecik geçiverdi?
Bu hafta uçakta Netflix’in 4 Mevsim dizisini izledim. Kadrosu umut vericiydi; ama ne yazık ki dizinin kendisi aynı derecede tatmin edici değildi. İzlemeseniz de olur dediğim bu yapım, bana başka bir fikir verdi, kötü bir diziye iyi bir yazı armağan etmek. Çünkü dizinin ana fikri, mevsimlerin ardı ardına gelişi, geçicilik ve dönüşüm üzerinde düşünmeye değer şeyler. Zamansız kaybettiğimiz Kim Ki-duk’un, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış... ve İlkbahar filmi bence bu anlatımın en başarılı olanı çünkü yalnızca dört mevsim sayılırsa kışta biter hikâye. Ama biliriz ki bir anlatının mutlu bitip bitmeyeceği, onu nerede kestiğinizle ilgilidir.
Beni Adınla Çağır’ın son sahnesinde, şöminenin başında ağlayan Elio gibi, çoğumuz da yazı bir tür sonsuzluk yanılsaması olarak deneyimleriz. Oysa yaz geçer. Güz gelir, ardından kış. Ve tekrar bahar. Yine de, geçiciliği yalnızca mevsimlerin döngüsünde değil, yaşamın kendisinde fark ederiz. Tutkunun, ümidin, hüznün ve hatta yasın bile bir eşiği vardır. Mevsimler, hiçbir zaman yalnızca mevsim değildir, eşiktir, geçiştir. Bir hızlanmadır ve ardından gelen yavaşlamanın habercisi. Onu yaşarken değil, geçerken anlarız. Yaz geçer. Peki kış geçmez mi? Tove Jansson’un Yaz Kitabı’nda büyükanne ile torunu arasındaki yaz mevsiminde geçen sade ama yoğun ilişki, bu geçiciliğin hem zamansızlığını hem sınırını yansıtır. Yaz, bir anlamda sınırda bir zaman, henüz kopmamış ama hep kopmakta olan, Agamben’in eşik halleri dediği o aralıkta yaşanır, ne tam içeride, ne tamamen dışarıda, tastamam ipin üstünde.
Ve sonra sonbahar gelir. Ali Smith’in Sonbahar romanında olduğu gibi, geçmişle gelecek arasında bir belirsizlik alanı açılır. Sonbahar, yalnızca dökülen yapraklardan ibaret değildir. O, yeniden açılan festivallerin takvime sızması, şehirdeki müzelerin birbiri ardına yeni sergilerini duyurmasıdır. Yazın rehavetinden çıkan kalabalık, yeniden galeri açılışlarına, film gösterimlerine, edebiyat buluşmalarına yönelir. Akşamüstleri artık ferahlatır; balkon kapıları rüzgârla çarpar. Market raflarında okula dönüş hazırlıkları belirir, yeni kalemler, defterler, etiketler, anne sesinin “keşke biraz matematik çalışsaydın” diye fısıldadığı o kırtasiye kokusu. Yazlık sandaletlerin yerini makosenler alır, montlar birden değil, yavaşça çıkarılır; önce kol çantasında taşınır, sonra sadece sabah erken çıkıyorsan giyilir. Parklarda yürüyenler daha hızlı, konuşmalar daha kısa olur. Balkonlardaki masa örtüleri kaldırılır, yazdan kalma saksılar gölgeye çekilir. Kahve siparişleri yeniden sıcak olur, dondurma kâselerinin yerini fırından yeni çıkmış kek kokusu alır. Sonbahar, aynı zamanda sesin mevsimidir, çıtırdayan yapraklar, sabah kurulan alarmlar, okul çıkışında art arda çalan telefonlar, kapalı pencerelerin ardında yankılanan televizyon sesleri her yerdedir. Artık tek başına içilen akşam çayının buharı mutfakta tatlı bir sıcaklık yayar. Bergman’ın Güz Sonatı filmindeki anne-kız karşılaşması gibi, sonbahar, duyguların çözüldüğü ama henüz toparlanamadığı; uyku ile uyanıklık, istek ile çekingenlik, hareket ve tereddüt arasında gidip gelen bir mevsimdir. Walter Benjamin’in tarih meleğinin, gözlerini geçmişin yıkıntılarından alamayışı gibi, sonbahar da bizi geriye bakmaya zorlar.
Kazakların altında biriken kiloları fark edemez, battaniyenin ağırlığına alışır, sokağa çıkmaktan çok eve dönüş saatini düşünürüz. Sıra kış mevsimindedir. Elinize bulaşan mandalina kokusu, kalorifere dayanan sırtınızda oluşacak kırmızı iz gibidir. Kış, yavaşça bir içe kıvrılmadır. Parklardan çocuk sesleri çekilir, gün erken kararır, sokak lambaları daha sık fark edilir, masa üstlerinde okul ödevlerinin yanına biriken silgi kırıntıları yerleşir. Kış, çorba buharıdır; televizyonun başında yerli diziye yetişme telaşıdır. Sessizlik değil, ev içi seslerin mevsimidir, kaşık sesleri, televizyon diyalogları, üst üste gelen dizi replikleri her yerdedir. İnsan, pencereden dışarıyı daha çok izler ama daha az dışarı çıkar. Kış, görünürde donmuş bir mevsimdir ama içten içe yeniden şekillenmenin, düşünmenin ve belki de yavaş bir dönüşümün hazırlığıdır.
Heidegger’in varoluşsal kaygı dediği şey de budur belki, yaşamın üzerine çöken bir ağırlık değil, onun içinde kendi anlamını arama çabası.
Sonra bahar gelir. Gelişi birden olmaz; pencereyi araladığınızda gelen rüzgârın artık ısırmadığını fark edersiniz önce. Güneş hâlâ alçaktır ama gölgeyle ışık arasındaki sınır daha yumuşaktır artık. Kaldırım kenarlarında inatla açan sarı çiçekler, şehre dair başka bir ritmi hatırlatır. Kış boyu kullanılmayan balkonlara masa örtüleri serilir, halılar silkelenir, perdeler yıkanır. Bahar, evin içinden dışarıya doğru taşan bir mevsimdir. Pazar çantaları yeniden fileye döner, yürüyüşler uzar, herkesin aynı anda sokağa koştuğu günler başlar. Bahar, aceleci bir mevsimdir, henüz tam gelmemişken bile gelmiş gibi davrandırır. Sokaklarda zamansız kıyafetler dolaşır, açık ayakkabılar, ince çoraplar, evde unutulmuş bir rüzgarlık ya da gereğinden kalın bir montla terleyen bedenler her yerdedir. Kimi elindeki o yılın ilk soğuk kahvesini, kimi park bankında oturmayı o yıl ilk kez yeniden dener. Mevsim hâlâ kararsızdır, ama insanlar çoktan karar vermiştir, kış bitmiştir. Oysa gölgede üşümek hâlâ mümkündür. Bahar, bedenle hava arasındaki uyumsuzluğun, sabırsız bir gevşemenin mevsimidir. Doğa ağırdan alsa da, insanlar bir adım erken açar kendini, çünkü bahar da geçecektir. Bahar, umut değilse bile, onun hatırlanabileceği bir zamandır. Karar vermek için değil ama düşünmek için iyidir. Ne geçmişin ağırlığı tamamen silinmiştir, ne gelecek henüz şekil almıştır. Tam da bu belirsizliğiyle, bahar bir vaattir.
Ve sonra yeniden yaz gelir. Ama ne gelen aynı yazdır, ne de biz aynı kişi oluruz. Hiçbir limon aynı tadı vermez, hiçbir pencere aynı ışığı almaz. Mevsimler döner, ama hayat aynı kalmaz; başkalaşır. Baharın aceleciliği yerini yeniden kavun kokularına, sıcağın içe çektiği uykusuz gecelere bırakır. Ama artık başka bir tonda, başka bir yoldan geçerek.
Sadece yaz değil, her şey geçer. Ve geçen şeyler geçip gitmekle kalmaz; bir sonraki zamanın zeminini oluşturur. Mevsimler değiştikçe, biz de değişiriz. Ama her değişimde, her mevsim geçişinde, yanımızda taşıdıklarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekir. Eski bir hayat, yeni bir mevsime tam olarak sığmaz. Bazı bavullar aceleyle kapatılırken taşar; bazıları ise yıllar sonra açıldığında içinden hâlâ konuşan bir parça çıkar. Her şeyi yanımızda taşıyamayız; ne yer yeter, ne yol.
Değişimin doğasını kabul etmek, her şeyin aynı kalamayacağını bilerek, bazı eşyaları, bazı anıları, bazı kimlikleri belli duraklarda bırakabilmek gerekir. Kimilerini ise ne kadar ağır olsalar da, bizimle birlikte taşımak. Aslında hayatımız vardığımız yerle değil, neyi taşıyıp neyi bırakacağımızla anlam kazanır, tıpkı Irvin Yalom’un söylediği gibi, bazen bulduğumuz değil, aradığımız şeydir esas olan. Mevsimler geçer, insanlar değişir. Ama bazı kişiler ve bazı anlar, hep hatırlanacak yere yerleşir. Zamanın döngüselliği, her geçişte geride bırakılanlarla yeniden şekillenir. Mevsimler değiştikçe, yaşamın ritmi de değişir; kimi sesler kesilir, kimileri yeni başlar. Taşıdıklarımız kadar, geride bırakmayı seçtiklerimizle de biçimleniriz. Aynı tren hattında gidip gelen bir yolculuk gibi, izler kalsa da yön değişir.
Bazı mevsimleri beraber yaşamış olmaktan gurur duyduğum Sırrı Süreyya Önder’e saygı ve sevgiyle.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |
Sanatta, düşüncede ve ilişkilerde bitmemiş olanın izini sürmek; cevapsızlığı bir eksiklik değil, anlamın çoğulluğuna açılan bir çağrı olarak düşünmek mümkün mü?
Sezon finali yalnızca bir kapanış değil, modern hayatın tamamlanamayan duyguları için bir estetik biçimdir
Gerçek nezaket, duygusal gerilimden kaçmak değil, belirsizlik üretmemektir. Karşımızdakini üzmemek için söylemediklerimiz, sonunda daha çok yaralar. Bazen hayır dememek, sadece kendimizi düşünmektir
© Tüm hakları saklıdır.