09 Temmuz 2025

Yüksek mahkemeler ne işe yarar?

Bizzat Anayasa tarafından yüksek mahkeme ve temyiz mercii görevi verilmiş Yargıtay ve Danıştay, kanunun açıkça temyize açmayı belki de “unuttuğu” veya o anda önemini fark etmediği bir konudaki davanın gerçekten içtihat birliği sağlayabilmek için temyize açılmasını mutlaka gerekli görse bile, temyize açamıyor

Yargılama hukukumuzda 2014 yılında yapılan önemli reformla, gerek adli yargıda (özel hukuk ve ceza yargılaması) gerekse idari yargıda (idari davalar ve vergi davaları) ilk derece mahkemeleri ile temyiz mercii görevi gören yüksek mahkemeler (Yargıtay ve Danıştay) arasına bölge seviyesinde bir ara denetim mekanizması (istinaf) getirildi.

Böylece ilk derece mahkemelerinin çok önemsiz ve çok küçük görülen davalar dışındaki tüm kararları kural olarak önce bölge seviyesinde bölge adliye (BAM) ve bölge idare (BİM) mahkemelerinin bir üst denetime tabi tutuldu.

Bölge mahkemelerinde denetime tabi tutulan ve daha önemli ve daha nitelikli görülen az sayıdaki davalar ise yüksek mahkemelerin (Yargıtay ve Danıştay) temyiz denetimine açık tutuldu.

Yani üç dereceli yargılama genel kural haline getirildi.

Bu yeni sistemde sonuç olarak davaların çok büyük kısmı bölge seviyesinde (istinaf aşamasında) sonuçlanıyor ve kesinleşiyor.

O halde davaların çok azı (sadece çok önemli ve çok nitelikli görülenleri) yüksek mahkemelerin temyiz denetimine açık tutuluyor.

Buraya kadar aslında her şey normal.

Sistemde anormal bir şey yok.

Batı hukuk sistemlerinde de kural olarak ilk derecede açılan davaların yaklaşık yüzde 30’u ilk derecede kesinleşir.

Kalan yüzde 70’i bölge seviyesinde istinaf denetimine tabi olur.

İstinafın verdiği kararların da en fazla yüzde 10’u yüksek mahkemenin temyiz denetimine tabi tutulur.

Böylece yüksek mahkemeler fazla dava ve dosya yüküne boğulmadan, çok önemli hukuksal problemlere odaklanıp, çok daha derinlemesine inceleme ve yargılama yaparak, asıl ve gerçek fonksiyonları olan “içtihat yaratma” ve “içtihat birliği sağlama” fonksiyonunu yerine getirebiliyorlar.

Zira önlerine gelen çok fazla dava/dosya yükü olduğunda yüksek mahkemeler gereken kalitede yargılama yapamıyorlar.

Daha doğrusu, kaliteye odaklansalar, davalar çok uzun sürede sonuçlanmıyor. Yıllar sürüyor.

Dosyaları hızlı çıkarmaya öncelik verseler, yani hıza odaklansalar, yargılama kalitesi düşüyor.

Yani hız ve kalite arasında ikilemde kalıyorlar.

Örneğin Danıştay’da üyelik yaptığım dönemde (2011-2014) daire (13. Daire) heyetimiz günde yaklaşık 30 dosyayı karara bağlıyordu.

Üstelik bizim daire belki de en çok irdeleme ve inceleme gerektiren konulara bakıyordu (enerji, ihale, rekabet, özelleştirme, telekom, bankacılık, SPK, RTÜK vs. konuları).

Aslında Batı’da herhangi bir hukukçuya bunu söyleseniz şoka girer.

Çünkü Batı’da bir yüksek mahkeme heyeti günde normalde en fazla 1-2 dosyaya bakar.

Ama arkada bekleyen binlerce dosya varken başka seçeneğimiz de yoktu.

Buna rağmen bile Danıştay’da bir temyiz dosyası ortalama 3-4 yılda sonuçlanıyordu.

Hatta bir gün heyette, günde baktığımız 10. dosyadan sonraki dosyalar için, salt adil yargılanma hakkına aykırılık oluşacağı gerekçesiyle karşı oy kullanacağımı söylemiştim.

Heyet, espri yaptığımı düşünerek gülünce, ben de diğer heyet üyelerini zor durumda bırakmamak için üstelemedim.

Aslında bunu söylerken oldukça ciddi idim!

Yeni sistemin çok önemli defo’su

Gelelim bizdeki yeni sistemin çok önemli defo’suna.

Batı’da temyiz mercii önüne davalar genelde üç yolla gelir ve bu üç yolun üçü de aynı anda uygulanır.

Çok önemli olduklarında kuşku bulunmayan bazı davalar kanunla direkt temyize açık sayılır.

Buna ilaveten, istinaf mercii, önemli bir hukuki problem olarak gördüğü, içtihadın değişmesi gerektiğini düşündüğü veya temyiz seviyesinde tartışılmasını gerekli gördüğü bir dosyayı bizzat kendisi temyize açabilir.

Diğer yandan, temyiz mercii de normalde ilk derecede veya istinafta kesinleşecek bir dosyayı, içtihat değişikliğine gidilmesini ya da içtihada tam olarak yön verilmesini gerekli gördüğü spesifik bir “case” olarak görüp, temyize açabilir.

Bunu da yüksek mahkeme kendi içinde bir ön “filtreleme” ile yapar.

Yani tüm temyiz başvuruları otomatik olarak temyiz mahkemesi heyeti önüne gelmez.

Bunun için yüksek mahkemeler çeşitli filtreleme mekanizmaları geliştirmiştir.

Böylece teorik ve potansiyel olarak her davanın en yukarıya temyiz merciine kadar gitmesi mümkün olduğu için, hem teoride hem pratikte gerçek anlamda “içtihat birliği” sağlanabilir.

Nitekim burada önemli olan, tüm davaların mutlaka fiilen temyiz mercii önüne kadar gelmesi değil.

Gerekli hallerde bunun mümkün olması.

Yani bu yolun açık olması.

Böylece sistemin kendi içinde bir bütünlük oluşturması ve pratikte de içtihat birliğini sağlama olanağı bulunması.

Örneğin Fransız Danıştayı (Conseil d’Etat) tarihinin en önemli içtihatlarından birini, kırsal yörelerde tarlalardaki yılan yakalama faaliyeti hakkındaki basit ve önemsiz gibi görünen bir davayı temyize açarak geliştirmiştir (Blanco Kararı).

Danıştay ve Yargıtay’ın etkisizleşmesi

Oysa bizde 2014 yılında gelen yeni sistemde dava dosyaları yüksek mahkeme yani temyiz mercii önüne sadece tek bir yolla gelebiliyor.

O da doğrudan kanunla sayma yoluyla (numerus clausus).

Kanunun bizzat somut olarak saymadığı hiçbir dava yüksek mahkemeler yani temyiz mercii önüne gelemiyor.

Yani temyize açma konusunda yüksek mahkemelere hiçbir inisiyatif ve yetki tanınmamış.

İstinaf mercileri (BAM ve BİM) isteseler ve gerçekten tereddütlü ve temyiz merciince irdelenmesini gerekli gördükleri özellikli bir dosya önlerine gelse bile, eğer kanun o konudaki davayı açıkça temyize açmadıysa, temyize açamıyorlar.

Bundan daha da vahimi, bizzat Anayasa tarafından yüksek mahkeme ve temyiz mercii görevi verilmiş Yargıtay ve Danıştay bile kanunun açıkça temyize açmayı belki de “unuttuğu” veya o anda önemini fark etmediği bir konudaki davanın gerçekten içtihat birliği sağlayabilmek için temyize açılmasını mutlaka gerekli görse bile, temyize açamıyor.

Yani aslında Anayasa’nın bizzat temyiz mercii görevi verdiği yüksek mahkemeler, temyiz mercii görevini bu yeni sistemde gereği gibi yerine getiremiyor.

Çünkü kanun yüksek mahkemelerin bu fonksiyonunu gereksiz biçimde ve sanki yüksek mahkemelere güvenmiyor gibi kısıtlamış.

Bu konuda yüksek mahkemelere karşı ciddi bir güvensizlik seziliyor.

Böylece bizdeki yüksek mahkemelerin içtihat birliği sağlama görevi fiilen sekteye uğramış ve Yargıtay ve Danıştay bu nedenle ciddi biçimde etkisizleşmiş oluyor.

Çünkü bu sistemde fiilen davaların yaklaşık yüzde 70’i istinafta yani bölge mahkemeleri seviyesinde kesinleşiyor ve gerekse bile hiçbir şekilde yüksek mahkemeler önüne (temyize) gelemiyor.

Böylece her bölge mahkemesi sanki ayrı yüksek mahkeme gibi farklı yorum ve içtihat getirebiliyor ve bunların en üst seviyede standart bir nihai denetimi ve birliği sağlanamıyor.

Sonuçta fiilen bölge mahkemesi kadar çok sayıda yüksek mahkeme varmış gibi görünüyor.

Üstelik kesin olan kararları için temyiz mercii denetiminin hiç olamayacağını bilmeleri özensizlik ihtimalini de artırıyor.

İdari yargıda temyizi genişleten AYM kararı

İşte Anayasa Mahkemesinin (AYM) geçtiğimiz günlerde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren iptal kararı bu konuda önemli bir açılım sağladı (AYM K. 2025/83, RG. 26.6.2025)

Kısmen de olsa sorunun çözümüne pratik bir katkı sağlayacak.

Anılan kararda AYM, idari yargıda ilk derece mahkemesi (idare ve vergi mahkemeleri) kararının bölge mahkemesi (BİM) tarafından istinaf aşamasında haklı bulunmayıp kaldırıldığı durumlarda, verilen kararın her halükarda (yani kanunda temyize açık görülmese bile) temyize açık olması gerektiğini öngörüyor.

Bu bağlamda AYM, kanunda (İYUK) temyize açık olduğu belirtilmeyen bölge mahkemesi (BİM) kararlarının kesin olduğuna yani temyize açık olmadığına dair kanun hükmünü (m.45 ), istinaf ile ilk derecenin farklı karar verdiği davalar yönünden iptal etti.

Üstelik bu iptal kararının uygulanması için kanun koyucuya süre vermedi ve iptal kararı 26 Haziran 2025 itibarıyla derhal yürürlüğe girdi.

AYM benzer bir kararı kısa süre önce, parasal değeri temyiz sınırı altında kalan davalar açısından da vermişti. Ama bu son karar bu konuda tüm iptal davalarını da içerecek şekilde çok daha genel bir etki doğuruyor.

Sonuçta bu iptal kararı derhal uygulamaya girdiği için, artık şu andan itibaren idari yargıda istinafın (bölge) ilk derecenin kararını uygun görmediği (kaldırdığı) her dava için (konusu ve uyuşmazlık miktarı ne olursa olsun) temyiz yolu açık hale gelmiş durumda.

Bunun için yeni bir yasal düzenleme beklemeye de gerek yok. Çünkü aksini söyleyen kanun hükmü iptal edilmiş halde.

Bence AYM’nin bu son kararında ayrıca önemli ve dikkat çekici nokta, iptal gerekçesinde yüksek mahkemenin (Danıştay) içtihat birliği sağlama görevi ve fonksiyonuna özel bir atıf yapılmış olması.

Zira Anayasa Danıştay’ı açıkça yüksek mahkeme olarak gördüğüne göre, içtihat birliğini sağlaması ve buna engel olacak hususların bertaraf edilmesi de Anayasanın bir gereği olmalı.

Böylece AYM’nin son verdiği iptal kararı ile idari yargıda temyiz yoluna gitme olanağı ciddi biçimde genişledi.

Üstelik bu karar kaçınılmaz olarak adli yargı için de emsal olacak.

Yasal düzenleme gerekli mi?

Bununla birlikte anılan AYM kararı isabetli olmakla birlikte, iki nokta açısından soruna sadece kısmen çözüm getiriyor ve sistemsel sorunu tam çözmüyor.

Bunun için yasal değişiklik gerekli.

Öncelikle, ilk derecenin kararının istinaf tarafından uygun görülen davalar açısından, kanunun açıkça temyize açmadığı davalar açısından yukarıda değinilen aynı temyiz ve içtihat birliği sağlama sorunu devam ediyor.

Diğer yandan, bu yeni AYM kararı sonrası ilk derecenin istinafça uygun görülmeyen her kararı otomatik olarak temyize açıldığı için ve filtreleme mümkün olmadığından, temyiz merciinin yani yüksek mahkemenin iş yükü çok fazla artacak.

Bu nedenle anılan iptal kararı üzerine hemen yapılması gereken bir yasal düzenleme ile Batı sistemlerinde olduğu gibi gerek istinaf merciine gerekse temyiz merciine gerekli gördüğü dosyaları temyize açma olanağı tanınması ve bunun için de yüksek mahkeme nezdinde bir filtreleme mekanizması öngörülmesi zorunlu görünüyor.

Aslında böyle bir filtreleme 2014’de yeni sistemi hazırlayan ve benim de dahil olduğum Danıştay içi komisyon tarafından kanun taslağında öngörülmüştü.

Ancak ne yazık ki bu filtreleme kısmı taslaktan o zamanki Adalet Bakanlığı üst bürokrasisi tarafından çıkarılmıştı.

İnşallah bu kez o zamanki vizyon eksikliği yerini daha rasyonel bir yaklaşıma bırakır ve yargı sistemi önemli bir reformu tamamlamış olur.

Ali D. Ulusoy kimdir?

Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur.

Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur.

ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür.

Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri.

Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yazmak bir işe yarıyor mu?

Açıkçası köşe yazısı yazmaktaki asıl motivasyonum insanların yazdıklarımı beğenmesi değil. Beni yazmaya motive eden asıl faktör, bu yolla içimi dökebilmem. İçimi boşaltmamın en pratik yolu olarak görmem

İktidara muhalefet etmek yasak mı?

Yargıç, korku, baskı, çekinme, hatır, menfaat, gelecek planı, mevki, makam etkisiyle veya beklentisiyle hukuken inanmadığı bir karara imza atıyorsa, hem mesleğine ihanet etmiş olur hem de suç işlemiş olur. Eninde sonunda hukuk önünde hesap vermek zorunda kalır

Merkezi sınavlar doğru ölçüyor mu?

Uzun yıllardır salt kendi çabaları ve yetenekleri ile iyi üniversitelere girebilen “Anadolu çocukları” bulunuyorsa, bu fırsat eşitliğini rahmetli Altan Günalp’ın dizayn ettiği ÖSYM’ye borçluyuz. Ne var ki günün sonunda gelinen noktada soru hazırlama kalitesinde gözlemlediğimiz düşüş, korkarım bu güzide kurumun prestijini ve Cumhuriyet’in fırsat eşitliği fonksiyonunu tehdit ediyor gibi

"
"