28 Mayıs 2025

Memurlara soruşturma izni kalkanı doğru mu?

Kartalkaya Otel yangını “cinayetlerinde” Başsavcılık ilgili gördüğü belediye ve il özel idaresi memurları için soruşturma izni prosedürüne gerek duymadan doğrudan soruşturma açtı ve tutuklamalar istedi. Mahkeme de kabul etti. Oysa aynı suç kapsamında ilgili Bakanlık görevlileri hakkında aynı prosedür işletilmedi. Bu çifte standart hakkında kamuoyuna tatmin edici bir açıklama yapıldığını da görmedim

78 kişinin büyük ihmaller ve hatalar zinciri sonucunda çok acı biçimde hayatını kaybettiği Bolu Kartalkaya otel yangını için kamu tarafındaki asli sorumluları olan ilgili Bakanlık (Kültür ve Turizm Bakanlığı) yetkilileri hakkında ceza soruşturması ve kovuşturması izni vermeyen Bakanlık kararına karşı ilgili Başsavcılık tarafından Danıştay’a itiraz edilmiş.

Danıştay 1. Dairesi tarafından itiraz kabul edilirse sorumlu kamu görevlileri hakkında ceza soruşturması açılacak.

Anayasanın açık hükmü gereği (m.129) memurlar dahil kamu görevi yapanların görevleri kapsamında veya görevleri gereği yani görevleri ile bağlantılı konularda işledikleri suçlardan dolayı, amirleri adli makamlara izin vermediği sürece, doğrudan ceza kovuşturmasına tabi tutulmaları mümkün değil.

Yani Anayasa memurları bu konuda yasal korumaya almış.

Bunun yasal bazı istisnaları var.

Örneğin işkence, kötü muamele, rüşvet, zimmet, ihaleye fesat karıştırma suçları ve adli kolluk kapsamındaki suçlar ve ayrıca ağır cezayı gerektiren suçüstü halleri için amirin izni olmadan doğrudan soruşturma mümkün.

Bu konuyu düzenleyen ve tüm memurlar için geçerli bir genel kanun var (4483 sayılı kanun). Subaylar, üniversite öğretim üyeleri ve hakim-savcılar için ise kendi özel kanunlarında benzer kurallar geçerli.

O halde cumhuriyet savcıları vatandaşlardan farklı olarak memurlar hakkında kural olarak (istisnalara girmiyorsa) direkt ceza soruşturması başlatamıyorlar.

Amirin verdiği ya da vermediği izin kararına karşı ise alt düzey memurlar için bölge idare mahkemelerine, üst düzey memurlar için Danıştay’a (1. Daire) itiraz edilebiliyor.

Bu durum vatandaşlara oranla memurlara bir ayrıcalık hatta suç işleme ayrıcalığı anlamına gelir mi?

Anayasa niçin memurlara bu şekilde bir hukuksal koruma kalkanı getirmiş?

Bu koruma kalkanı abartılı ve dengesiz mi?

Tamamen kaldırılmalı veya daraltılmalı mı?

Yoksa olduğu gibi kalmalı mı?

Kartalkaya’da, çıkan yangında 78 kişinin hayatını kaybettiği Grand Kartal Oteli

Koruma kalkanı ayrıcalık mı, gereklilik mi?

Liberal-demokrat kesimlerden bu konuda uzun süredir ısrarla gelen eleştiri, böyle bir hukuksal koruma kalkanının memurlar için bir tür cezasızlık güvencesi sağladığı. Memurların vatandaşlara ya da kamu menfaatine karşı suç işlemelerini kolaylaştırdığı. Ayrıca suç işleme ve cezalandırma konusunda memurlar ile diğer vatandaşlar arasında ciddi bir eşitsizlik ve adaletsizlik doğurduğu gibi eleştiriler.

Nitekim uygulamada siyasi iktidara yakın çalışan ve siyasetin her emrini otomatik yerine getiren üst düzey bürokratlar bariz biçimde suç işleseler bile haklarında soruşturma izni verilmemesi neredeyse genel kural haline geldiğinden, sistemin bu konuda artık işlemediği ve tıkandığı kanaati kamuoyunda yerleşti.

Bu konuda devletçi kanattan gelen savunma refleksi ise memurun olur olmaz ve kolayca ceza soruşturması ve kovuşturması tehdidi altında görev yapmasının görevini objektif ve düzgün yapmasına engel olacağı ve böyle bir filtrelemenin memurun görevinde daha güvenli, verimli ve tarafsız çalışmasını sağlayacağı düşüncesi.

Bu görüşe göre memurların bu kalkanı kaldırılırsa memura fiilen iş yaptırmak, elini taşın altına koydurmak ve imza attırmak mümkün olmaz.

Bu noktadaki dikkat çekici bir husus ise Anayasa'nın bu korumayı sadece ceza kovuşturması için öngörmesine rağmen, kanunun (4483) bu korumayı hem soruşturma hem de kovuşturma aşaması için getirmesi.

Zira “soruşturma” henüz ceza davası açılmadan önceki savcılık aşamasını, “kovuşturma” ise dava açılması ve sonraki aşamayı ifade ettiğinden, sanki kanundaki koruma kalkanı Anayasa’ya göre bile daha abartılı ve aşırı gibi görünmektedir.

Bu noktada Anayasa hükmünü (m.129), “kovuşturma aşaması dışında koruma kalkanı (izin) öngörülemez” şeklinde mi, yoksa “kovuşturma için koruma kalkanı şart ama soruşturma için koruma kalkanı Anayasa açısından zorunlu olmayan yasal takdir alanındadır” şeklinde mi anlamak gerekir?

İlk görüşe daha yakın olmakla birlikte, aslında prensip olarak bu konunun Anayasa seviyesinde düzenlenmesi gerektiği kanaatinde değilim.

Konu pekâlâ ve daha makul ve dengeli biçimde ve koruma kalkanını daha sınırlı tutarak, kanunla düzenlenebilir.

Koruma kalkanı sadece memurun görevini gereği gibi yapıp yapmadığının idari anlamda özel bir değerlendirme gerektirdiği “görevi kötüye kullanma”, “görevi ihmal” ve benzeri suçlarla sınırlı biçimde korunabilir.

Bunun için ise doğru olan, sadece koruma kalkanı yani izin gerektiren suçların kanunda sayılması ve sayılmayan suçların zaten izne tabi tutulmaması.

Diğer yandan, suçüstü halinde izne gerek olmayacağı gibi belirsiz ve muğlak kuralın ise kaldırılması.

Nitekim uygulamada gerek bu “suçüstü hali” konusu gerekse izin kapsamına girip girmeyen suçlar konusu tartışma doğuruyor ve sorun yaratıyor.

Örneğin başta bahsettiğim Kartalkaya Otel yangını “cinayetlerinde” Başsavcılık ilgili gördüğü belediye ve il özel idaresi memurları için -sanırım “suçüstü hali” istisnasına dayanarak- soruşturma izni prosedürüne gerek duymadan doğrudan soruşturma açtı ve tutuklamalar istedi. Mahkeme de kabul etti.

Oysa aynı suç kapsamında ilgili Bakanlık görevlileri hakkında aynı prosedür işletilmedi ve onlar hakkında soruşturma izni yani koruma kalkanı uygulandı.

Aynı suç hakkındaki bu çifte standart hakkında kamuoyuna tatmin edici bir açıklama yapıldığını da görmedim.

Sonuçta “suyun başındaki” yani merkezdeki memurların taşradaki ve yereldeki memurlara göre daha ayrıcalıklı olduğu, diğerlerinin ise “sahipsiz” kaldığı gibi bir sonuç ortaya çıkmadı mı?

“En üst seviyenin” korumasına mazhar olanlara diğerlerine göre “paralel” bir hukuk mu uygulanıyor?

Adalet duygusunu yaralayan bir eşitsizlik yok mu burada?

Üstelik hukuksal açıdan yani yanan oteli denetleme anlamında asli sorumluluk yetkili Bakanlık görevlilerinde iken.

O halde günü gelip ve demokrasi kazanıp bu düzen değişince, acilen el atılması gereken konulardan biri de bu konu olmalı.

Ali D. Ulusoy kimdir?

Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur.

Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur.

ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür.

Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri.

Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008.

 

Yazarın Diğer Yazıları

İktidara muhalefet etmek yasak mı?

Yargıç, korku, baskı, çekinme, hatır, menfaat, gelecek planı, mevki, makam etkisiyle veya beklentisiyle hukuken inanmadığı bir karara imza atıyorsa, hem mesleğine ihanet etmiş olur hem de suç işlemiş olur. Eninde sonunda hukuk önünde hesap vermek zorunda kalır

Merkezi sınavlar doğru ölçüyor mu?

Uzun yıllardır salt kendi çabaları ve yetenekleri ile iyi üniversitelere girebilen “Anadolu çocukları” bulunuyorsa, bu fırsat eşitliğini rahmetli Altan Günalp’ın dizayn ettiği ÖSYM’ye borçluyuz. Ne var ki günün sonunda gelinen noktada soru hazırlama kalitesinde gözlemlediğimiz düşüş, korkarım bu güzide kurumun prestijini ve Cumhuriyet’in fırsat eşitliği fonksiyonunu tehdit ediyor gibi

Merkeziyetçilik mi, yerelleşme mi daha iyi?

Yeni bir kanunla belediyelerin zaten yetersiz olan yetkilerinin önemli bir kısmı merkezi idareye veya merkezin emri altındaki vali ve kaymakamlara aktarılırsa, bu durum çok açık ve net biçimde Anayasa m.127 ile konulan temel kurala aykırı olur

"
"