Bir gün geldi ve paranın hükmü daha geçer akçe olmaya başladı. Bu, oyun olmaktan çıkarak, şöhret yolunun kazanılması için galibiyetlerin önemli olduğu bir alana doğru dönüştürüldü. Böylece müsabakalarda oyunun kaç paraya mal olduğu, kaç para kazanıldığı üzerinden yeni kurallar ortaya konulmaya başlandı. Bu kurallarla ise, oyuncular artık bir takıma ait olarak, ruhunu ve fiziğini bu takıma vermek için değil, ama kendilerini göstererek başka bir takıma “transfer” olmak için seyirciye oynamaya doğru yöneltildiler. O zaman oyunun kuralları, takımlara doğru bakmaktan çıkıp, artık futbolcuların yan yana geldiği ya da daha doğrusu kulübü ve antrenörleri tarafından yan yana getirildiği bir zenginlik yeri haline sokuldu.
Kurallar değiştiği zaman bu oyunun içine girenlerin de meslekleri değişmeye başladı. Spor kulüplerinin taraftarlarının heyecanını yükseltmek için belirli isimleri toplamaktan geçmeye başladı. Ünlüler ve yıldızlar bütünü bir takımın değerini belirlemeye doğru yöneldi. Taraftarın tarzı gibi oyunun kuralları da değişti. Transfer eskiden iki tarafa ait olarak işlemezdi. Bir takıma giren o takıma ruhunu da vererek girerdi. Sonra ise takımlar arası transferlerle birlikte büyük takım kavramıyla “derbi maçları” diye bir kavram izleyicilerin heyecanını başka bir yere doğru kanalize etmeye başladı. Bu yönlendirmeyle birlikte iddialar arttı. Profesyonel oyuncular paranın olduğu yere gidenler haline sokulduğunda rakamlarda insanın hayatında göremeyeceği bedellere doğru gidildi. Bir takıma girip iyi ve kabiliyetli olan sporcu Amerikan dünyasının profesyonel oyuncuları gibi değerleri liberal ekonominin değerleri haline sokuldu.
Kısacası “futbol endüstrisi” bir “kitle endüstrisi” olarak kabul edildi. Siyaset, ekonomi, prestij ve yan yana gelme imkanları bu spor müsabakalarının olduğu yerler olduğunda bir adım daha ileri gidilmişti. 1950’li yılların tüketim toplumu normlarına bağlı işleyen hayatlar kitleselleşti. Kültür endüstrisi bir spor endüstrisi tarafından ikame edildi. Futbol endüstrisi kitlesel bir şekilde toplumun fertlerini sadece eğlenceye sokmakla kalmadı, bir para kazanma, iş bulma imkanlarını doğuran yer haline geldi. Amigolar yeni troller gibi işlemeye başladı. Yaratıcı sözler ve sloganlar parayla ölçülmeye başladığında ise eski takımlarını “yaşa-varol” gibi kelimelerle destekleyenler geride kalarak, daha sert yaratıcı laflar üretilmeye başlandı. Sertliğin artması futbolu da sertleştirdi. Para ve prestij yan yana işlemeye başladı. Bu demekti ki Orta Çağda, şövalyelerin turnuvalarda yerlerini elleri kalem tutanlara (entelektüellere) tarih içinde bıraktığı gibi, bugün de tersine bir eğilim öne sürüldü: Entelekti değil ama sporun biricik kalesi olarak kabul edilen fizik güce yer verildi. Sertleşmeler ve siyasileşmeler sporu centilmenlik kalıbından uzaklaştırdı. Böylece, bunların yerlerine, sadece müsabakanın “kahramanı” veya “en centilmen oyuncu” gibi kavramlarının içi boşaltılmış haline dönüştürülen ödüller kaldı.
O kadar ileri gitti ki artık spor demek şiddet anlamına gelmeye başladığında taraftarlar da eski taraftarlara nazaran daha bel altı vurmaya başladılar. Küfürler, kavgalar ve neticesinde siyasi mesajlar ile birlikte talan ekonomisi toplumsal alanı da sarmaya başlayarak bir isyan yeri haline soktu sokakları.
Neden mi? Bu “neo-liberal” veya gittikçe “paleo-libertaryan” bir ekonomi politik alt sınıfları gettolaşan banliyölerde sefil halde bırakmaya başladığında buradaki gençler bu sefil yaşamlarına isyan ettiler bir gün. Ama isyan siyasi bir isyan değil tersine tüketim yapamayacakları dükkanların talan edilmesine yönlendi. Lüks tüketimin mallarına ulaşma isyanı oldu bu talan ekonomisi. Taraftar ise savaşçı haline girdi. Hatta bu duruma doğru yetiştirildiler. Savaş sırasında bir yer işgal edildiğinde talanın serbest olması gibi taraftarlar dükkanları savaşçıların hakkı gibi talan etme hakkını kendilerine edindiler.

Champs - Elysees de yakılan Porsche 911 marka arabadan geriye kalan
Avrupa şampiyonasında Paris Saint-Germain takımının, finalde İnter Milan’ı 5-0 gibi bir skorla yenmesi sonrasında yaşananlar savaş sahnesi gibiydi. İki ölü var böyle bir müsabakanın neticesinde. Bir sürü da ciddi yaralı. Arabalar yakıldı. Dükkanlar yağmalandı ve talan ekonomisi ve şiddet uygulandı banliyö gençleri tarafından Paris’in merkezi Champs-Elysées’de. Ve spor yazarlarının yorumlarına göre Inter Milan’a nazaran Paris takımındaki fiziki üstük Paris takımının antrenörü tarafından sağlandı. Benzer fiziki üstünlük isyan eden gençlerdeydi de. Fiziki üstünlük sporun en değerli verisi oldu böylece.
Futbol bir savaş alanı gibi artık. Sahanın dışında yaşanıyor. Bir eğlence yeri, popüler şarkıcıların gösteri yeri olmaya başladı. İsyan ise bu durumun kuralı olmaya başlıyor. Ama 19. yüzyılın “tehlikeli sınıflarının” sınıf mücadelesi değil, spor endüstrisinin bugün bizi getirdiği yerde talan ekonomisinin tüketim mallarına hücumu olarak işlemekte.
Bu durum üzücü müdür? Elbette öyledir. Tüketim toplumuna alıştırılmış insanların tüketemedikleri zaman arzularının tatmini talandan geçmekte artık. Bu ise toplumsal barış için büyük bir riziko. Cinnet geçiren bir yer olmaya başlamakta toplumsal alan.
Bu da bizi bugünün ekonomi politikası üzerine düşünmeye doğru yöneltmiyor mu?
Ali Akay kimdir?
Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir.
Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır.
1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur.
Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır.
|