29 Aralık 2020

İslamcıların kazandığı insan hakları davaları ve Demirtaş kararındaki oportünizm

Mağdurken adalete ulaşmak için çare olarak görülen Mahkeme, muktedirken birden "şer odağı" oluverdi. Toplum, bu sekterliği ve tutarsızlığı artık çok iyi tanıyor, fakat bir kez daha tanıklık etti. Bir kez daha kaydedilsin. En azından alışmamak için ve "yolunu bulmak" için hatırlansın

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin Büyük Dairesi, Selahattin Demirtaş hakkındaki ihlal kararını açıkladı. Sürpriz olmadığı üzere, en yetkili ağızlardan karara uyulmayacağı ifade edildi. Bu tepki sürpriz değildi. Çünkü Türkiye'de, Demirtaş, Kavala ve Dündar davalarına "özel" muamele edildiği biliniyor. Yandaş medyada, karara uyulmamasının "hukuksal" sonuçlarının neler olacağı yalan yanlış tartışıldı. Bu da sürpriz değildi. Çünkü ekranlara çıkıp "hukuksal" değerlendirme yapan kişilerin saçmalamalarına da, dile getirdikleri saymakla bitmeyecek fahiş hatalarına da aşinayız. Uzmanı olmadığı konuda ahkâm kesmekten utanmayanları utandırmaya kalkmak anlamsız.

Fakat kısaca bir bilgi vermek gerekirse bu karar kesin ve hukuken bağlayıcı. Bunda bir tartışma yok. Bu aşamadan sonra İnsan Hakları Mahkemesinin yapabileceği şey, yeniden bir ihlal kararı vermek veya yeni bir karar türüne yönelmek olabilir. Bu ikincisinin nasıl gerçekleşeceği Sözleşme'nin 46'ncı maddesinde yazıyor. Dileyen okuyabilir.

Karara uyulup uyulmadığını Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, kendi mevzuatı uyarınca takip eder. Kararın gereğinin yapılmaması, diplomatik temsilcilerin dışlanmasından başlayıp Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınması veya çıkarma kararı alınmasına kadar uzanan birtakım yaptırımları gündeme getirir. Bu sonuncusunun nasıl uygulanacağı da Avrupa Konseyi Statüsü'nün 8'inci maddesinde yazılıdır. Bunu da dileyen okuyabilir.

Karara uyulmamasının piyasanın kendi dinamikleri ve Avrupa Birliği'nin (Avrupa Konseyi ile karışmasın) bu konuda alacağı yaptırım kararlarından kaynaklanan ekonomik sonuçları da var. Bunları uzun uzadıya anlatmayı gerekli görmüyorum.

Bu süreçte benim ilgimi çeken nokta, bir siyasal hareket olarak İslamcılığın oportünistliğinin bir kez daha su yüzüne çıkması oldu. Bu akımın ekranlardaki yüzleri bir kez daha anti-emperyalizm ile anti-gâvurculuğu karıştırdı. Kararı tartışmak yerine İnsan Hakları Mahkemesinin "Hristiyan Kulübü"nün mahkemesi ve "terörist sevici" olduğu savını işledi.

Olabilir. Hiçbir kurum veya kişi eleştirilmez değil. Hatta kişiler, eleştirilerini dile getirirken kullanılacak sözcükleri de belli bir marj içinde diledikleri gibi seçebilir. Fakat bu eleştirilerde siyaseten biraz olsun tutarlılık gerekmez mi? Gerçi Türkiye'de siyasal İslamcılığın böyle bir kaygısının olmadığını, bugün ak denilene yarın kara derken hiç gocunmadıklarını gayet net biliyoruz. Dolayısıyla onlar için gerekmez.

Siyasal İslamcılığın sekter insan hakları anlayışı

Siyasal İslamcıların Strazburg Mahkemesi'nin kapısını çaldığı olaylar az değildir. Özellikle 1990'lı yıllardaki kararlara baktığımızda bu konuda hatırı sayılır bir toplamın olduğunu görürüz. Bu kararların içinde iki tanesi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konuluyor: Bunlardan biri Refah Partisi'nin kapatılmasının, diğeri de başörtüsü yasağının İnsan Hakları Sözleşmesi'yle uyumlu bulunduğu dava. Bu iki karardan hareketle Mahkemeyi "İslam düşmanı" addediyorlar. Oysa bunun aksine çok sayıda karar var. Örneğin nedense eşi başörtülü olduğu için farklı bir şehre sürülen vali yardımcısı Ramazan Sodan'ın kazandığı davadan hiç bahsedilmiyor. Hakeza Necmettin Erbakan'ın Bingöl'de yaptığı şeriatçı konuşmadan dolayı ceza alınca yaptığı başvuru ve kazandığı davadan da öyle.

Bu konudaki örnekler saymakla bitmez ama salt ifade özgürlüğü bağlamında bile, hemencecik hatırlatılabilecek bir düzineye yakın karar var: Mesela, Aczimendi şeyhi Müslüm Gündüz'ün televizyon ekranlarında imam nikâhı kıymayıp resmî nikâhla evli olanları "piç" olarak nitelemesi veya diğer Aczimendilerin Ankara'da ve adliyede siyah cüppeler ve asalarla laik devlete meydan okuması; nurcu Mehmet Kutlular'ın veya Nur Radyo'nun bir yayınına katılan İskender Ali Mihr'in 1999 depremini Allah'ın dinsizlere verdiği ceza olarak nitelemeleri; bir grup İslamcı tiyatrocunun 28 Şubat sürecini eleştiren "Bir Hak Düşmanı" oyunu, gazeteci Abdurrahman Dilipak'ın veya siyasetçi Hasan Celal Güzel'in yine 28 Şubat sürecinde, ordu mensuplarına dönük İslamcı yazı ve beyanları; vandal eğilimli İslamcı bir gencin, laikliğe duyduğu öfkeyi yansıtmak için Atatürk heykeline boya atması… Listeyi uzatabiliriz. Bu örneklerde başvuruculara iç hukukta ceza verilmişti. Bunun üzerine soluğu Strazburg Mahkemesi'nde almış ve ifade özgürlüklerinin ihlal edildiğini tespit ettirmişlerdi. O zamanlar bu kararlar bağlayıcıydı.

Bunlardan daha ilginçleri ise sonradan geri çekilen bazı başvurulardı. Bizzat Erdoğan, kendisinin önüne konulan siyaset yasaklarına binaen birden çok defa (1, 2, 3, 4) İnsan Hakları Mahkemesine başvurmuş, fakat sonradan sorunun içeride çözülmesi üzerine başvurusunu geri çekmişti. Bu geri çekme pratiği, Abdullah Gül'ün eşi Hayrunnisa Gül'ün başvurusu ve (ihlal kararı çıkması pek olası bulunan) Fazilet Partisi için de geçerliydi. Listeyi uzatabiliriz. O zamanlar İnsan Hakları Mahkemesi makbuldü.

Tüm bu örneklerde Mahkeme, "mazluma dini sorulmaz" yaklaşımını sergiledi. Belli ki siyasal İslamcılar da buraları adalet kapısı olarak gördü, kapısını çalmaktan geri durmadı. Ne var ki mağdurken adalete ulaşmak için çare olarak görülen Mahkeme, muktedirken birden "şer odağı" oluverdi.

Toplum, bu sekterliği ve tutarsızlığı artık çok iyi tanıyor, fakat bir kez daha tanıklık etti. Bir kez daha kaydedilsin. En azından alışmamak için ve "yolunu bulmak" için hatırlansın. Çünkü Türkiye bir süredir yolunu kaybetmiş bulunuyor.

Yolsuzluk

Anadolu'da sufilerin kendilerine özgü bir ritüeli vardır. Sufiler, dergâha girerken veya ikrar verirken "şet" olarak adlandırılan, yünden dokunmuş bir kemer bağlarlardı. Mevlevilerin "elifi nemed", Bektaşilerin "tığ bent" gibi isimler verdiği ve keçeden de dokunabilen bu kemer/kuşak sembolik bir anlam taşır. Bu bağ, artık bazı yasaklara ve esaslara tabi bir yolun yolcusu olduğunu kabul eden müstakbel dervişin beline bağlanır ve böylelikle zor durumlarda yoluna olan bağını hatırlaması sağlanırdı. Bu ritüel dilimize, bir yola çıkmak, bazı esasları benimsemek anlamında "bel bağlamak" şeklinde girmiştir. Bir şeye "bel bağlayan" kişi, uzun bir yolculuğa çıkacağını bilir ve yolundan basit zorlukta yılmaz, yolunun uzun olduğunu hatırlar, kolay kolay sapmaz.

Türkiye, öyle veya böyle, Batılılaşmaya ve bunun olmazsa olmazı sayılan insan haklarına "bel bağlamış" bir ülkeydi. İktidarın, içinde insan haklarına açıkça gönderme yapan anayasalarla "bağlanmış" olması, Türkiye Cumhuriyeti'nin, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'ne daha ilk yıllarında kendisini "bağlaması", bu "bel bağlama" sürecinin hukuk dilindeki fonetik benzerlikte de karşılık bulan hoş bir tezahürüydü: Anayasa ve Sözleşme'nin kamu gücü için hukuken "bağlayıcı" olması veya Türkiye'nin bu değerlere siyaseten de "bel bağlamış" olması gibi…

Bu bağ, bugün hukuken olmasa da fiilen çözülmüş; Türkiye de "yol"undan dönmüş bulunuyor. Üstelik başka ve daha iyi bir yol da bulamıyor. Yani "kurallara aykırı, uygunsuz, yöntemsiz, düzensiz, yersiz, usulsüz, nizamsız" olmak anlamında "yolsuz" bir ülkede yaşıyoruz. Bu karar, "yola gelmek" için bir fırsattı. Kaçırıldı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Atatürk Kürtlere özerklik vaat etmiş miydi?

Yerel yönetimlere dönük bu özerklik veya diğer bir ifadeyle özyönetim yetkilerini genişletme eğiliminin nedeni halkın, demokrasi kültürünü pekiştirmesidir

Nedir şu “Yerel Özerklik” dedikleri? | Avrupa Yerel Yönetimler özerklik şartı

Bir kişinin terör mahkûmu olursa belediye başkanı olamaması anlaşılır ama daha hüküm yokken peşinen ve bu kadar çok sayıda seçilmiş kişinin görevden alınmasında her hâl ve kârda ağır abeslik var

Türkiye'de içki sadece içki değildir

Vergi adı altında içki içmenin cezası kesiliyor