26 Nisan 2024

Atatürk Kürtlere özerklik vaat etmiş miydi?

Yerel yönetimlere dönük bu özerklik veya diğer bir ifadeyle özyönetim yetkilerini genişletme eğiliminin nedeni halkın, demokrasi kültürünü pekiştirmesidir

Türkiye’de son yıllarda git gide daha da yaygınlaşan şöyle bir kanı var: Türkiye’nin kurucu kadroları Kürtlere özerklik vadetti ve fakat kısa süre içinde bundan vazgeçti.

Bu kanı büyük ölçüde hatalı, küçük ölçüde doğru.

Büyük ölçüde hatalı nokta

Söz konusu söylemin büyük ölçüde hatalı olduğunu ortaya koymadan önce bu söylemin ne zaman ve nasıl tedavüle girdiğini hatırlamak gerekiyor.

Söylemi özellikle öne çıktığı bağlam “2000’e Doğru Dergisi”nin 1987 yılında çıkan bir sayısıyla gündeme gelen bir haber. Doğru Perinçek’in lideri olduğu Sosyalist Partisi’nin AYM önündeki kapatma davasında da tartışılan bu haberde karşılık bulan sava göre Atatürk’ün İzmit Toplantısı’ndaki demeçleri Türk Tarih Kurumu tarafından sansüre uğramıştı. 2000’e Doğru Dergisi ise gerçek belgeleri bulmuş ve yayımlamıştı.

Parti’nin savunmasında da geçen haberle ilgili bilgileri aynen aktarıyorum:

"Eksiksiz denen metindeki eksik İzmit toplantısının tutanakları, ‘tam metin’ iddiasıyla ilk kez 6 yıl sonra gün ışığına çıkacaktı. İzmit Kasrı görüşmesine katılan gazeteci milletvekili Mahmut Bey (Soydan) 1929 yılının kasım ve aralık aylarıyla, 1930 yılının ocak ayı boyunca 70 gün süren bir dizi halinde tutanakları Milliyet gazetesinde yayımlanmıştı. Bir zamanlar İsmet Paşa’nın kabinesinde bakanlık yapan İsmail Arar ise 1969 yılında Atatürk’ün İzmit konuşmasını kitap hâline getirdi. Toplantıyla ilgili son yayın ise 1982 yılı tarihini taşıyordu ve Arı İnan’a aitti. “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları” başlığını taşıyan kitabın üzerinde ‘Türk Tarih Kurumu’nun adı okunuyordu. Afet İnan'ın kızı Arı İnan, derlediği belgelere yazdığı sunuşta ‘Gazi Mustafa Kemal’in geziye çıkarken beraberinde götürdüğü üç zabıt katibince yazılmış’ tutanakları ‘noksansız’ yayınladığını söylüyordu. Metinlerin asılları Anıt Kabir Arşivi’ndeydi. Türk Tarih Kurumu Arşivi’nde ise tutanakların fotokopileri vardı. 2000’e Doğru toplumdan ve araştırmacılardan gizlenen belgelere ulaştığı zaman, Arı İnan'ın ‘noksansız’ dediği metnin eksik olduğunu saptıyordu. Atatürk'ün açıklamalarından ‘Kürt Meselesi’ başlıklı bölüm yanında, Batı Trakya Türkleri ile ilgili olanlar da çıkartılmıştı."

Atatürk’ün, bu tartışmaya konu olan 16/17 Ocak 1923 tarihli İzmit basın toplantısında gazeteci Ahmet Emin Bey ile olan diyalogu şöyledir:

Ahmet Emin Bey: Kürt meselesine temas buyurmuştunuz, Kürtlük meselesi nedir? Dahili bir mesele olarak temas buyurursanız çok iyi olur.

Gazi [Mustafa Kemal] Paşa: Kürt meselesi; bizim, yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen söz konusu olamaz. Çünkü malumuâliniz bizim milli sınırımız dahilinde mevcut Kürt unsurlar o surette yerleşmiştir ki, pek sınırlı yerlerde yoğunluğa sahiptir. Fakat yoğunluklarını kaybede ede ve Türk unsurlarının içine gire gire öyle bir sınır hasıl olmuştur ki, Kürtlük namına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye'yi mahvetmek lazımdır. Faraza, Erzurum'a kadar giden, Erzincan'a, Sivas'a kadar giden, Harput'a kadar giden bir sınır aramak lazımdır. Ve hatta, Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de nazarı dikkatten hariç tutmamak lazım gelir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise, bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade lazımdır. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait mesele çıkarmaları daima varittir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin ve hem de Türklerin salahiyet sahibi vekillerinden meydana gelmiştir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki, bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olamaz.”

Pek çokları bu ifadeye ve 1921 Anayasası’nın hemen 1’nci maddesindeki “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” (“Egemenlik kayıtsız ve koşulsuz ulusundur. Yönetim yöntemi, halkın yazgısını kendi kedine ve eylemli olarak yönetmesi temeline dayanır) hükmüne atıfla bunun bir Kürt özyönetimine, hatta eyalet esaslı bir devlet biçimine kapı araladığını ifade eder.

Ne var ki bu söylem, gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Hüküm belli bir etnik gruba dönük değil, genel olarak yerel özerkliği ifade ediyor. Yerel özerkliğin ne anlama geldiğini geçtiğimiz haftaki bir yazımda anlatmıştım. Burada da bunun çok ötesinde bir gönderme yok. Üstelik çerçevesi diğer maddelerle de çizilmiş durumda: Bugünkü belediyeler gibi tüzel kişilik tanınan illere (vilâyetlere) bırakılan yetkiler (md. 11) “eğitim, sağlık, ekonomi, ziraat, bayındırlık, vakıflar ve sosyal yardım işleriyle sınırlı. İlçelere (kazâlar) ise tüzel kişilik dahi tanınmamış durumda. İlginç olan, nâhiye denen birkaç köy ve bir kasabadan oluşan yapılara fazla yetki tanınmasıdır. Tüzel kişiliğe sahip nahiyelere “yargısal, ekonomik ve mali” yetkiler (md. 20) tanınmış bulunuyor. Bence hayli sıra dışı olan hüküm bu… Fakat bu özerkliğin dahi merkezin idari vesayetine tabi olduğunu md. 23’ten anlıyoruz.

"[Günümüz Türkçesiyle:] Genel müfettişlik, bölgelerinin tüm güvenliğinin sağlanması ve tüm resmî kurumların uygulamalarının teftişi, genel müfettişlik bölgesindeki vilayetlerin ortak işlerinde uyumun sağlanması, genel müfettişleirn görevidir. Genel müfettişler, Devlet’in genel görevleriyle, yerel yönetimlere ait görevleri ve alınan kararları sürekli olarak kontrol ederler."

Bir daha vurgulayalım: Söz konusu ifadelerden eyalet vb. bir yönetim biçimi çıkmaz. Zaten bu türden savları, 1921 Anayasası’nı hazırlayan Anayasa Komisyonu’nun Sözcüsü İsmail Suphi Soysallı’nın açıklamaları da yanlışlar.

Şöyle ki; Soysallı, kendilerine sunulan Halkçılık Programı’ndan hareketle hazırladıkları Anayasa taslağını takdim ederken bu konuya açıklık getirmiştir:

“Halk kendisi seçme usulünü, faydasını, zararını bilfiil tecrübe eder ve pratik tecrübeler her dersin üstünde bir kıymete sahiptir. Binaenaleyh efendiler, komisyonunuz vilayet meclisleri tarafında bir yürütme kurulu seçilmesini ve o yürütme kurulunun başkanın bilfiil valilik görevini yürütmesini uygun bulmuştur. Ancak şu da var k, vilayetler kendi başına bir devlet değildir. Amerika Hükümeti (mütehaddimesi) gibi değildir. Her vilayetin sahip olduğu özerklik mahalli işlere özeldir. Bu işler ki, yalnız o vilayeti ilgilendirir, o işler o vilayetin işleridir. Binaenaleyh jandarma gibi genel asayiş ile ilgili olan, demiryolları inşası gibi birden fazla vilayeti ilgilendiren, vergiler gibi yine devletin genel yapısını ilgilendiren, askerlik gibi yine devletin asıl kuruluşlarının işi olan önemli işler merkeze alınmıştır. Bunlar, merkezden gönderilen vali tarafından yönetilir. Meclis Yönetiminde mesela, küçük bayındırlık işleri mesela bir kanal kazısı, bir köprü inşası, sonra yine böyle maarif, orman ve bunun gibi işler, bölgelerine bırakılmıştır. Yalnız büyük, devletin esas yapısına ait işler tamamen merkeze alınmıştır.

Görüldüğü gibi Soysallı, 1921 Anayasası’nın getirdiği idari yapının “ne olmadığı”nı açıkça ortaya koymuştur. Bu federal bir devlet değildir ve bu anlamda bir eyalet yapısı getirilmemektedir. Dahası, yerel yönetimlere tanıan özerkliğin sınırlarının da merkezin idari vesayet denetimiyle çizileceği şu sözlerle aşılanmıştır:

"Yalnız merkezin, Valinin bir vazifesi vardır ki o da bölge meclisinin devletin genel görevlerinden olan işlere karıştığını görürse, mesela, Antalya Vilayetinin genel meclisi kalkar da İtalya Devleti ile bir gümrük anlaşması yapmaya teşebbüs ederse, o zaman devletin esas görevlerinden olan bir mesele olduğu için Vali bunu yasaklar. Nahiye meselesinin de Komisyonca esası konulmuştur. Biliyorsunuz ki, nahiye meselesi bugünün meselesi değildir. İstanbul Meclisi Mebus anı senelerce bununla uğraşmış ve bugün elinize verilen nahiye maddesi esasen İstanbul'un Meclisi Mebusan Komisyonlarında görüşülerek, karara bağlanmıştır. Bunlar Komisyonumuzda görüşülmüş ve kabul edilmiştir. Nahiye meclisleri bundan sonra halk tarafından seçilecektir. Nahiye müdürleri tabii ki 10-20 sene yerinde kalacak değildir. Nahiye müdürlerini seçenler, elbette azil de edebilirler. Binaenaleyh efendiler, bazılarının endişe göstermesine gerek yoktur."

Peki ama bu yerelleşmenin amacı nedir? Bu sorunun yanıtı için de sözü yine Anayasa Komisyonu sözcüsüne bırakalım:

Şunu itiraf edeyim ki, her ilkel memlekette olduğu gibi mütegallibe (derebeyi) sınıfı bulunduğu için bazı daha uzak vilayetlerde mütegallibe- nasıl mahkeme üyeliklerine girerek nüfuzlarını yürütüyorlarsa- yine nüfuz elde edeceklerdir. Fakat halkı yetiştirmek için ameli mektep terbiyesinsen başka bir şey yoktur. Buna iman etmek lazım gelir. Bugün oraya gönderdiğimiz sekiz yüz, bin kuruş maaşlı bir nahiye müdürü zaten orada nüfuz sahiplerinin elinde adi bir aletten başka bir şey değildir. Binaenaleyh efendiler, halkın yönetimini bölgesine bırakmaktan başka çare yoktur. Sonra efendiler, size birçok örnek vereyim, Diyarbakır mebusu Kadri bey arkadaşımız bize hikâyeler anlatıyordu. Diyarbakır veyahut Van tarafında; bir nahiye kendi kendisini yönetmiş! Hükümetin haberi olmayarak, Hükümet oraya memur göndermemiş. O Nahiye kendi kendini yönetmiştir. Efendiler, sonra, Adapazarı'nı size bir misal olarak gösterebilirim. Adapazarı bugün Türk ve Yunan orduları arasında kaldığı, bir ileri bir geri hareket esnasında çok fazla zarar gördüğü için, sonunda kendini yönetmeye karar vermiştir ve bugün çok güzel kendisini yönetiyor. Balıkesir Mebusu Vehbi bilirler ve geçen sene bendeniz de şahit oldum, Balıkesir geçen sene yerel yönetim uygulamıştır. İstanbul’dan gönderilen mutasarrıf trene bindirilerek geri gönderilmiş ve Balıkesir kendisini gayet güzel idare etmiştir. (…) Binaenaleyh efendiler, bu milletin kendisini yönetmesi zamanı çoktan gelmiştir ve kendisini yönetecektir, (alkışlar) Eğer kendisini yönetemezse zaten biz yönetemiyoruz. Zaten bizim çoğunlukla kötü memurlarımızın elinde zavallı olmaktansa kendi kendilerini yönetmeleri bin kekre tercih edilir. Efendiler nahiye meselesi hakkında beyanatımı sunduktan sonra söyleyeyim ki, memleketin bağımsızlığını korumak için bir şey düşündük. Yani Hükümet düşünmüş biz de düşündük. Ekonomik, coğrafi ilişkileri itibariyle memleketi bazı bölgelere ayırarak, buralara birer müfettiş göndereceğiz. Yani mesela, Aydın, Kayseri, iklim olarak coğrafi durumu nedeniyle birer bölge teşkil edebilirler. Buraya bir müfettiş tayin edeceğiz. Konya, Ankara mesela bir yayla bölgesi olması nedeniyle buraya bir müfettiş göndereceğiz. Komisyon düşündü efendiler, bu müfettişlerin emrine vilayetlerde bulunan memurları vereceğiz. Mesela bir vilayet merkezinde bulunan maarif müdürü artık vilayette bulunmayacak, müfettişin emrinde bulunacaktır. Ve müfettişin teftiş bölgesi çevresinde bu vilayetin maarif memurunu teftiş edeceğiz. Binaenaleyh efendiler bir müfettiş ile emrinde uzman bir takım müfettişler bulunacak demektir. Müfettiş hem merkezi hükümet ile vilayet arasında sıkı bağ kuracaktır. Hem de vilayetlerin yerel yetkilerine tecavüz edip, etmediklerine bakacaklardır. Eğer yerel meclisler kendi yetkilerini aşmışlarsa yahut yol gösterilmeye ihtiyaçları varsa bunları gözetecektir.”

Yerel yönetimlere dönük bu özerklik veya diğer bir ifadeyle özyönetim yetkilerini genişletme eğiliminin nedeni halkın, demokrasi kültürünü pekiştirmesidir. Bu kültürün gelişmesi, merkezin denetimi altında ve tabii ki derebeyliğine (ağalığa) karşı da yurttaşlığın güçlenmesi ereğini gütmektedir. Dolayısıyla amaç, ne pahasına olursa olsun yerelleşme değil, siyasal katılımın güçlenmesi ve feodal/gerici aktörlere karşı özgürleşmenin sağlanmasıdır.

Bu eğilimin potansiyel tetikleyicileri nelerdi?

Bana kalırsa bu yerelleşme yönelimde en az dört faktör ön plandaydı:

Birincisi; bu eğilimi, 1908 Hürriyet Devrimi yıllarından beri süregelen, bir süre “Halka Doğru” çizgisinde tecessüm eden halkçılık cereyanının bir uzantısıdır. “Halka rağmen halk için özgürleşme” hedefini güdenlerden biri olan Tunalı Hilmi Bey’in köylülerin tiyatro vb. sanat etkinlikleriyle gelişmesi, köylerde doğrudan demokrasi esasının işlemesi vb. amaçlarla hayata geçirmeye çalıştığı Köy Kanunu’nun mantığını da burada aramak gerekir. Tunalı Hilmi Bey ve çevresi, uzun yıllar boyunca şûradan şûraya yönetim esasını savunmakta, mesleki temsil esasına göre mesleki meclisleri savunmaktaydılar. 1921 metni bu konudaki bir ara yol gibidir.

İkincisi; 1921 Anayasası, açıkça Sovyet modelinden esinlenmiştir. Bu gerçeği, İsmail Suphi Soysallı’nın “Ben diyemem ki biz hiçbir taraftan mülhem olmadık. Belki Şarkta, Rusya'da parlayan inkılabın bizim üzerimizde tesiri olmuştur. Belki Harbi umuminin, her millette, her milletin mazlum sınıfının. Emin olunuz efendiler, her millet iki sınıftır: Biri, idare edenler, diğeri, idare edilen mazlum sınıftır. Her millette mazlum sınıfın hakkında doğan haleti ruhiyenin de bizim üzerimizde tesiri olmuştur. Eğer bu memleketin eski toprakları bütün vüsatü şumuliyle (kapsamının genişliğiyle) baki kalsaydı, yine bu memleketi hüsnü idare için, idarede inkılap yapmak için yine çalışmağa mecburduk.” Sözlerinden iyi anlıyoruz.

Sovyet Cumhuriyeti’nde o yıllarda yürürlükte (1918 Anayasası) olan yapı, en alttaki köy sovyeti ve şehir sovyetinden en üstteki Tüm Rusya Sovyetler Kongresine kadar uzanan bir sovyetler hiyerarşiydi. Köylü nüfusun en küçük örgütlenme birimi, çalışan tüm köy sakinlerin katıldığı bir toplantıda “köy sovyeti”ni seçen köy komünüdü. Aynı bucakta (volost) bulunan tüm köy sovyetleri, bir bucak sovyeti seçecekti. Belirli bir ilçedeki (uyezd) tüm bucak sovyetleri ise “ilçe sovyeti” için delege seçilecekti. Bunların üzerinde, il (oblast) sovyetleri bulunuyordu. İl sovyetlerinin kaynakları çeşitliydi: İlçe sovyetleri veya doğrudan bucak sovyetleri, her 10 bin kişi için bir “kırsal delege” gönderecek, şehir sovyetleri ise her 2 bin seçmen için bir “kent delegesi” gönderecekti. Doğrudan bu modele dayanmadılar ama buna benzer çeşitli öneriler, TBMM çatısı altında zaten tartışıldı.

Üçüncüsü; Cumhuriyet devrimlerinin önünde iki türden gerici engel vardı. Bunlardan biri feodal ağalık düzeni, diğeri ise dinci gericilikti. Söz konusu yerelleşmenin, halkın egemenliği eline alma ve bu bakımdan yurttaşlık bilincini geliştirebileceği ve toprak reformuyla birlikte bunun devrimlerin yeşermesine hizmet edeceğine inanılıyordu.

Dördüncüsü; başta İngiliz Emperyalizmi olmak üzere genel olarak emperyalizmin bölgeyle ilgili politikası, “divide et impera” (“böl ve yönet”) esasına dayanıyordu. Bu bağlamda yumuşak karın, “Kürt meselesi” olmaktaydı. Bu bağlamda pompalanan ayrılıkçılığa karşı, yukarıda anlatılan düzeyde özerklik bir panzehir olarak düşünülmüştü. Zaten Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri de bunu yansıtmaktan ibarettir.

Toparlayacak ve yineleyecek olursam: Mustafa Kemal Paşa’nın anılan beyanatından ve 1921 Anayasası’nın metninden çıkarılacak özerklik, federasyon vb. düzeyinde bir özerklik değildir. Bugün 1982 Anayasası da yerel yönetimleri belli ölçüde özerklik tanımakta ve Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndan ileri gelen yükümlülükleri de bunlardan fazlasını gerektirmemektedir.

Özerklik, Şart’taki tanımla söylersek “yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı” demektir. Bu “kamu işlerinin önemli bir bölüm” kavramına her hâlükârda üniter devletin ötesine geçmeyi zorunlu kılan bir anlam bugün dahi yüklenememektedir.

Özerklik veya özyönetim kavramları yanlış anlaşıldığı için bu şerhi düşmek gerekir.

Küçük Ölçüde Doğru Nokta

Söz konusu söylemlerin doğru sayılabilecek küçük de olsa bir yönü vardır. O da 1921 Anayasası’ndaki yerelci eğilimden birkaç yıl içinde uzaklaşılmış, yıllar içinde bu uzaklaşma daha da büyümüştür. 1924 Anayasası metni ile sonraki pratikler bunu doğrular. Fakat bunun nedenleri konusunda da ezberden konuşmamak lazım gelir.

Şöyle ki; muhalefet çevrelerindeki hâkim söylem, Cumhuriyet’in ilanından itibaren başlayan karşı-devrimci hareketlerin gerici (feodal-dinci) karakterini kolaylıkla es geçmektedir. (Komintern’e göre de o yılların Kürt isyanları -özellikle Şeyh Sait isyanı- Osmanlı Monarşisi’nin arka planda desteklediği, Nakşibendi kökenli, laiklik karşıtı, gerici feodal isyanlar silsilesidir.)

Apolojist sayılma pahasına kaydetmek isterim ki: Diğer pek çok şeyin yanı sıra meselenin böylesi bir yönü de vardır. Bu bakımdan AYM’nin çeşitli kararlarında gördüğümüz “Devlet TEKtir, ülke TÜMdür, ulus BİRdir” sloganı, Nazilerin “ein Volk, ein Reich, ein Führer” (“tek halk, tek krallık, tek reis”) sloganından uzaklaşıp Jakobenlerin karşı-devrimci öznelere karşı yükselttiği “un pueple, une terre, un état” (tek halk, tek ülke, tek devlet) sloganına yaklaşmaktadır.

Son söz: Sol için bir not

Türkiye’de son yıllarda Kürt meselesi hakkında ne pahasına olursa olsun ve bağlamsallıktan uzan bir her hâlükârda ayrılıkçılığı destekleme eğilimi artmış görünüyor. Bu savlar da büyük ölçüde ulusların kendi kaderini tayin hakkına dayandırılıyor.

Öyle ki kimi sosyalistlerin dolaylı yoldan da olsa ABD emperyalizminin bölgedeki en adık müttefiki konumuna düşmesi dahi kanıksanabiliyor. Hatırlatmak gerekir ki Lenin’e göre feodallere karşı burjuva devrimciliği biçiminde ortaya çıkan ulusal hareketler emperyalizm çağında, sömürgeciliğe veya ulusal baskıya karşı çıkışlarıyla tezahür etmektedir. Bu nedenle Lenin, ulusal hareketlerin kendi iradeleriyle ayrılma, özerklik veya federasyon gibi seçeneklerden birine “hakkı”nın olmasının, var olan düzende yıkıcı etki doğuracağını, ayrıca (“başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” düşüncesiyle) enternasyonal dayanışmayı sağlayacağını savunmuştur. Ve fakat “Ayrılma”nın değil, “ayrılma hakkı”nın savunusuna dayanan bu sav, “halkların hapishanesi” sayılan Çarlık Rusyası’ndan sonraki Sovyetler Birliği’nde gönüllü birlikteliğin de anahtarı olmuştur.

Söz konusu hak, bağlam ve bütünü dikkate alındığında ayrılıkçılık için değil birleşme için ileri sürülmüştür. Bu gerçek, kanımca, bilerek veya pompalanan çeşitli propaganda biçimleriyle gereğinden çok yadsınıyor. Bu nedenle meseleye biraz da buradan bakılmasını salık veriyor ve metni Nâzım Hikmet’in bu konudaki şu sözlerini hatırlatarak bitirmek istiyorum:

“Anadolu’da yaşayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak sokmak isteyen gerici, sömürücü, karanlık kuvvetler, emperyalizmle el ele vererek halklarımızı daha kolay ezmek istiyorlar. Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlere, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve haklarını inkâr edenlere, halkları birbirine düşürüp sırtlarından rahatça geçinenlere emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni millî kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının elbirliğiyle kazanılır. Ancak böyle bir elbirliğiyle kardeş iki millet hürriyete, millî ve insani haklarına kavuşabilir.”

Nâzım’ın ne pahasına olursa olsun ayrılıkçılığa ve daha da önemlisi sadece bir etnik kimlik içinde Kürt ağalarıyla Kürt köylüsünü eritenlere karşı duran bu söylemi bence hâlâ güncel…

Tolga Şirin kimdir?

Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır.

Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.

TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.

Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 

2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.

Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Nedir şu “Yerel Özerklik” dedikleri? | Avrupa Yerel Yönetimler özerklik şartı

Bir kişinin terör mahkûmu olursa belediye başkanı olamaması anlaşılır ama daha hüküm yokken peşinen ve bu kadar çok sayıda seçilmiş kişinin görevden alınmasında her hâl ve kârda ağır abeslik var

Türkiye'de içki sadece içki değildir

Vergi adı altında içki içmenin cezası kesiliyor

Köylerde küslük yaratan muhtarlık seçimleri: Eşit ve gizli oy ilkelerinin ihlali

Muhtarlık seçiminde de kendine özgü bir resmî adaylık usulü uygulanmalı ve gizli oy ilkesini güvence altına alan bir pusula standardı getirilmelidir