06 Nisan 2025

Gelişine yaşıyoruz, bir şey daha olacak ama ne?

Bu ara her gece, sabah neye uyanacağımızı bilmeden uyuyoruz. Sonra? Belirsizlik siyaseti ve muamma ekonomisinin hakim olduğu bir güne daha ‘Güüüünaydın Türkiye!’ Zam mı? Boykot mu? Gözaltı mı? Yoksa hepsi birlikte mi? Her şey mümkün, hiçbir şey kesin değil!

Ne olacağını bilmediğimiz ne yaşayacağımızı kestiremediğimiz sabahlara uyanıyoruz. Yeni bir gözaltı dalgası olur mu? Borsa mı çöktü, döviz mi fırladı? Mahir Polat iyileşti mi? Cezaevinde mi, hastanede mi şu anda? Yeniden gaza basılır mı, yoksa normalleşme adımı mı atılır? Gözümü kapamadan önce süt 49 TL’ydi. Açınca 59 olur mu? Boykot her hafta devam edecek mi şimdi? Tutuklanan çocuklar yerde mi yatıyor, karınları aç mı, üşüyorlar mı, korkuyorlar mı?

Siyaset bilimci Adam Przeworski, demokrasiyi; sonucun önceden kesin olarak bilinemeyeceği ama oyunun kurallarının kesin belli olduğu bir sistemdir diye tanımlar. Yani nasıl olacağı belli olmasa da ne olacağı hep bellidir! Bugünün Türkiye’sinde ise farklı bir formüle doğru ilerliyoruz: bu işin sonu nereye gidiyor belli değil. Ama nasıl olacağı belli: Hangi gün kimi gözaltına alacaklar bilmiyoruz ama birilerinin gözaltına alınacağı kesin. Kime erişim engeli gelecek bilmiyoruz ama birilerinin engelleneceğine eminiz. Kimin telefonları dinlendi bilmiyoruz ama birilerinin dinlendiğini kesin biliyoruz. Foucault bunu “otoritenin görsel değil, duygusal kontrolü” diye tanımlıyor. Gözetlendiğimizden emin olduğumuz için değil, hislerimizden emin olduğumuz için kontrol altında tutuluyoruz yani.

Ve bu, “belirsizlik” dediğimiz şeyin ta kendisi…

Şahane bir yorumu X’de gördüm: Sürprizler diyarı Türkiye’ye hoş geldiniz… B planım: Yok. A planım da çöktü zaten... Her şeyin görünür olduğu ama hiçbir şeyin anlaşılmadığı bir dönemdeyiz. Bütün bilgiler elimizde ama anlamlı değil. Görünürlük arttı, öngörü azaldı. Tüm zamanların en sinsi, en stratejik gücü “belirsizlik” sahnede. Artık bir aksilik de değil, açık saçık bir politika.

Belirsizlik nasıl işliyor? Buna “stratejik muğlaklık” diyebiliriz. Aynı anda çelişkili iki şeyin de doğru olduğuna inanmak. Bugün Türkiye’de siyaset, tam da bu belirsizlik çelişkisi üzerinden işliyor: Adalet var ama herkese değil. Ekonomi büyüyor ama – bazılarına, büyük bir kesim yoksullaşıyor. Demokrasi var ama seçilmiş başkanlar cezaevinde. Savaşta değiliz ama barışta da değiliz. Yasak yok ama ifade özgürlüğü de... Herkes konuşabiliyor ama hepsinin başı belada.

Bu gri alanlar, sadece kafa karışıklığı yaratmıyor. Aynı zamanda sorumluluğu dağıtıyor, tepkiyi belirsizleştiriyor. Kimden hesap soracağımızı bilemeyiz. Kime itiraz edeceğimizi, ne zaman susacağımızı kestiremeyiz. Öyle bir ortama sebep… Gerçeklik üretme süreci dediğimiz şeyin tükenmişliğini yaşıyoruz. Ve en temel gücümüz olan muhakeme mekanizmamız temelden çöküyor. Mesela, Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre mart ayı enflasyonu yüzde 38, değil mi? Ama ben sadece yoğurt fiyatına bakıp, yüzde 200 hissedebiliyorum. Literatürde buna “duygusal enflasyon” da deniyor. Şaka şaka, böyle bir tanım yok, bunu şimdi ben uydurdum. Belirsizlik dönemlerinde insanlar “anlam arayışında” kaybolur. Şakalarımızdan belli. X yıkılıyor. Yani belirsizlik; öyle sadece cüzdanı, rutini, planları falan değil, kafayı doğrudan etkiliyor. Takınız en yakındaki huniyi. Bir kanıt daha: “Dolar hala neden artmıyor ki?” diye sorup duruyoruz. Deli miyiz neyiz? Bu da aklımızın rasyonaliteyi çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çok saçma ama çok makul bir soru, bence öyle yani.

Sistem çok akıllı: İnsanlar baskıya direnebilir, öngörüsüzlüğe asla… Belirsizliğe boyun eğeriz. Saldıracak yer yok, savunma alanı da...  Bir insan, her gün farklı konularda bile olsa tek bir bilinmezlik yaşarsa, zaman içinde gerçeklik algısını yitiriyormuş. Yani her gün en az bir kez “bu niye böyle?” diye sorup, tırlatabilirmişiz. Tam bu teori ile, kolektif ruh halimizi çözmüş olduk. Hepimiz aynı anda hem haklı hem çaresiziz, hem komik hem yorgun. Ve bu tükenmişliğin panzehri ilginç şekilde bir devrim, seçim falan değil; açıklık. Netlik. Sadelik. “Bu olacaksa, sonra ne olur?” sorusunun cevabını verecek bir siyaset. Ama onu da veren yok.

Bu kadar belirsizlik, gerçekten bir kriz mi, yoksa bir strateji mi? Cevap net: Belirsizlik bir sistem arızası değildir, sistemin ta kendisidir. Ama bu sefer tepki farklı; artık Türkiye’de refleksler, planlanamıyor. Momentumla hareket ediyor. An geliyor TikTok’ta doğan X’te büyüyor, Instagram’da görünür hale geliyor. Bir bakıyorsun meydan doluyor. Bir bakıyorsun sessizlik. Hiçbir parti, hiçbir örgüt, hiçbir lider bu dalgayı takip edemiyor. Kontrol da edemiyor. Bir de boykot meselemiz var. Boykot, iktidarı mı zorluyor yoksa mahalleyi mi yoruyor? Ekonomik baskı iktidara mı dokundu, yoksa yerel esnafa mı? Ve asıl büyük belirsizlik şu: Bu yöntem işe yaradı mı? İşte bu yüzden “boykot devam edecek mi?” sorusunun yanıtını hala alamadık.

Belirsizlik karar verememek değil; bazen karar almamak da... Ve o kararsızlık hali, zamana yayılmış bir ceza biçimi haline gelebiliyor. Yargılamıyor ama tutuyor. Serbest bırakmıyor ama hüküm de giydirmiyor. Şüpheyi uzatıp, yalnızlaştırıyor. Sistematik caydırıcılık. Ve işte Mahir Polat, bu tablo içinde sembol. Tıpkı gösteriye katıldı, konuştu, yürüdü diye cezaevine gönderilen yüzlerce üniversite öğrencisi gibi. Mahir Polat ve öğrenciler şu anda sadece bir siyasi figür değil; aynı zamanda bu ülkenin belirsizliğinin bedensel tanıkları. Polat, ağır tansiyon ve kalp hastası. Klostrofobisi var. Ve buna rağmen kaçma şüphesi olmadığının savunulmasına rağmen, hükmü verilmeden cezaevinde. Neredeyse her gün hastaneye taşınıyor. O yüzden yaşanan şey aynı zamanda biyo-politik: Bedenin nerede duracağına, ne kadar oksijen alacağına, hangi kapalı alanda ne kadar kalacağına karar veriliyor.

Artık bu belirsizliklerle yaşamaya daha fazla katlanmak yerine, nedenlerini görünür kılmalıyız.

Tepki veremeyen toplum, sadece tahammül eder.

Göbek adımız “bakalım, kısmet” olmasın artık. Yeni bir adı hak ediyoruz. Etmiyor muyuz?

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları

Bu saatten sonra Harvard da kayyım beklesin

Trump yönetimi, Harvard’ın uluslararası öğrenci alımını durdurdu. Sebep: Yeterince yerli ve milli olmamak. Yeterince milli misin Harvard?.. Değilsin çünkü iktidarının sevmediği bir iş yapıyorsun: Meselelere kafa yoruyorsun. O yüzden hedef sensin. ABD’de rektörleri kim atıyordu, bu arada?

Vatandaşlık numarası: Hafiye

İnsanları onurlu kılan; ispiyoncu olması değil, özgürlüğe, hakka ve adalete inanmasıdır. Herkesin kulağı başkasının ağzındaysa, kimsenin sesi duyulmaz. Paranoya, toplumun doğal dili olur. Ayrıca tanık olmak ile hafiye olmak arasındaki kalın sınır, çok ahlaki bir aralık değil midir?

Kendi beynimize limon sıkıp yiyoruz

Toplu travma yaşanıyor, kimse kimseye “iyi misin?” demiyor. İmkanımız olmadığı için de terapi yerine içimize içimize konuşup kendi beynimizi yiyoruz. Bu arada en iyi beyin, zeytinyağı ve limonla İzmir’de yenir. Gülmeyin, bu ara üst düzey anormaliz. Ayrıca kendini normal sananlara şunu söylemek isterim: Dışarıdan nasıl göründüğünüzü bir bilseniz, ah bir bilseniz...

"
"