25 Mayıs 2025
Öyle bir çağdayız ki, dünyanın en iyi üniversitesi bile; iç politika krizlerinin tam ortasında kalıp, can çekişebiliyor. Harvard Üniversitesi şu an tam olarak o noktada. ABD’nin en köklü, en zengin ve uluslararası itibarı en yüksek üniversitesi, Trump yönetiminin hedefinde. Hem de öyle lafla filan değil; fiili yaptırımlarla.
Geçtiğimiz gün Trump’ın Harvard’a ilettiği karar çok netti: Uluslararası öğrenci kabul yetkiniz iptal edilmiştir. Yani; Harvard artık yurtdışından öğrenci alamayacak. Şu an orada okuyan binlerce uluslararası öğrenci de ya okul değiştirecek ya da sınır dışı riskiyle karşı karşıya gelecek. “Müfredatınız yeterince uyumlu değil”, “Kampüs ortamı Yahudi öğrenciler için güvenli değil”, “Bazı öğrenciler yasa dışı faaliyetlere karışmış olabilir” gibi mesajlar var kararın satır aralarında.
Trump yönetimi, üniversiteye ‘benim kurallarımla oyna, yoksa kapılarını kapatırım’ dedi.
Trump’ın Harvard’a tepkisi yeni değil aslında. Aylar öncesinde üniversitenin çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık politikaları hedef alınmış, müfredatına karışılmıştı. Trump’dan da duymuşsunuzdur; “Bu ne biçim eğitim?” dedi. Sonra kampüsteki Filistin yanlısı protestolar büyüyünce konu tamamen ulusal güvenlik seviyesine yükseldi. Üniversiteden, tüm uluslararası öğrencilerin ders kayıtları, kampüsteki aktiviteleri, yasal durumları ve hatta kimin hangi suça karıştığına dair veriler talep edildi. Harvard itiraz etti tabii, “yasa bize bunu zorunlu kılmıyor, elimizde olmayanı veremeyiz” dedi. Trump yanıtı yapıştırdı: O zaman yanıtı bizden alırsınız! Ve gerçekten de aldılar. Üç gün içinde belge sunmazsanız, dedi İç Güvenlik Bakanlığı, sizi sistemden çıkarırız. Ve sonra olan oldu. Karar açıklandı. Harvard artık uluslararası öğrenci alamıyor.
Neden önemli? Çünkü Harvard’da neredeyse her dört öğrenciden biri yabancı. Yani bu yalnızca bir göçmenlik davası değil; siyasi bir darbe. Çünkü bu öğrenciler yalnızca okula zenginlik katmıyor; bilimsel üretimi sırtlıyor. Tam da bu nedenle, Harvard sözcüsü durumu şöyle duyurdu: Bu intikam kararı yalnızca Harvard’a değil, ABD’ye zarar verir.
Oğluma sordum, üniversite kapısı yakın, en çok o yaşları ilgilendiriyor esasen bu dönüşümler. Dedi ki: “Dünyanın en zekileri Amerika’da doğmuyor. Trump’ın anlamadığı bu.” Doğru! Sen Harvard’sın. Bugüne kadar ki başarın, dünyanın en zeki insanlarını bir araya getirebilmenden oldu. Trump sanıyor mu ki sadece Amerikalılarla bu başarı devam eder? İşte bu kadar. Yani mesele ABD’nin, sınırları daraltacağım derken kendi ümüğünü sıkması.
Amaaaan bana ne ABD’den diyorsanız gelelim bizi de çok yakından ilgilendiren soruya: Bir üniversitenin hangi öğrenciyi kabul edeceğine, hangi hocayı işe alacağına ve hangi konuyu araştıracağına kim karar verir? Eğer bu sorulara üniversitenin kendisi cevap veremiyorsa, orası hala üniversite midir?
Bugün Harvard’ı sınayan bu sorular, bizim ön kapıda asılı. Bana uyum sağlarsan, sorun yok.- yazılı olmayan anayasa, madde 1.
Tam da burada, neoliberal popülizmin üniversiteyle neden bu kadar derdi olduğunu yeniden hatırlamak gerekiyor. Çünkü mesele Trump’ın kişisel nefreti, siyasi intikamı ya da kültürel çatışması değil. Mesele, akademinin tümüyle dönüştürülmek istenmesi. Peki neden?
Neoliberal popülizm, üniversiteleri hem ekonomik kaynak deposu hem de ideolojik tehdit olarak görür. Bir yandan onları piyasanın kurallarına göre fonlamaya çalışır: Kar-zarar hesabı yapmasını ister. Diğer yandan, içeriğini kontrol etmeye çalışır: Hangi değerleri öğretiyorsun? Kim konuşuyor, kim susturuluyor? Kime alan açıyorsun, kimi dışlıyorsun?
Harvard örneğinde bu eğilim iyice ayyuka çıktı. Trump yönetimi, Harvard’ın “evrensel değerler”, “çoğulculuk”, “eleştirel düşünce” gibi temellerini hedef alırken, esasen başka bir şey daha söylüyor: Ya benim milli-muhafazakar değerlerime göre şekillenir, fonunu alırsın… Ya da direnir, olacakları görürsün!
Neoliberal popülizm için akademi iki nedenle tehditkardır: Sınır tanımaz, çünkü bilginin evrensel doğası vardır. Ayrıca soru sorar, çünkü varlığı eleştiriye dayanır. Bu yüzden ya kontrol edilir ya dışlanır.
Biz de bu denklemin içindeyiz.
Bugün Harvard’ın başına gelen şey, yalnızca bir üniversitenin öğrenci kabul yetkisini kaybetmesi değil. Bilginin fonla, fikrin itaatle, akademinin sadakatle eşleştirildiği bir rejim modeli sahnede. Trump yönetiminin kararı, yalnızca bir okulun kapısına vurulan mühür değil; tüm dünyadaki üniversitelere verilen net bir mesaj: Ya bana benze ya yok ol. Ya sev ya terk et yani..
Bu yeni rejim, dünya çapında üniversitelerin bir fikir alanı olmasını değil; ideolojik uyum makinesi olmasını istiyor. Akademi, muhalif üretim değil, “yerli ve milli veri” sağlayacak bir bürokrasi olarak yeniden kodlanıyor. Tıpkı Henry Giroux’nun yıllar önce uyardığı gibi: Üniversiteler, toplumsal hafızanın değil, iktidar tasarımının taşıyıcısı haline getiriliyor. Aslında tüm dünyaya sirayet eden bu anlayış, küresel bir modelin en görünür vitrini. Ve bu vitrinin yansıması Türkiye’de çoktan kurulu. Trump yönetiminin Harvard’a yönelttiği ideolojik baskı ve veri talebi, Türkiye’deki akademik alan için yabancı değil. Biz bu filmi daha önce izledik. Hatta bitmedi, izlemeye devam ediyoruz.
Türkiye’de üniversiteler de bilgi üretiminden çok milli aidiyet testine tabi. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar bunun sadece sembolik örneği değil; özeti. Seçilmiş akademik kadrolar bypass edildi. Kayyum rektörler atandı. Bilimsel alanlar birer birer ya kapatıldı ya içeriği değiştirildi. Kulüpler dağıtıldı, protestolar kriminalize edildi. Tıpkı Harvard’daki gibi burada da protesto eden öğrenciye “güvenlik tehdidi” etiketi yapıştırıldı.
Ve evet, bizde de sorular aşağı yukarı aynı: Bu üniversite yeterince “bizden mi”? Yeterince “yerli mi”? Yeterince “uyumlu mu”? Yoksa içerideki birileri fazla mı “eleştirel”?
Üniversitelere ayrılan fonlar ve destekler çoğu zaman performansa değil, sadakate göre belirleniyor. Ödenek dağılımı, akademik özgürlüğe göre değil; kurumsal uyuma göre dağıtılmıyor mu? Unvan bekleyen akademisyenler iktidarın hoşuna gitmeyecek bir makale yazabiliyor mu? Tıpkı Harvard’a verilen mesaj gibi: Kendi kurallarınızla oynamaya devam ederseniz, oyununuzu bozarız.
Ama akademi, devletten destek almak için değil; toplum adına düşünmek için var. Üniversite, yönetilmek değil; tartışmak, kavga etmek, soru sormak, gerektiğinde iktidarın karşısında dimdik durmak için var. Eğer bilgi, yalnızca sınırlı erişimle dolaşıyorsa, eğer üniversiteler uyumlu kadrolarla donatılıyorsa, eğer öğrenciler artık sadece kimliklerinden dolayı şüpheli muamelesi görüyorsa, akademi falan ortada yok. Ne kalacak peki geriye? Diploma veren bir tabela. Zaten o diplomada kesin değil. Bugün var, yarın hop iptal edilebilir. Amerika’da da olur mu olur. Bizi kıskanıyorsa, kesin o da olur.
Mezun yetiştiren ama yurttaş inşa etmeyen bir makine mi olsun istiyor bunlar şimdi üniversitelerin? Gerçeği savunmak, yalnızca politik bir pozisyon değildir. İnsani bir görevdir. Diploma versin ama düşünce üretmesin. Kariyer planlasın ama kamu yararını sorgulamasın. Akademisyen slayttan okuyarak ders anlatsın, öğrenci de ezber manyağına dönüşsün istiyorlar. Çünkü düşünen insanın nerede duracağını bilemezsin. Soran insan, tahmin edilemezdir. O yüzden üniversiteler ya itaat edecek ya dışlanacak. O yüzden düşünmek “güvenlik tehdidi” sayılıyor…
Boyun eğmek bulaşıcıdır. Yaşayıp göreceğiz bu salgın daha ne kadar sürecek.
Şükran Pakkan kimdir? Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülün de sahibidir. Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır. Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir. |
“Kime küseceğiz nasıl olacak o iş?” diyenler için hatırlatma: Üç kere koğuş temizlendi, “iyi görüntü alamadık” diye üç kez emniyete giriş yapıldı, ip gibi dizilip kameralara poz verildi. Yooo yine de sana asla küs değiliz. Biz yüzüne tükürebildiğimiz kadar uzaklıkta olanlara küseriz. Bu yazı, eşine, dostuna, arkadaşına küsebilenlere bir memleket iç dökümüdür
İnsanları onurlu kılan; ispiyoncu olması değil, özgürlüğe, hakka ve adalete inanmasıdır. Herkesin kulağı başkasının ağzındaysa, kimsenin sesi duyulmaz. Paranoya, toplumun doğal dili olur. Ayrıca tanık olmak ile hafiye olmak arasındaki kalın sınır, çok ahlaki bir aralık değil midir?
Toplu travma yaşanıyor, kimse kimseye “iyi misin?” demiyor. İmkanımız olmadığı için de terapi yerine içimize içimize konuşup kendi beynimizi yiyoruz. Bu arada en iyi beyin, zeytinyağı ve limonla İzmir’de yenir. Gülmeyin, bu ara üst düzey anormaliz. Ayrıca kendini normal sananlara şunu söylemek isterim: Dışarıdan nasıl göründüğünüzü bir bilseniz, ah bir bilseniz...
© Tüm hakları saklıdır.