30 Haziran 2019

Yerli malı tükendi, havalı bir şey alır mıydınız?

Geçmişte sadece ezber ve hamasetle donatılmış biçimde karşımıza çıkarıldığı için kolayca vazgeçebildiğimiz birçok ‘anlamlı’ gün veya haftanın yerini bugün gösteriş ve tüketime dayalı etkinlikler dünyası almış durumda. Oysa ‘yerli malı’ denen şey özünde bir gündelik yaşam pratiğiydi ve keşke hep öyle kalabilseydi

İlkokul deneyimini kara önlükleri ve beyaz yakalarıyla kat eden bizim kuşağın insanları yerli malı haftası deyince şöyle bir durup düşünüyorlar bugün. Tarihin bizi savurduğu bu yerde; şimdinin amansız, anlamlardan yoksun evreninde, eskiden öylesine yaşayıp geçtiğimiz şeylere dair farklı bir perspektif geliştirmenin zarureti yer yer sıkıştırıyor çünkü. Sınırlar devrilip uluslar çökerken karşımıza çıkarılan seçenekler manzumesi karşısında büyülendiğimizde burun kıvırdığımız bazı eski alışkanlıklarımıza bir saygı duruşu borcumuz olduğunu hissediyoruz zaman zaman.

Tarihin bandını yavaşça geri sardığımızda bu huzursuzluğumuzun sebebini daha iyi kavrayabiliriz belki. 'Eski Türkiye’nin tasfiyesini hazırlayan ideolojik basıncın resmî büyük anlatının sembolik bir dışavurumu olarak gördüğü her şeyi şeytanlaştırırken küresel kapitalizme geniş bir oyun sahası açmakta olduğunu hatırlayalım. Kendi yağında kavrulmanın itibar yoksunluğu olarak görülmediği, sadeliğin değil de gösterişin ve savurganlığın ayıplandığı o dünya, pazarın mal ve hizmetlerle çalkalanan renkli festivalinde çok fena afallamıştı.

Birçok şey gibi yerli malı haftaları da işte bu türbülans içinde hayatımızdan sessizce çekilip gitti. Bu türbülansa kapılan bizlerse, özünde elimizdeki ile yetinmeyi öğreten ve israf etmemeyi öğütleyen bu naif etkinliği garip bir kibre kapılarak karikatürize ederken özgürleşeceğimizi düşünmüş olmalıydık. Fakat kazın ayağının öyle olmadığını görünce bir hayli şaşırdığımızı da yadsıyamayız sanırım. Özellikle1990’lı yılların özel kanallarında yayınlanan skeçlerde, parodilerde sıkça karşımıza çıkarılan bu naif etkinliğe kah kah gülerken, o hafta okullara seğirttiğimizde çantalarımızda yalnızca bahçelerimizin yamuk yumuk elmalarını değil, aslında geleceğin tüketim ve gösteriş hevesiyle zehirlenmiş toplumunun panzehirini de taşıdığımıza ayıkacak bir ruh halinde olmadığımızı düşünerek bol bol ve boşuna hayıflanabiliriz şimdi.

Geçmişte, belki sadece ezber ve hamasetle donatılmış biçimde karşımıza çıkarıldığı için kolayca vazgeçebildiğimiz birçok ‘anlamlı’ gün veya haftanın yerini bugün gösteriş ve tüketime dayalı bir etkinlikler dünyası almış durumda. Modern tarihimizin tekerrür zincirinde yeni bir halkaya erişmiş olduğumuzu söyleyebiliriz. Toplumu belli konularda eğitmenin ve toplumsal fayda üretmenin klişelerini pişirip pişirip yeniden masaya koyarken ‘fiks menü’den alakart sisteme geçtiğimiz bir evreye vardık.

Gösteriş ve israfı birbirine doyuruyoruz!

Günümüzün etkinlikler cephesinde yaşadıklarımız anlam kaymalarıyla ve içerik bulanıklığıyla dolu devasa bir gösteriş duvarı oluşturuyor bugün. Her şeyin bir anda yoktan var edildiği, var olanların ise yokluğa mahkûm olduğu garip ve hüzün dolu bir dünya bu. Dostlar alışverişte görsün mantığıyla, sırf yapılmış olsun diye yapılan etkinlikler yaşantılarımız etrafında adeta fink atıyor. Okullar, kamu kurumları, şirketler, tekmili birden, kendi kendini eğleyemeyen bir toplum için canla başla etkinlik tasarlama yarışına girişmiş, tonla para, emek ve enerji harcıyorlar. Boğaz gezisi, Beykoz pikniği, Caddebostan bisiklet turu, Vos vos geçit resmi ve daha nicelerini bir çırpıda sayabiliriz.

Birlikte üretilen bir faaliyetin zengin sosyalleşme deneyimini yaşamaktan veya onun sağlayacağı kültürel, vicdani, duygusal kazanımları edinmekten çok, orada arz-ı endam etme isteği ve bunu gösterme talebine dayanan bir savurganlık halini yaşatıyor bize, sevinç içinde satın aldığımız tüm bu etkinlikler… Bugün nasıl ki, kendi kişisel gösterimizi tasarlarken sınıfsal konumumuzu unutup ölçüsüz harcamalar yapıyorsak, dolaylı yoldan da olsa bizim için tasarlanan gösterilerde sahneye zıplamak için birbirimizi ezerken de aynı israf sarmalının içine düşmüş oluyoruz. Gösteriş ve israfı birbirlerine doyuruyoruz, birbirinin yeniden üreticisi olan bu huysuzluğun ateşine durmadan odun atıyoruz.

Bu sistem, eser miktarda toplumsal fayda ve istihdam, çok miktarda gösteriş, reklam ve vergi muafiyeti ürettiği için israf düzeninin çarklarını çevirmeye yarıyor ancak. Bu uçsuz bucaksız ve gereksiz etkinlikler düzeneği, sosyal sorumluluk sosuna bulandırarak kültürün unsurlarını, yaşam alışkanlıklarını ve sosyal deneyimleri mal ve hizmet olarak piyasaya sürmeyi çok iyi başarıyor. Her şeyin kazanç kapısı olabileceği, her bir yaşantının maddi karşılığının olduğu yeni liberalizmin etkinlik ekonomisi güzel çalışıyor.

Nasıl mı?.. Örneğin atık bilinci oluşturmak için düzenlenen bir sosyal sorumluluk kampanyasında yaratıcı bir etkinlik tasarlayalım. Bu kampanyada amaç çocuklarda geri dönüşüm bilinci oluşturmak, her şeyin çöp olmadığını, çok sayıda atığın geri dönüştürülebileceğini ve böylelikle büyük çapta tasarruf edilebileceğini öğretmek olsun. Hem çocukları motive etmek hem de kampanyayı canlandırmak ve ete kemiğe büründürmek için bir defile etkinliği düzenleyelim mi? Mesela, çocuklar geri dönüştürülebilir atıklardan kostümler tasarlasınlar ve bir defilede bunları kendi üstlerinde sergilesinler, biz de onları podyumda seyredip bol bol alkışlayalım.


Bana kalırsa güzel, kulağa oldukça hoş geliyor. Şirket aklının ampulü pıt diye yanıverir, sponsorlar hemen koşturup gelebilir, ya da kamu kaynakları gönül rahatlığıyla seferber edilebilir bunun için. Çocuklar, öyle ya, bütün saflıklarıyla hemen eve koşar ve sağı solu didiklemeye, varsa eğer geri dönüşüm kutularında kostüm malzemeleri ayıklamaya girişirler. Ailelerden bazıları onları bu çabalarında destekleyebilir belki, sağda solda unutulmuş, atılmayı bekleyen şeyleri çocukların önüne serebilir, ama büyük çoğunluğu çocukları durdurup hemen olaya el koyacaktır. Bunlar -ki muhakkak çoğunluktadır, hiç vakit yitirmeden çarşıya çıkıp, kırtasiye kırtasiye gezerek kostüm malzemesi satın almaya ve elbette ‘en afili tasarımı biz yaparız’ yarışına girişmeye can atarlarsa şaşırır mıyız? Böylece bir tomar para harcayıp yeniden çöpe gidecek tüketim malzemeleriyle ‘geri dönüşmemiş’, yoktan var olmuş kostümler tasarlanır.

‘Katı olan her şey buharlaşır’ 

Peki günün sonunda ne olabilir dersiniz?.. Tabii ki, işin özüne kanaat getiren, yani yanılıp da evdeki atıklardan yamuk yumuk şeyler yapmaya kalkışan safdiller ayıklanıp köşede bekletilirken, gösterişli sıfır kilometre kostümleri ışıl ışıl parlayanlar podyuma çıkarılır! Etkinliğin başarılı olması için bu şarttır çünkü. Gösterişten uzak sahicilik ve etkinliği gerçek amacına uygun biçimde yorumlama çabası bu dünyaya dair acıklı bir imge olarak kalır. Tasarrufu öğretelim derken gösterişin zehriyle alevlenen bir israf sarmalında anlam ve öz yok olup gider böylece. Katı olan her şey -bir kere daha- buharlaşır.

Bir zamanlar evimizin arka bahçesinde dev gibi bir kiraz ağacı vardı. O erkenci kiraz yaz tatiline birkaç hafta kala meyvelerini bütün cömertliğiyle dallarından sarkıtmaya başlar, bizi nazikçe kendine çağırırdı. Okul dönüşlerinde arkadaşlarla onun altında toplaşır, bir yandan sohbet ederken bir yandan da dallardan sarkan kirazlardan bol bol yerdik. Önemsiz, sıradan bir şey gibi gelirdi bize bu.  

Bahçelerimizin, toprağımızdan fışkıran fidanların ne denli değerli olduğunu ancak, çok değil, birkaç yıl sonra üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiğimde anladım. Final sınavlarına hazırlanırken ağzımız tatlansın diye yarım kilo kiraz almak için manava uğrayıp o acayip etiketi görünce aklım başıma gelmişti. Arka bahçelerde yetişen o güzelim, kendi halindeki meyveleri bir anlatının temsillerine dönüştüren ezber, meselenin özünden çok uzaklara savurmuştu bizi.

Oysa, yerli malı denen şey özünde bir gündelik yaşam pratiğiydi ve keşke hep öyle kalabilseydi. Yoğurda, ekmeğe, bulgura kadar marketten alınan, son on yılda 2 milyon hektar arazisini ekip biçmekten vazgeçmiş bir kırsal yaşam kültürü, tüketim alışkanlıklarımızın ve israfın boyutlarının nerelere vardığını göstermek için yeterli olacaktır. Toplumun her kesiminin bu denli gösterişin tuzağına düşmüş olması çok üzücü de olsa maalesef şaşırtıcı değil. ‘Miş gibi’ yapmaya alıştığımızdan beridir anlamları yitirmelere, özden uzaklaşmalara doyamıyoruz.

Son haftaların, özellikle siyaset gündemine damgasını vuran israf kavramına bir de bu gözle bakmakta fayda olabilir. Adeta birer etkinlik fabrikasına dönüşmüş bulunan, kurumların, belediyelerin, okulların yöneticileri keşke bir daha düşünseler ve deneyimleri, değerleri ve arzuları sosyal fayda kisvesi altında birilerine paketletip paketletip pazarlatmak yerine gösterişten uzak sağlıklı bir toplumsal etkileşimin ve alabildiğine özgür bir kamusal alanın koşullarını yaratmanın yollarını arasalar!..

Yazarın Diğer Yazıları

'Aslında hiçbir yere gitmiyoruz': Acı Vatan-Almanya notları

"İnsanlar artık çekmecelerini düşünmüyorlar, ben şuyum, ben buyum, benim kültürüm, benim etniğim diye bir şey yok. Tehdit dağ gibi, yekpare bir kütle olarak karşımızda duruyorsa, biz de bütün olmak zorundayız"

Simit deyip geçmeyin, simit Türkiyedir!

Simit Sarayı olayı, termik santrallerin bacalarına filtre takılması meselesinde olduğu gibi bir gündem yarattı ülkede. Sonuçta birileri çoğalarak, katlanarak dile geldi ve "Oldu da bitti maşallah" hokus-pokusuyla bizi hep uykuda tutan zamanın ruhuna bir sille atıp 'simidin devletleştirilmesi'nin önüne geçilmiş oldu

Kadıköy: Hülyalı-hüzünlü bir şehir efsanesi

Kadıköy, kimliğini oluşturan sembolik özün parlatılarak bir marka değerine dönüştürülüp sonra da insafsızca pazara sürüldüğü bir evreyi yaşıyor. Bunun en önemli sebebinin, mahallenin yaşam tarzına tüketim ve eğlence kültürünü insafsızca dayatan servis sektörü yığışması olduğunu söyleyebiliriz