23 Şubat 2020

'Aslında hiçbir yere gitmiyoruz': Acı Vatan-Almanya notları

"İnsanlar artık çekmecelerini düşünmüyorlar, ben şuyum, ben buyum, benim kültürüm, benim etniğim diye bir şey yok. Tehdit dağ gibi, yekpare bir kütle olarak karşımızda duruyorsa, biz de bütün olmak zorundayız"

Berlin'in kalbinde 'Küçük İstanbul' olarak bilinen bir mahalle vardır. Burası Kreuzberg'de, özellikle Türk göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı eski bir getto olarak göçmenlik anılarıyla ve tarihiyle dopdoludur. İlginçtir, İstanbul'dan kalkıp 'Küçük İstanbul'a inmek için yaklaşık üç buçuk saatlik bir yolculuk yapmanız yeterli olabilir. Sonunda Kotti'deki UBahn İstasyonunda yeniden gün yüzüne çıktığınızda 2 bin kilometre ardınızda bıraktığınız şehrinize ve onun insanlarına benzeyen bir aleme adım atmış gibi olursunuz. Fakat bir yandan da bir çelişkiler yumağıdır Kreuzberg, eşelendikçe bambaşka hikâyeler çıkarır karşınıza her katmanında. O zaman da şunu fark edersiniz ki, aslında dünya değiştirmişsinizdir, çünkü memleket burada devasa bir soyut yürek gibidir, güm güm atar. Ne var ki, bunu saran bedenin dokusu pürtüklüdür, gurbetin açtığı derin yaralarla ve yabancı çizgilerle zedelenmiştir.

Ben mahalleye ne zaman insem soluğu hemen Kafe Kotti'de alırım. Kafe Kotti bir hafıza mekanıdır, göçmenliğin türlü hallerini, sessiz çığlıklarını yüreğine gömmüş insanları ağırlar. Mekanı bir anavatan gibi tarif edecek olursak, orası tam da Anadolu gibidir. Bizim topraklarımıza tüm rengini ve zenginliğini veren ne varsa orada dile gelmek ister. Farklı farklı kültürlerden, inançlardan, etniklerden insanlar oturur koltuklarında. Hoşgörü, saygı, dayanışma, muhabbet ve birlikte yaşam ahlakı mekanın mottosu olarak duvarlara kazınmış halde bulunmaktadır. Irkçılığa, yabancı düşmanlığına, ötekileştirmeye ve nefret söylemine kapalıdır kapılar. Bu size ilk bakışta coşkulu bir umut aşılar, ama eşiğe kadar gelip dayanmış olan gerçekliğin dehşetini fark edince içerideki hacim küçülür, sizi sıkıştırmaya başlar. Bir yandan şunu düşünürsünüz; bu el üstünde tuttuğumuz değerlerin ekosistemi ölmüş. Elimizde yalnızca bir laboratuvar misali mekanlar kalmış. Muteber olanla değil, istenmeyenle ve kaybedilmekte olanla bir sınıra hapsolmuşuz, dışarıda aç ve korkunç devler camları tırmalıyor. İşte o vakit mekana bir hüzün çöker, aslında görüntü değişmez ama bakışınız değişmiştir. Bu sefer, tatlı tatlı sohbet edenleri değil, sigarasından dertli dertli nefesler çekenleri görür yalnızca gözleriniz.

Kafe Kotti  

Evet, Avrupa'nın büyük kentlerinin arterlerinde aç ve korkunç devler geziniyor. Çok değil, sadece son birkaç hafta içinde önümüze düşen haberlere baktığımızda yabancı düşmanlığının hızla tabana yayıldığını, yukarıdan aşağıya doğru karanlığın tüm boşluklara dolduğunu görmek mümkün. Şubat başında Thüringen eyaleti başbakanlık seçimlerinde yaşanan skandal federal hükümeti bile ürpertmişti. Her ne kadar, sağ popülist parti AfD'nin oylarıyla seçilen FDP'li başbakan 24 saat sonra istifa etmiş de olsa bu olay gelecekte olabileceklere dair sarsıcı bir işaret fişeği niteliğinde. DW Türkçe servisi 10 Şubat günü Sol Parti'nin (De Linke) meclise sunduğu soru önergesini haberleştirdi. Buna göre 2019 yılında Almanya genelinde kayıt altına alınmış 184 saldırı gerçekleştirildiği ifade ediliyor. Demek ki, yabancı düşmanlığı yayan sağcı çeteler her iki günde bir saldırı düzenliyorlar. Batı'da artık 'münferit' sözcüğünün rafa kaldırmasını zorunlu kılan bir sürece girildi, gözlerimizin önünde, hemen ilk bakışta kendini gösteren bir örüntü şekilleniyor.

Kafe Kotti'nin koltuklarına oturup şöyle bir arkanıza yaslandığınızda size hikâyesini anlatmaya hevesli birileri hemen etrafınızı sarıverecektir ve söz dönüp dolaşıp illa ki göçmenin zorlu yaşantısını kuşatan gündelik tehlikelere gelecektir. Bu sohbetler kıvrıla kıvrıla akarken sözünü ettiğimiz haberlerin yansıttığı tehditler tüm gerçekliğiyle ete kemiğe bürünür ve dehşetin boyutları en somut şekliyle ortaya çıkar. Metroda herkesin gözünün önünde saldırıya uğrayan bir Afgan mülteci, karanlık bir sokakta baş örtüsü kafasından çekilen bir genç kız, Türk zannedilerek burnu kırılan bir İtalyan, otuz iki kısım tekmili birden ana fikri yabancı düşmanlığı olan bir korku filminin sahneleri gibi şerit şerit önünüze serilir. Hikâye geliştikçe dramatik yapısı da girift bir hal almaya başlar ve insan birden bu dehşet kurgusuyla nasıl baş edeceğini, bu felaket senaryosunu nasıl okuyacağını düşünürken buluverir kendisini.

Alman yerlici ve millicilerinin, büyük çoğunluğu memleketimizin insanlarından oluşan göçmenler için sahneye koymaya çok istekli olduğu bu felaket senaryosunu doğru okumak lazım. Sağ popülizmle nikah masasına oturmaya heves eden her kesim bilmeli ki, komplekslerini besleyen hamaset değirmeninin suyu tükendiğinde kimsesizlerden de kimsesiz kalacaklar. Nasıl ki ruh vücudun en yorgun parçası ise, tarih de toplumun en yorgun parçasıdır. İstemediği bir tarihi başa sararak onu başka biçimde yazabileceğini zannedenlerin kirli akıntılara kapılmasına neden olan da bu yorgunluktur belki. Tarihin karanlık gölgelerinin genişlemesini önlemek için mücadele etmek gerekir. Kafe Kotti'nin sahibi Ercan Yaşaroğlu, 1983'ten beri karanlığı delmeye, tarihin bir kısır döngüye dönüşmesini engellemeye çalışan Antifaşist gruplarla birlikte hareket eden aktivistlerden birisi. Berlin'deki Antifa Gençlik örgütünün kurucularından olan Yaşaroğlu yaklaşan tehlikeyi yıllardır Alman politikacılara, siyaset üreten kurumlara ve basına anlatmaya çalışıyor. Bıkmadan usanmadan yapılan mücadele zorlu ve tehlikeli, tehditlerle örülü bir kader çizgisi şekillendiriyor her adımda. Son görüşmemizde bana şunları anlatmıştı:

"Son ırkçı yükselişin miladı 2015. Türkçe'ye SS Yüzbaşıları diye çevirebileceğim bir grup var, 12'ye 5 kala etiketiyle SMS'ler gönderiyorlar bize, diyor ki, 'Türk Domuzu, hayatına değer veriyorsan Almanya'yı terk et!'. Bu mesajlar sadece göçmenlere yönelik de değil ayrıca, Alman arkadaşlarımıza da geliyor, Antifa'daki arkadaşlarımıza, politikacılara da geliyor. Onlara Türk domuzu demiyorlar tabii, onlara 'vatan haini' diyorlar ya da 'yabancı yalakası'. Bize yönelik bu tehditleri geçiyorum, artık her gün bir saldırı haberi alıyoruz, özellikle Neuköln semtinde işi bina yakmalara kadar vardırdılar. Fakat daha da kötüsü toplumda büyük bir korku var ve vurdum duymazlık da var, göçmenler dahil toplum arkasını dönüp uzaklaşıyor. Biz Antifa olarak ciddi çalışmalar yaptık ve belli başlı ırkçı yapılanmaların varlığını tespit ettik, 2016 ilkbaharında yaptık bunu. Bu yapılanmaların hepsi 2015'te Merkel'in başlattığı hoş geldin kültürüne tepki olarak yükseltildi, desteklendi. Biz 2016'da silahlanmış 380 aşırı sağ militanın yeraltına çekildiğini açıklamıştık. Bu militanların İtalya'da Yunanistan'da, Polonya'da ve Macaristan'da eğitildiğini tespit ettik. Antifa arşivi olarak tüm bu enformasyonu basına ve gerekli mercilere ilettik, kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz ve bir anlamda hedef tahtasına dönüşmüş olduk. Berlin'deki Antifa örgütünün büyük çoğunluğu, özellikle Alman arkadaşlarımız ülkeyi terk etmeye başladılar. Yeni bir başlangıca ihtiyacımız var, gençliğe ihtiyacımız var."

Ercan Yaşaroğlu

Ercan Yaşaroğlu'nun da içinde yer aldığı bir avuç eski solcunun, Antifa'lı aktivistlerin kelle koltukta araştırıp bulup anlattığı şeyleri Alman güvenlik güçleri daha yeni fark edebildi. Birkaç gün önce Der Spiegel 10 eyalette farklı camilere eş zamanlı saldırılar planlayan aşırı sağ gruplara yönelik operasyonlar gerçekleştirildiğini duyurmuştu. Haberin detayları The Guardian'ın dünkü sayısında şöyle aktarılıyordu: "Cuma günü (14 Şubat) Almanya'nın 10 eyaletinde Yeni Zelanda'daki Christchurch saldırılarından ilham alan silahlı eylemler düzenleme hazırlığındaki yeraltı örgütlenmesi çökertildi ve 12 kişi göz altına alındı. Terör grubunun iki üyesi saldırıda kullanılacak silahları temin etmekle görevlendirilmişti. Diğer üyelerden ise operasyona 50 bin Euro'ya kadar finansal destek sağlamaları beklenmekteydi."

Habere göre, Alman İçişleri Bakanlığı sözcüsü Björn Grünewalder, grubun bu derece hızla örgütlenebilmesinin alarm zilleri çaldırdığını belirtmiş. "Burada açığa çıkarılan şey şoke edici" diyor sözcü ve ekliyor: "Anlaşılıyor ki, çok kısa sürede radikalleşebilen hücreler bulunuyor." Bakanlık yetkililerinin şaşırtıcı bulduğu bu gelişmeler aslında göçmenlerin gündelik yaşamlarının rutini. Bu sözlerde, yabancıların her gün burun buruna geldikleri tehlikeler ete kemiğe bürünüp kamusal söyleme tercüme edilmiş oluyor sadece. Nasıl ki Hitler bir masal kahramanı değildiyse, karanlık sokaklarda, metrolarda, gettoların tekinsiz caddelerinde büyüyen ırkçı tehditler de bir şehir efsanesi değil. Ama bütün bunlar yaşanırken, toplumun kıyısına köşesine fırlatılmışların en meşumu olarak yaftalanan göçmenleri hayatta tutacak şey ne olabilir? Derin etkileşim ve dayanışma kaybı yaşatan 'kültürcülüğün'; her etniğe ayrı bir kafes beğenen malul paradigmaların tükendiği yerdeyiz artık. Tarihi aydınlık yerinden yakalamak için omuz omuza vermek zorunda göçmenlik.

Kafe Kotti'deki son kahveyi içip memlekete dönmek üzere ayağa kalktığımda kısa bir özet geçiyor Ercan Abi: "İnsanlar artık çekmecelerini düşünmüyorlar, ben şuyum, ben buyum, benim kültürüm, benim etniğim diye bir şey yok. Tehdit dağ gibi, yekpare bir kütle olarak karşımızda duruyorsa, biz de bütün olmak zorundayız. Burada ve her yerde 'biz' kültürünü geliştirmek istiyoruz, mücadele buradan başlayarak büyüyebilir ancak." El sıkışıyoruz, ama tabii ki bu bir veda değil. Aslında hiçbir yere gitmiyoruz.

(Tam bu yazıyı editöre göndermek üzereyken Hessen Eyaleti'ndeki olay patladı. Son haberlere göre Hanau şehrinde iki nargile kafeye düzenlenen saldırıda hayatını kaybedenlerin sayısı 11'e yükselmiş durumda… Hayır, gene de hiçbir yere gitmiyoruz!)

Yazarın Diğer Yazıları

Simit deyip geçmeyin, simit Türkiyedir!

Simit Sarayı olayı, termik santrallerin bacalarına filtre takılması meselesinde olduğu gibi bir gündem yarattı ülkede. Sonuçta birileri çoğalarak, katlanarak dile geldi ve "Oldu da bitti maşallah" hokus-pokusuyla bizi hep uykuda tutan zamanın ruhuna bir sille atıp 'simidin devletleştirilmesi'nin önüne geçilmiş oldu

Kadıköy: Hülyalı-hüzünlü bir şehir efsanesi

Kadıköy, kimliğini oluşturan sembolik özün parlatılarak bir marka değerine dönüştürülüp sonra da insafsızca pazara sürüldüğü bir evreyi yaşıyor. Bunun en önemli sebebinin, mahallenin yaşam tarzına tüketim ve eğlence kültürünü insafsızca dayatan servis sektörü yığışması olduğunu söyleyebiliriz

Öte dünya korkusu

Geçenlerde sosyal medyada karşıma çıkan bir görüntü, 'korkunun veya korkutmanın ideolojik biçimleri' üzerine düşünmek gerektiğini hatırlattı bana. Tıpkı bir musalla taşı gibi tahtanın önüne yerleştirilmiş okul sırasının üstünde kefene sarılmış bir öğrenci yatıyordu