03 Kasım 2019

Öte dünya korkusu

Geçenlerde sosyal medyada karşıma çıkan bir görüntü, 'korkunun veya korkutmanın ideolojik biçimleri' üzerine düşünmek gerektiğini hatırlattı bana. Tıpkı bir musalla taşı gibi tahtanın önüne yerleştirilmiş okul sırasının üstünde kefene sarılmış bir öğrenci yatıyordu

Büyüdüğüm şehri çepeçevre saran dağlarda vadiye ve yamaçlara yayılan evlerin avlularından, hayatlarından, bahçelerinden veya balkonlarından görünen irili ufaklı oyuklar vardı. Bunlardan bir tanesi, kente dik dik bakan kara bir göz gibiydi ve diğerlerinden hem daha büyük hem de daha korkutucuydu. O mağaranın böylesine korkutucu olmasının nedeni sadece boyutları değildi tabii; o büyük deliğin bağrında yaygın bir şehir efsanesi uyuyordu aynı zamanda.

Rivayet oydu ki, bir zamanlar yavrusunu da alıp evini terk eden bir kadın bu mağaraya sığınmış, orada gizlenir olmuş. Derken bir gün bebeği altını kirlettiğinde silmek için kullanacak bir şey bulamayınca evladını ekmekle temizlemiş kadın ve o anda ikisi birden çarpılıp taş kesilmiş. Gerçekten de o mağaraya giren herkes, hemen girişin birkaç adım içinde bir heykel gibi onları karşılayan gelini ve kucağındaki bebeği olduğu gibi gördüklerini söyler, efsaneyi ete kemiğe büründürerek onu zihinlerde her daim canlı tutarlardı.

Geleneksel toplumlarda, kör inançların beslediği bu tip efsanelerin gündelik yaşamı yönetmek ve toplumun genel düzenini korumak gibi bazı işlevleri bulunur. Bunlardan birisi de özellikle çocuklara kadim gelenekleri ve değer yargılarını öğretmek veya onları 'biraz' korkutarak yaramazlığın dozunu katlanılabilir seviyelere çekmek olabilir. Özellikle, yaşlıların eteklerinde büyüyen benim gibiler için bu hikayelerin etkisinin büyük olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım. Ne zaman yere ekmek kırıntıları dökecek olsam, ya da yemek sonrası arkamda yarım kalmış bir dilim bıraksam mağaradaki 'günahkâr' gelini hatırlatırlardı büyüklerim bana. Bir çırpıda yerdeki döküntüleri toplamak veya o yarım kalmış ekmeği yutmak için şöyle bir göz ucuyla o kara deliğe bakmak yeterli olurdu o zaman. Ayrıca o bakışın, popüler deyişle bir de 'bonus'u bulunurdu; oraya bakan her çocuk taş kesilme korkusunun, öte dünya fikrinin zihninde yarattığı afakanlarla boğuşurken akşama kadar bir köşede uslu uslu oturur, büyüklere işlerini güçlerini yapacak zamanı ve rahatlığı da sağlamış olurdu. 

Sonra bu şehir efsaneleriyle büyüyen çocukların çoğu okullu oldular ve adım adım doğanın yasalarıyla tanıştılar.

Evet, evren gerçekten de büyülü bir şeydi, fakat bazı bakımlardan anlaşılmaz veya alabildiğine gizemli de olsa, insan aklının erişebileceği yere kadar uzanmasına izin verecek ölçüde de müşfikti aynı zamanda. İdrak yollarımıza bilimin taze enerjisi zerk edildikçe bizim o meşhur mağaradaki taş kesilmiş gelinin, aslında kalsiyum karbonat ve minerallerden müteşekkil sarkıtların ucundan damlayan suyla meydana gelmiş bir dikit olduğunu öğrendik. Böylece, şehir efsanelerinin travmatik etkilerini sağaltabilecek faydalı bir donanıma sahip olmuştuk.

İşin güzel yanı, ondan artık korkmamakla birlikte, o mağara hikayesinin öğrettiği şeyleri; onun zaman içinde hücrelerimize dokuduğu bazı alışkanlıkları gene de hatırlamaya devam etmekti. Emeği ve alın terini sembolize eden ekmeğin kutsallığını, ona duyulan saygının; onu üretene hürmeti, onu bulamayanların yoksunluğunu ve israfın kötücüllüğünü hatırlatan bir uyarıcı olduğunu hiç unutmadık.

Bu denklemde, ilerleme kaydetmeye çalışan bir toplumun, materyalist modernliğin açgözlü dişlerinin gelenekte saklı güzellikleri öğütmesinin önüne geçerek de yol alabileceğini ima eden olasılıklar vardı. Okul, taşıdığı olumlu mesajı yok etmeden kültürün ve geleneğin içinde üretilen bir efsanenin yarattığı korkuyu düzeltmişti.

"Bir öğrencimizi ölmeden öldürdük!"

Geçenlerde sosyal medyada gördüğüm bir şey 'korkunun veya korkutmanın ideolojik biçimleri' üzerine düşünmek gerektiği hatırlattı bana. Mesela, evde ya da mahallede değil de okulda karşımıza çıkarılan veya yaşatılan bir korkunun etkisi ve kalıcılığı ile toplumun bütünlüğü ve uyumu arasında nasıl bir ilişki olabilirdi? O haberdeki görsel, okul sıralarında bir çocuğun zihnine ve ruhuna işlenebilecek en şiddetli ve amansız korkuyu, ölüm korkusunu çerçeveleyen 'şoke edici' bir manzara sunuyordu çünkü.

Tıpkı bir musalla taşı gibi tahtanın önüne yerleştirilmiş okul sırasının üstünde kefene sarılmış bir öğrenci yatıyordu. "Bugün dersimizde bir öğrencimizi ölmeden öldürdük" diye yazmış öğretmen. Şöyle devam ediyor: "Ölümü yeniden taa içimizde ve yanımızda hissettik."

Bunu yapmaktaki amaç, öğretmenin sosyal medya hesabından paylaştığına göre çocuklara 'ahiret hayatı korkusunu' yaşatmakmış.

Okulun kollarını ancak bilimsel bilginin erişebildiği yere kadar uzatmasına göz yummak ve çocukları yetişkinlerin hayal kırıklıkları ve pazarlıklarla dolu dünyasına geçiş yapmadan önce alabildiğine yaşama sevinci ve coşkusuyla doldurmak varken, böyle travmatik bir gösteri düzenlemenin bir faydasını ara ki bulasın!..

Gene de bir bakınalım bakalım: Velev ki öğretilmesi makbuldür bunun, peki doğanın mutlak gerçeği olan ölüm fikriyle gündelik hayatın olağan akışı içinde veya ebeveynlerin şefkatli dokunuşlarının sıcak muhayyilesinde tanışmak varken, mecburen ideolojik, mutlakçı ve asık suratlı olan resmi toplum içinde bunu yapmak neden? O korku hiç kaybolmasın, küçücük bir bedeni esir alsın ve yaşama sevincini ölene kadar emsin diye mi?..

Eğer amaç çocukları 'şimdiden' hesap gününe hazırlamaksa, orada da büyük bir adaletsizlik yok mu acaba? Toplumun en muhafazakâr kesimlerinin bile dünyevi hayatı keşfettiği, köşe başlarını tutanların maddi yaşamın nimetlerinden faydalanmak için sıraya girdiği günümüzde ahireti önce çocukların önüne koymak haksızlık olmuyor mu? İsraf, adam kayırmacılık, harama el uzatma normalimiz olmuşken; liyakat çöpe, adalet bir hayale, doğal çevremiz çöle dönüşmüşken hesap vermek, öte dünyayı hatırlamak çocuklara mı düşecek yani?..

Bizler de korkularla büyüdük, büyürken bilinmezle çokça tembihlendiğimiz de doğru, ama inançla ideolojik bir öğreti olarak değil, kültürel alanın içinde, toplumun gündelik yaşam çemberinde karşılaştığımız için bunlarla baş etmesi kolay olmuştu. Kim olursak olalım, bizi saran kültürel çevre birçok duyguda olduğu gibi korkularımızda da eşitliyordu bizi. Ama bununla, doğası gereği ideolojik olan okulda karşılaşan bir bireyin, orada üretilen korkuları, gene doğası gereği kaygılarla, bilinmeyen karşısındaki donanım yoksunluğuyla malûl toplumsal hayat içinde baş edebilmesi aynı ölçüde kolay olmayabilir. Böyle bir eğitim toplumun kendi kültürel atmosferi içinde makul bulduğu ve kendi meşrebince tolere ettiği deneyimleri alt üst edebilir ve düşünülenin aksine çok güçlü bir biçimde sekülerleşen ve ayrışan bir toplumun ihtiyaçlarına yanıt üretmesi mümkün olmayabilir.

Ölüm korkusunda bile eşit değiliz

Üniversitedeyken hocalarımızdan biri, popüler kültür, starlar ve ikonlar üzerine konuşurken bugüne değin hiç aklımdan çıkmayan bir soru sormuştu bize. Dar gelirli şehir emekçilerinin yorgun argın evlerine dönerken alt geçitlerde, köprü üstlerinde, yol ağızlarında veya toptancı çarşılarında önünden geçerken şöyle bir soluklandıkları renkli tezgâhlar vardır. Tırnak makasından çeşitli süs eşyalarına kadar her türden merdiven altı, harcıalem, taklit ürün pazarlanır bu tezgâhlarda. Bunların cazibesine kapılanlar eve gitmeden önce kendisini bekleyen yavrusunu sevindirmek veya yoksul odasını biraz şenlendirmek için o ucuz, zevksiz eşyalar arasında biraz eşinirler. O gün hocamız bize bu tezgâhlardan birinden aldığı bir fotoğraf albümünü göstermişti işte. Albümün üstünde her rengin en cart ve parlak versiyonuyla kullanıldığı bir resim vardı. Bu resimde, o yılların çok meşhur bir kadın şarkıcısının şuh gülüşü çınlamaktaydı. Bilmem kaçıncı kaliteden mukavvanın üzerine basılmış o fotoğrafta zenginliğin ve şöhretin yoksullara pazarlanan ucuz, zavallı bir imgesi bulunmaktaydı.

Hocamız sağ eliyle kavradığı bu albümü sinirli sinirli bize doğru sallarken; 'sizce bunu' demişti, 'şu elimdeki döküntüyü, üzerinde resmi olan o meşhur kadın evinin eşiğinden içeri sokar mı?'

Yeri gelmişken, bu soruyu kefenlenip okul sırasına yatırılmış çocuk için bir kez de biz soralım mı?

Eğitimde özel okullardan başka bir seçeneği aklının ucundan bile geçirmeye tenezzül etmeyenler, toplumda kendine prestijli, bol tüketimli, makul bir yer edinmiş olanlar, okulları veya eğitimi yönetenler, hatta bizzat bu işi yapan öğretmenin kendisi, kendi çocuğunun o şekilde kefenlenip bir okul sırasının üzerine boylu boyunca yatırılmasına rıza gösterir miydi acaba?

O görüntü çocuk neşesinin ve masumiyetinin ölüm korkusu ve ahret kaygısıyla kesintiye uğratılmasına dair çok yakıcı bir gerçeği dışa vuruyor, doğru, ama hepsinden öte, 'öbür dünya' korkusunun yalnız toplumun en altındakilere, yoksullara veya sahipsizlere reva görüldüğü, ölüm gibi mutlak biçimde ortak olması gereken korkularda bile eşitlikçi olamayan bir toplum düzenine eriştiğimizi de gösteriyor bize. Allah rahmet eylesin!..

Yazarın Diğer Yazıları

'Aslında hiçbir yere gitmiyoruz': Acı Vatan-Almanya notları

"İnsanlar artık çekmecelerini düşünmüyorlar, ben şuyum, ben buyum, benim kültürüm, benim etniğim diye bir şey yok. Tehdit dağ gibi, yekpare bir kütle olarak karşımızda duruyorsa, biz de bütün olmak zorundayız"

Simit deyip geçmeyin, simit Türkiyedir!

Simit Sarayı olayı, termik santrallerin bacalarına filtre takılması meselesinde olduğu gibi bir gündem yarattı ülkede. Sonuçta birileri çoğalarak, katlanarak dile geldi ve "Oldu da bitti maşallah" hokus-pokusuyla bizi hep uykuda tutan zamanın ruhuna bir sille atıp 'simidin devletleştirilmesi'nin önüne geçilmiş oldu

Kadıköy: Hülyalı-hüzünlü bir şehir efsanesi

Kadıköy, kimliğini oluşturan sembolik özün parlatılarak bir marka değerine dönüştürülüp sonra da insafsızca pazara sürüldüğü bir evreyi yaşıyor. Bunun en önemli sebebinin, mahallenin yaşam tarzına tüketim ve eğlence kültürünü insafsızca dayatan servis sektörü yığışması olduğunu söyleyebiliriz