03 Ekim 2021

Macbeth (5) Büyük Final – Sleep No More!

Yemekten ya da doğrudan dışarıdan gelenlerle 30 kişi toplanmıştı orada. Önce herkesin, sahip olduğu tek bir kredi kartı hariç neyi var neyi yoksa -telefonlar, cüzdanlar, çantalar, para-pul, herşeyi- oradaki resepsiyon görevlisine teslim etmesi gerektiği bildirildi; herşey için kesin garanti verilerek

 “Kimseler uyumasın artık!” diye bağıran bir ses duydum sanki,
Macbeth uykuyu öldürdü, - masum uykuyu,
Kaygılar yumağını çözen uykuyu,
Her günkü hayatın ölümünü,
Yorgunlukları gideren suyu,
Yaralı zihinlerin merhemini.
Yüce tabiatın ana yemeği,
Hayat denen ziyafetin temel gıdasını."

Eşim Sühendan'la birlikte 2014 yazındaki New York ziyaretimizde, bir Macbeth yorumu olan Sleep No More oyunu için tiyatro biletlerimizi almış, tiyatronun restoranı “Gallow Green”de gösteri öncesi yemek rezervasyonumuzu da yaptırmıştık. Çok hoş geçen yemek faslını bir önceki yazımda anlattığım şekilde tamamladıktan sonra, oyunun biraz sonra başlayacağına ilişkin çağrıyı alınca, hayali McKittrick Otelinin resepsiyonunun bulunduğu giriş holüne yöneldik.

Yemekten ya da doğrudan dışarıdan gelenlerle 30 kişi toplanmıştı orada. Önce herkesin, sahip olduğu tek bir kredi kartı hariç neyi var neyi yoksa -telefonlar, cüzdanlar, çantalar, para-pul, herşeyi- oradaki resepsiyon görevlisine teslim etmesi gerektiği bildirildi; her şey için kesin garanti verilerek. Tabii tek kredi kartına da, özellikle içerideki barlarda harcama yapabilmesi için izin veriliyordu!

Derken efendim, herkes devasa bir yük asansörüne binmeye davet edildi; beş görevli de bizimle birlikte binmişti. Asansör ağır ağır yükselmeye başlayınca görevliler hepimize tek tip birer maske verdi; kendileri dahil herkes maskeleri takmak zorundaydı. Kimlikler ortadan kaldırılıyordu böylece. Hani eserde deniyordu ya:

“Yüzümüzü bir maske gibi takacağız yüreğimize,
İçindekini görmesinler diye.”

 

Görevlilerden biri açıklamalar yapmaya başladı ardından. Asansörden indiğimizde oldukça karanlık bir alana çıkacaktık; yerde göreceğimiz ince ışıklı şeritleri izleyerek ve birkaç dönemeci dönerek yolumuza devam etmeliydik. Ulaşacağımız alana açılan beş koridor olacaktı; bu beş görevlinin her biri bir koridorun ağzında durup nereye gideceğini açıklayacak, isteyen istediği görevlinin peşine takılıp oyunu “kovalamaya” başlayacaktı.

Bu noktada bir açıklama gerekiyor elbette: Sleep No More üç saat süren bir oyun. Günde iki kez oynanıyor, yani oyuncular altı saat sahnelerde. Üç saat da beden çalışırlarmış her gün; etti mi size dokuz saat. Vay, vay, vay! Bazı tiyatro sanatçılarımızın kulakları çınlasın.

Beden çalışmalarının en önemli nedeni ise bu oyunun hiç sözsüz, tamamen hareketle oynanıyor olması. Ne var ki, öyle böyle hareketten bahsetmiyorum. Gerektiğinde duvarlara sıçrayarak, bir duvardan diğerine atlayarak, müthiş savaş sahnelerinde dövüşerek, valsler yaparak, vesaire...

Tekrar geriye döneyim: İsteyen oyunun sahnelerini sırayla, isteyen istediği herhangi bir sahnesinden başlayarak, isterse bir karakteri takip ederek, ileri-geri gidip gelerek, aynı sahneler ha babam tekrarlandığından daha önce gördüğüne bir daha dönerek, falan filan işte, nasıl isterse öyle seyredebiliyor. Bu nedenle beş görevli nereden başlayacaklarını açıklıyor ve, “İsteyen beni takip etsin!” diyor.

Derkeeen, asansörden indiğimizde eşim başlıyor bağırmaya, “Yok! Yok! Ben bu karanlıklara giremem, çabuk geri götürün beni!” Herkes şaşkın, görevliler ne yapacaklarını bilemiyor; ben bir dakika kadar iknaya çalışsam da ‘Nuh diyor Peygamber demiyor' Sühendan Hatun. Haydaa, asansör görevlisi onu alıp tekrar asansöre bindirirken, “Sizi bara alalım, bir kadeh içerken müzik dinlersiniz,” diyor. O bara yöneliyor, ben oyunu izlemeye.

Görevlilere nerelere gideceklerini açıklarken birisi Macbeth çiftinin yatak odasına yöneleceğini söyleyince ben onun peşine takılıyorum; benimle birlikte beş kişi daha. Çok hızlı yürüyor adam, bizler peşinde. Yürü babam yürü, bir kat in, yürü, başka bir kat çık ve biraz sonra muhteşem döşenmiş yatak odasının önündeyiz. Bizler devasa pencereden içeriyi seyrederken karı-koca Macbethler delicesine sevişiyor! Sanırsınız Amerikan Profesyonel Güreş yarışmasındalar; hani şu tekme tokat, at o yana, at bu yana, kilitle neredeyse öldürünceye kadar gibi, sahte mi gerçek mi olduğu anlaşılmayan güreş türü var ya, işte öyle. Kadın bir duvara sıçrıyor, aradan karşı duvara uçuyor, sonra yataktaki Macbeth'in üzerine çöküyor! Alt alta, üst üsteler, hayretle seyrediyorum. Şöyle sahneler geçiyor:

Ama kadın memnun kalmıyor bu sevişmeden; anlaşılıyor. Bırakıyor adamı dışarı fırlıyor. Haydi bakalım, ben ve birkaç kişi de peşinden. Uçar gibi gidiyor, nefes nefese kovalıyoruz. Döner bir merdivene geliyor, iskeleti demir.

Çıkıyor, biz peşinden; koşuyor biz peşinden; ahşap bir kaydıraktan kayarak iniyor, biz peşinden... Birden Londra'nın yarı karanlık bir sokağında buluyoruz kendimizi. Karşıda 6-7 tane birbirine yapışık geleneksel, kırmızı İngiliz telefon kulübesi. Lady Macbeth yoldan geçen genç bir adamı yakalayıp bir kulübenin içine tıkıyor ve onunla sevişmeye başlıyor; yarı çıplak, göğüsleri dışarı fırlamış!

Nihayet tatmin oluyor ve genci orada perişan vaziyette bırakıp fırlıyor, gidiyor ve kayboluveriyor! A aaa! Nereye gitti bu kadın? Bulmaya imkân yok!

Maskeli bir görevli el kol hareketleriyle telefon kulübelerinin arkasındaki pub'a yönlendiriyor bizi; giriyoruz; başka birisi alt kata inen merdivenleri işaret ediyor; iniyoruz. Bodrumda büyük bira fıçıları arasında dört kişi yasa dışı olduğu anlaşılan gizli poker oynuyor; birisi Macbeth karakteri.

Oyunculardan birisi hile yapıyor, diğeri anlıyor ve müthiş bir yumruklaşma başlıyor... sonunda Macbeth'in adamı nakavt etmesiyle bitiyor olay. Masanın üstündeki paraları cebe indiriyor Macbeth, çıkıp gidiyor sonra.

Biz ne olacağız peki? Herkes bir yöne dağılıyor, yol arıyor. Ben karanlık bir koridora yönelip gidiyorum, gidiyorum. Uzaktan hafif bir aydınlık geliyor gibi. Yola devam... Ve bir köşeyi dönmemle kendimi Macbeth oyununun ilk sahnesindeki fundalık arazide buluyorum. Ama bu farklı. Yer yer bataklık, bazı yerlerden dumanlar fışkırıyor bataklıklar arasından ve aralarda yürünebilecek kadar genişlikte patikalar var. Sonra çok eskilere ait olduğu belli bir mezarlık; kimisi kırık, kimisi yan yatmış, kimisi batmış mezar taşları. Gerilerde yarı yıkık bir kilise. Dehşet verici bir ortam...

Bir taraftaki alçak bir tepenin üzerinde malum Üç Cadı, fokurdayan, kaynayan bir kazanın etrafında, birisi büyük bir sopayla kazanı karıştırırken aralarında konuşuyorlar (oyunda konuşan sadece bu cadılardı):

“Ne zaman tekrar buluşacağız biz üçler peki,
Gökler gürler, şimşekler çakar, yağmurlar inerken mi?
Şu kavga gürültü bitsin hele,
Savaşın galibi kim, mağlubu kim, bilinsin hele!”

Geri geri gidiyor ayaklarım; nedense bataklık ürkütüyor beni. Başka bir yöne sapıyorum; git git git, bir köşeyi dönünce birden kendimi Macbethlerin şatodalarındaki özel oturma odasında buluyorum. Harika döşenmiş. Solda bir yazı masası. Belli ki Lady Macbeth Kral Duncan'a, kendisini o gece ağırlamaktan onur duyacaklarına dair mektubu yazmış, masanın üzerine bırakmış. Belki de o mektup olduğunu önceden tahmin etmemiştim de masaya yaklaşınca henüz mürekkebi kurumamış mektubu ve yan tarafa bırakılmış, ucundan mürekkep damlayan tüy kalemi gördüğümde anladım durumu! Nutkum tutuldu şaşkınlıktan! Ne biçim bir tiyatro hilesiydi ki bu?

Dur hele Şefik dur, biraz soluklan, kendine gel. “En iyisi ben gidip Hatunumu bulayım,” dedim kendi kendime, “hem ne yapıyor bir yoklayayım hem de bir kadeh viski yuvarlayıp toparlanayım.” Öyle de yaptım.

 Maskeli görevlilere sorarak buldum Manderley Bar'ı; baktım, ohooo benim Hatun elinde viski kadehi bir masada caz dinliyor! Şöyle bir manzaraydı anlayacağınız: 

O çok merak ediyor ama anlatmıyorum gördüklerimi; var mı öyle bedavacılık! (Tabii sonradan, gece hepsini anlatacaktım, o başka!)

15-20 dakika zor dayandım; meraktan çatlıyorum daha neler var görmek için. Dönüyorum katlara. Şimdi...

Bütün seyretttiklerimi anlatmama zaten imkân yok. Hatta baktım, şimdiden normalde T24 Haftalık editörünün tanıdığı sınırı aşmışım bile. Bu nedenle en çarpıcı bulduğum üç sahneden kısaca bahsederek noktalayacağım bu yazıyı.

İlki bir katta karşıma çıkan balo sahnesi. Koskoca bir salonda balo, valsler çalıyor, fraklı erkekler ve muhteşem tuvaletleriyle kadınlar, dönüyor, dönüyor. Bu, Macbeth çiftinin o gece (o meşum gece!) misafir ettikleri Kral Duncan şerefine düzenledikleri balo.

İsterseniz araya girip, bir erkeğin omuzuna dokunup çekilmesini sağlar, eşiyle dans edebilirsiniz; engel yok.

Bahsetmek istediğim diğer sahne, işlediği cinayet ertesi kanlı elleriyle karısının yanına dehşet içinde dönen, daha o andan itibaren çekeceği azabı iliklerinde hissetmeye başlayan Macbeth'i karısının sakinleştirme çalıştığı ve kanları temizlemesine yardım ettiği sahne.

“Ne biçim eller bunlar? Oyuyor gözlerimi baktıkça!
Ulu Neptün'ün tüm denizleri, temizler mi acaba bu kanları?
Yok, imkânsız; hatta bu eller kanla boyar dalgaları,
Dönüştürür yeşil denizleri kızıla!”

Ve sonuncusu: Herkes, artık Kral olmuş Macbeth ve karısının verdiği ziyafet masasına dizilmişken, öldürdüğü Kral Duncan'ın hayaletinin gelip koltuğuna oturduğunu gören Macbeth'in neredeyse çıldırdığı sahne. Zaten Macbeth'in vicdanı onu rahat bırakmıyor; bütün gücünü, kararlılığını ve cesaretini esir alıyor. Bir türlü huzur bulamayan Macbeth, hayatın değersizliğini, hiçliğini hissetmeye başlıyor.

Asıl metinden bir başka sapma yer alıyor burada ve Macbeth savaş meydanında Macduff tarafından kılıçla öldürülmek yerine, bu ziyafet masasına aniden tepeden inen bir yağlı urganla asılarak idam ediliyor; döne döne havalanıyor ipin ucunda; dehşet verici bir sahne.

* * *

Ölüm yolunda toprağa dönüşmeden, sön cılız kandil, sön.
Hayat dediğin yürüyen bir gölge;
bir saatine sahnede caka satayım derken
tükenip gidecek, bir daha sesi duyulmayacak zavallı bir oyuncu.
Aptalın tekinin anlattığı, şamata ve gazap dolu bir masal.”

Ve... PERDE!


[1] Sleep No More: Kimseler Uyumasın Artık!

[1] Metindeki dizlerin çevirileri Şefik Onat’a aittir.

[1] İngiliz barı, meyhanesi.

Yazarın Diğer Yazıları

Bilgi tapınakları | Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XXI): Milli Kütüphane

Daha 1963 yılında ikinci ilave bina yapılırken, bunun dahi ileride yeterli olmayacağı biliniyordu. O tarihlerde Türkiye artık planlı kalkınma dönemine girmişti. Ülkenin tek milli kütüphanesinin artık geniş bir alanda, geleceği de düşünerek yeterli büyüklükte olması planlanıyordu

Bilgi tapınakları: Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XX): Türkiye topraklarında resmi kütüphaneler

Galiba artık kendi ülkemize uzanmanın zamanı geldi. Bu bölümde sizlere Türkiye'nin en büyük, en önemli ve elbette bana göre en güzel kütüphanelerini anlatacağım. Böylece bir bakıma ülkemizin resmi (devlet ya da ulusal) kütüphanecilik sürecini de yansıtmış olacağım