26 Mayıs 2019

Cezaevinden Tate Modern’e Zehra Doğan

Güneydoğu’nun yerle bir edilen ilçelerinde olanlara tanıklık ederken yaptığı bir resimden ötürü kendisini cezaevinde bulan Zehra Doğan, “Sanatta politik işler ortaya koyarken, ifade etmekle ajitasyon yapmak arasında çok ince bir çizgi vardır” diyor

Gazeteci ve sanatçı Zehra Doğan, 2015-2016 yılları arasında yürütülen askerî operasyonlarla, başta Nusaybin ve Cizre olmak üzere Güneydoğu’nun yerle bir edilen ilçelerinde yaşananları hem resimleriyle hem de yazdıklarıyla duyurdu. Birleşmiş Milletler’in hazırladığı rapora göre, Temmuz 2015’ten Aralık 2016’ya kadar sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı şehirlerdeki operasyonlarda 500 bine yakın kişi evlerinden edildi. Doğan, bu zorunlu göçe tanıklık ederken yaptığı bir resim ve haberden ötürü iki yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezaevinde resim malzemelerinden mahrum bırakıldığında yılmadı. Kestiği saçlarından ve kuş tüylerinden fırça yaptı. Adet kanını, domates yapraklarını, rokayı boya malzemelerine dönüştürdü.  

Doğan’ın, cezaevinden çıktıktan sonra gerçekleştirdiği ilk sergi, 21-25 Mayıs tarihleri arasında Londra’daki Tate Modern’deydi. Ê Lı Dû Man (Geride Kalanlar) adını verdiği enstalasyonda, çatışma bölgelerinden topladığı halı, elbise, yazma, pantolon, lastik ayakkabı, düğün kıyafeti, bebek hırkası, beyaz bayrak gibi eşyaları sergiledi.

Doğan’la Cizre-Nusaybin’den Tate-Modern’e cezaevini köprü yaparak açılan yolda yaşadıklarını konuştuk:

Sergideki malzemeleri toplarken aklınızda ne vardı? Günün birinde onları sergileyeceğinizi düşünmüş müydünüz?

Gazeteci olarak çalıştığım Nusaybin, Cizre, Derik, İdil’deki evler yıkıldıktan, insanlar yavaş yavaş buraları terk ettikten sonra yıkıntı halindeki binalara girmeye karar verdim. Belki de birçok eve daha önce gitmiştim, oralarda yaşayan aileler beni misafir etmişti. O nedenle, evleri gezerken yaşadıkları yerden gitmek zorunda kalan insanlar gözümün önüne gelmeye başladı. Bunlar beni mekân ve terk edilmişlik üzerine düşündürdü. Malzemeleri toplarken onları belge olarak kullanmak ya da Diyarbakır’da sergilemek vardı aklımda. Tate Modern’i hayal bile etmemiştim.

Kimi tanıdığınız, kimi tanımadığınız insanların evlerine girip bunlarla karşılaşmak size nasıl duygular yaşattı? İnsanların yerlerinden yurtlarından edilmelerinin tanıklığı sizde nasıl bir iz bıraktı?

Evlerde karşıma çıkan kıyafetlere ve eşyalara hep canlılarmış gibi baktım. Özellikle kıyafetlerden bahsetmek istiyorum. Kürt coğrafyasında ulusal kıyafetler olsun, lastik ayakkabılar olsun çok sevilir. Tüketim kültürü pek gelişmiş olmadığı için kıyafetlerimizi üzerimizde paralanana kadar giyeriz. Yaşanan zorunlu göçlerin sonucunda insanlar, kıyafetleri de dahil sahip oldukları bir sürü şeyi bırakmak mecburiyetinde kaldılar. Büyük kayıplar yaşandı. Hayatta kalanların da yaşamları ve evleri öldü. Şimdi Nusaybin’e gittiğimde o yıkık dökük sokaklarda gezerken Nusaybin’deymiş gibi hissetmiyorum. Çünkü beni oraya bağlayan mahalleler, insanlar yok. Mesela çok sevdiğim bir Ayfer Ablam vardı. Neşeli, her şeyi gülerek anlatan bir kadındı. Onun ailesinden ölen biri yok ama evini terk ettiğinden ötürü hüzünlü. Geride bıraktığı her şeyin yasını tutuyor. Şimdi bir apartmanda yaşıyor ve artık benim tanıdığım Ayfer Abla değil.

Kürt illerinde olan biteni sanatla ifade etme fikri ilk nasıl doğdu?

Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde şiddetin içine doğdum. Doksanlarda sürekli bir yerlerde çatışma olurdu ve kapımızın önünde birileri öldürülürdü. Böyle bir ortamda insanın politik olmaması mümkün değildi. Daha çocuk yaştayken taş atmaktan yargılandım. Kendimi bildim bileli resim yapmayı severim. Galiba bu konuşmayı çok iyi beceremememle de ilgili.

Kürtçe ile Türkçe arasında kalmak mı buna sebep oldu?

Evet. Kürt halkı sürekli asimile edilmeye çalışılıyor. Sonuçta ne Türkçeyi ne Kürtçeyi iyi bir şekilde kullanabiliyoruz. Dolayısıyla arada kalmış oluyoruz. Bir küpün içine sıkışıp kalmış gibi bir hâl. Dilin tutuk. Evet, konuşuyorsun ama kendini iyi ifade edemiyorsun. İlkokuldayken ancak beşinci sınıfa geldiğimde kendimi biraz biraz ifade edebiliyordum. Üçüncü sınıfa kadar Türkçeyi doğru dürüst konuşamadığım için hep dayak yerdim. Okuma yazmayı öğreten fişlerden birini hâlâ hatırlıyorum. “Işık ılık süt iç.” Bu cümlenin anlamını ikinci sınıfı bitirene dek çözememiştim. Çünkü ılığın ne demek olduğunu bilmiyordum. Bir de ışık kelimesini lamba diye öğrenmiştim. Bir türlü anlamlandıramıyordum. Resim yapmak, tüm bu sıkışmışlıklardan kaçış demekti benim için.

İki yıldan fazla cezaevinde kaldınız. Bu süre zarfında, içeri resim malzemelerinin sokulmasının engellendiği bir dönem oldu. Bu yasak sizde bir umutsuzluk hali yaratmış mıydı?

Sanat üretmenin bir yolunu bulacağımı biliyordum. O nedenle çaresizlik hissetmedim. En çok üzüldüğüm şey, gazete ve kartonların üzerine yaptığım resimlerin bir kısmını yırtıp atmaları olmuştu. Bunun üzerine oturup bir gün boyunca ağlamıştım. Sonra onlar her el koyduklarında ben yapmaya devam ettim. Cezaevinde sanatı bir silah gibi görüyordum, dışarıda ise kendini etme ifade biçimi olarak algılıyorum.

Çizdiğiniz resimlerdeki kadınların özellikle gözleri çok belirgin. Bu gözler ne anlatmak istiyor bize?

2016’da Nusaybin ve Cizre’de yaşananlar benim için halen çok sıcak. Oralardaki acıyı ve direnişi gördükten sonra büyük gözler çizmeye başladım. O insanlar, hiç kimsenin üzerine konuşmaya yanaşmadığı, görmek istemediği şeylere tanıklık ediyorlar. Hele kadınlar her şeyi görüyor ve sessizce haykırıyorlar. Onların gözlerinde hep bu haykırmayı gördüm. Çizdiğim büyük gözler, “Sen ne yaparsan yap, ben seni görüyorum,” diyor. Aslında gözetleyeni gözetleyen gözler onlar. Kadınlara, iktidara, evdeki otorite figürüne bakmanın ayıp olduğu öğretilir. Kafanı aşağı indirirsin. Sana tepeden bakana gözlerini dikmek yürek ister. Benim resimlerimdeki kadınlar iktidara, “Sana bakıyorum ve olanların tanığıyım,” diyor. 

Tarihsel anlatılar hep egemenin dilinden kayda geçirilir. Siz ise ürettiğiniz yapıtlarla bu anlatıya karşı geliyorsunuz. Yaptığınız işler toplumsal hafızayı ne yönde etkileyecek sizce?

İktidarlar hiçbir zaman gerçek tarihin yazılmasına izin vermezler. Ancak onların yazdıkları yanlı tarih, gerçek tarihmiş gibi kabul edilir. Nusaybin’in yıkılmışlığını gösterdiğim resmimle iktidarın yazmak istediği tarihi alaşağı ettim.Bansky’nin bunu New York’ta göstermesi sayesinde de yaşananları bütün dünya görmüş oldu. Tüm bunlar bir yandan da benim kamburumu çok ağırlaştırıyor. Ben bunu kaldırabilecek miyim hiç bilmiyorum. Sanatta politik işler ortaya koyarken, ifade etmekle ajitasyon yapmak arasında çok ince bir çizgi vardır. Bazen ifade edeyim derken yüzüne gözüne bulaştırıp ajitasyon yaparsın. Ya o ince çizgiyi aşıp, yaşananları suistimal edersem ve farkında olmadan ajitasyon yaparsam diye bir kaygı taşıyorum.

Yazarın Diğer Yazıları

Erkek şiddetine karşı ses ver

Senaristler mağdurla dayanışma içinde olduklarını ilan ederken, moda dergilerinin sürecin başından bu yana sessizliğe gömülmesi beni düşündürüyor; oysa Bulutsuz, bu dergilerde editörlük yapmış bir kadın.

Kadınların topuklu giymeme hakkı

Galiba ihtiyacımız olan, #KuToo’nun global bir harekete dönüşmesi ve kadınların giydikleri üzerinde söz sahibi olmayı kendinde hak gören erkeklere karşı esaslı bir mücadeleye girişilmesi

Yakamadığınız cadıların torunlarıyız!

Beşiktaş Başkanı Fikret Orman’ın çok tipik bir cinsiyetçilik örneği sergilediği gün gibi ortada. O, oyunu dinbaz eril iktidarın kurallarına göre oynamayı iyi bilenlerden...