10 Temmuz 2025

Japonya hukuk devrimi yapmış, Türkiye ise Batı’dan yasalar almış, asla hukuk devrimi yapmamıştır-I

Türkiye, köklü bir yanılgı içindedir: Dogmatik hukuk düzeniyle, yani yasalarla hukuk bilimini, hukuk dogmatiğini birbirine karıştırmaktadır. Dolayısıyla hukuk bilimini, hukuk dogmatiğini öğrenmeden Batının dogmatik hukukunu, yani yasalarını uygulamaya kalkışmış ve bu yüzden de hukuk uygulaması yozlaşmıştır

Berolt Brecht’in “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu” adlı yazısında, ‘yalanı ve bilgisizliği’ alt etmek ve ‘hakikati yazmak’ isteyen kişinin, en azından beş zorluğu yenmesi gerektiğini belirtir: Ona göre bu zorluklar şunlardır: Hakikati yazmak için gerekli ‘yüreklilik’, hakikati bilecek ölçüde ‘sezgisel akıl’, hakikati kullanılabilir kılacak ‘sanat’, hakikati kullanabilecekleri ‘seçme yargısına’ ve hakikati, onu kullanacaklar arasında ‘yayma becerisine’ sahip olmaktır.” (Kula, Onura Bilge, Bertolt Brecht: “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu”, edebiyathaber.net (14 Mayıs 2025).

Benim böyle bir iddiam yok.

Ancak sanırım bu nitelikler arasında yalnızca birincisine, yani yürekliliğe yeterince sahibim. O kadar. Öbür nitelikleri ise sağduyulu okurlara bırakıyorum. Çünkü eleştirel ve önyargısız her hukukçu, inanıyorum ki, bana hak verecektir.

Şimdi gelelim konumuza

Batı hukukunu alarak hukukta devrim yapan ülke, bildiğimce, yalnızca Japonya’dır.

1868’de on altı yaşındaki imparator Mutsuhito’yla (1852-1912) birlikte Japonya’da Meiji Yenileşme / İyileşme (Restauration) dönemi başlamış, ülkenin yeni bir anayasayla yönetilmesi, parlamentonun açılması düşüncesi benimsenmiştir.

Gerçekten bizden neredeyse yüz yıl sonra Batı hukukunu alan Japonlar, bizler gibi yapmamışlar; Batı yasalarını, sözgelimi, Fransız Yurttaşlar Yasası’nı (Medeni Yasa) almadan önce, Fransa’dan dönemin ünlü bilim insanlarını getirterek, ilkin geleceğin hukukçularını yetiştirmişler; bu bilim insanları, fakültelerde hukukun temel kavram ve ilkelerinin içerik ve sınırlarını Japon öğrencilere öğretmişlerdir.

Japonlar, bunlarla da yetinmemişler, hukukun bir kavramlar ve terimler bilimi olduğu bilinciyle Japoncada olmayan bazı kavramları olduğu gibi kendi dillerine almışlar, bu kavramları yazıya dökmekte alfabeleri yetersiz kalınca da, alfabelerine harf bile eklemişlerdir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Bozkurt, Gül­nihal, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara, 1996. Ayrıca bkz. La réception du droit français au Japon, Revue inter­nationale de droit comparée, Yosiyuki Noda, 1963, volume 15, numéro 3, 544-547; Selçuk, Sami, Kendini Tüketen Hukukun Dramı, Bir Doğululaşma Serüveni, Ankara, 2015).

Bilindiği gibi, bizden neredeyse altmış yıl sonra Batı yasalarını alan ve 6 Ağustos 1945 tarihinde pilot Paul Tibbets’ın Hiroşima’ya attığı atom bombasıyla sarsılan Japonya, günümüzde çağcıl hukukun uygulamasında örnek olarak gösterilen çok başarılı ülkelerin başında gelmektedir. Zira Japonya, “Tarihçi Hukuk Okulu”n kurucusu olan ve görüşleriyle Almanya’da yasalaştırma (codification) etkinliğini yarım yüzyıl geciktirdiği belirtilen Friederich Carl von Savigny’nin (1779-1861) düşüncelerini kanımca çok iyi anlayıp sindiren ülkelerin başında gelmektedir. Zira Savigny’ye göre, hukuk, bir ulusun, halkın ana dili gibi, “halk ruhu”ndan (Volkgeist) doğmaktadır; halkın doğasıyla, yapısıyla, karakteriyle ilişki ve sürekli gelişme, oluşma ve bütünleşme içindedir. Dolayısıyla yasaların işlevi, bu ruhtan doğan hukuku çok iyi belirlemekten ve sadece bununla yetinmekten ibarettir. Kısaca nasıl bir dil başka bir ulus için geçerli değilse, hukuk da öyledir. Bu nedenlerle bir ulusun hukukunun ürünü olan yasaları bir başka ülkenin alması (réception) çok yanlıştır.

Böylelikle Aydınlanma yüzyılını yaşamaya başlayan Japonlar, o dönemde bile hukuk dilinin ve kavramlarının önemini çok iyi anlamışlar, bu hukuku, dili ve kavramlarıyla birlikte, kısaca kökten sürme bir hukuk, deyiş yerindeyse salt, saf, dal hukuk olarak almışlar, bu yüzden de Batı hukukunu büyük bir başarıyla uygulamaya başlamışlar, bir bakıma Savigny’nin görüşlerini bile çürütmüşlerdir.

Bilimin ve aklın öncülüğünde hukuk devrimini gerçekleştiren, her açıdan gelişip 1905’te Tsuşima savaşında Rus donanmasını bile yenerek büyük bir zafer kazanan, bu yüzden de yıllar sonra Cevahirla Neh­ru’ya Batı karşısında Doğu’nun duyduğu aşağılık duygusunun bu zaferle birlikte yenildiğini söyleten, kısaca yaşamda en doğru yol gösterici olan bilimin ışığında gerçekleştirilen Japonya çağcıllaşmasında yaşananlar, başkalarınca saygı duyulan çağcıl demokratik bir toplumun yaşama yeteneğinin ancak kadınlar ile erkeklerin, gençler ile yaşlıların eğitim ve öğretim düzeyine bağlı olduğunu (ayrıntılı bilgi için bkz. Maalouf, Amin, [Ali Berktay], Labirent, Batı ve Hasımları [özgün adı: Le laby­rinthe des égarés – L’Occident et ses adversaires], s. 20, 24 - 61), bu arada elbette hukukumuzda yaşadığımız olumsuzlukların nedenlerini ve bunları aşmanın yollarını da, herkese, özellikle de Maalouf’un diliyle “şaşırmışların labirenti”nde yaşayanlara göstermektedir.

Afrika ülkeleri ise, sömüren ve bağımlı oldukları devletin öğrettiği kendi alfabesiyle ve diliyle, kurduğu üniversitesi ve uyguladığı yargılamayla hukuku, alfabesi ve uygulamasıyla birlikte Batı’dan öğrenmişler; bağımsızlıklarını kazandıktan, sömüren devlet gittikten sonra da, elbette sömüren devletin hukukunu, sömüren devlet gibi uygulamayı sürdürmüşlerdir.   

Bütün bunların sonucu açıktır ve bellidir: Bugün bu konuya kullanış bilimi (iş bilimi, ergonomi) açısından yaklaşıldığı zaman Batı hukuku, Batı yargılama süreci hukuku, özellikle de Batı “duruşma hukuku” –ki doğrusu “tartışma hukuku”dur- ile Japon ve Afrika ülkeleri hukuku, Japon ve Afrika ülkeleri yargılama süreci hukuku, Japon ve Afrika ülkeleri duruşma (tartışma) hukuku arasında, Batı yasaları değil, en geniş anlamda hukuk alındığı ya da uygulandığı için, bırakınız çatışmayı, uygulamada tam bir örtüşme bulunmaktadır.

Ülkemizde ise, aynı sorunlara aynı açıdan, yani hukuk bilimi açısından yaklaşıldığı, bakıldığı zaman, Batı hukuku, Batı yargılama süreci hukuku, özellikle de Batı duruşma (tartışma) hukuku ile Tük hukuku, Türk yargılama süreci hukuku, Türk duruşma (tartışma) hukuku arasında, bırakınız örtüşmeyi, uygulamada büyük çatışmalar yaşanmaktadır.

Çünkü biz Türkler, sürekli bağımsız devletler kurduk; dolayısıyla hiç sömürülmedik.

Bu olgu elbette güzel. Güzel, ama Batı hukukunun bir bilim, uygulamasının da bu bilimin ışığında yürütüldüğünün ayrımına da hiçbir zaman varamamışızdır. 

Gerçekten Batı hukukunun dallarını, diliyle, kavramlarıyla birlikte ilkin öğrenip özümseyecek, yani hukuk dogmatiğini alacak yerde, bunun tam tersini yapmış, ilkin dogmatik hukuku, yani Parlamentolarca kotarılan yasaları almış, dolayısıyla bu yasalarda geçen dili, kavramları da çoğu zaman yanlış algılamışızdır.

Tam bu noktada çok çarpıcı bir güldürüyü dile getirmek isterim.

Evet. Araştırmadan, yeterince bilmeden sonuçlar çıkarmanın, yargılarda bulunmanın ülkemizde en çarpıcı örneklerden birisi şudur: 1926 / 765 sayılı Eski TC Yasası’nın 188/3, 455, 459’uncu; 6123 sayılı Yasa ile değiştirilmeden önce 480 ve 482’nci maddelerinde geçen “birkaç kimse;” 193/2’nci maddesinde geçen “birçok kimseler” sözcükleri, 1889 tarihli Kaynak Yasa’da (md. 154, ayrıca 155/son, 157/2, 371, 375, 393 ve 395) “bir(den çok kişi” (più persone) olarak kaleme alınmıştı.

1930 tarihli İtalyan Ceza Yasası (md. 339/1, 662, 589, 590, 594/son, 595/1) da aynı doğrultudaydı.

Durum böyle iken bir çeviri olan TCY’de bir hukuk terimi, dolayısıyla asla bir hukuk kavramı, terimi olmayan bu sözcükler, değişik çevirmenlerce “birden çok,” “birkaç” ve “birçok” olarak çevrilmiş, yani bunlar tutarlı biçimde tek bir örnek olarak çevrilmemişti. Bu ise, elbette şaşılacak bir durum değil, kişiden kişiye değişebilen çevirilerde her zaman görülebilen, yaşanılabilen bir çeviriden ibaretti.

Ancak bu konuda benim ülkemde yaşananlar, çok şaşırtıcı, hatta dehşet vericiydi.

Gerçekten bu çeviri üzerine bir hukuk terimi olmayan söz konusu sözcükler, Kaynak Yasa’ya başvurularak anlamlandırılacak ve düzeltici yorum ile ele alınarak sonuca ulaşılacak yerde, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun (YCGK) 19.3.1949 tarih ve 4/84-82 sayılı kararında “birkaç” üç, “birçok” ise üçten çok olarak tanımlanmış; daha sonraki kararlarla, içtihatlarla da bu anlamlandırmalar yerleşiklik, süreklilik kazanmıştı.

Evet, elbette çok şaşırtıcıydı, bu yaklaşım.

İvecen davranmayın. Şimdi daha çok şaşıracaksınız. Çünkü bu noktada da kalınmamış, bir hukuk terimi olmadığı halde Yargıtay’ın ulaştığı bu yadırganası, hatta saçma görüş, 1953 / 6123 sayılı Yasa değişikliğinde TCY’nin yoklukta hakaret ve sövme suçlarını tanımlayan 480 ve 482’nci maddelerinde Yargıtay’ın bu kararına dayanılarak “birkaç kimseyle ihtilat eder” sözleri, “ikiden ziyade kimseyle ihtilat eder” biçiminde değiştirilerek yasalaştırılmıştı.

Ancak ben, ayraç içinde belirteyim ki, bunlara hiç şaşırmamışımdır. Çünkü az düşünen insanlar toplumlarında doğaldır, bu tür saçmalıklar. Üstelik mantıksal düşünmenin değil, kendinden öncekileri öykünmenin (taklit) öne çıktığı toplumlarda ise, bu yadırganası yanlışlıklar çok bulaşıcıdır da.

Gerçekten bu kaba yanlışlık, sıradan bir çevirinin bile çok ötesine geçmiş, bu noktada kalmamış, 2004 tarihinde benimsenen son Yasa’nın, yani 2004 / 5237 sayılı yeni TCY’nin 125’inci maddesine de yine “en az üç kişiyle ihtilat” biçiminde geçmiştir.

Çok, ama çok üzücüdür, bu. Ancak bu gülünç yaklaşıma sıradan bir yanlışlık diyerek göz yum­mak elbette çok güçtür. Çünkü üzerinde düşünülmeden yapılan sıradan bir sözcük çevirisinin bir hukuk terimine ve kavramına dönüşmesi, elbette sadece kaba saba bir yanlışlık, yalnızca bir güldürü değil, bunun da çok ötesinde bağışlanamaz bir dram, bir ağlatıdır da.

Yoklukta (gıyap) hakaret suçunu yargılayan bir yargıcın, yaşını başını almış iki tanığın, sanığın suçu işlediğine ilişkin tanıklıklarının ardından, tarafların anlamadıkları Osmanlı Türkçesiyle “ihtilat unsuru” oluşmadığı gerekçesiyle bir sanığı aklaması karşısında yakınanın neler düşündüğünü, hatta kurguladığını lütfen bir düşünün!

Yeri gelmişken ayraç içinde belirtmek gerekir ki, 2004 / 5237 sayılı son Türk Ceza Yasası, ne yazık ki, yadırganası biçimde dil yanlışlarıyla doludur (Selçuk, Sami, Doğru Dil ile Türk Ceza Yasası, Birinci Kitap, Genel Hükümler, Ankara, 2023).

Yukarıdaki bilgi yanlışı, bu örneklerden sadece biridir.

O kadar. 

Ana dilini iyi bilmeyenler ise, elbette ne bilim yapabilir ne de yasa.  

Bu çok önemli kavramlardan biri de hiç kuşkusuz “duruşma”, bütün Batı dünyasındaki doğru deyişle, yerinde terimle “TARTIŞMA”dır (débat, dibatimento).

Nitekim ben, ne zaman bu terim, kavram ve uygulanışı ile karşılaşsam, yargılama etkinliğinin bu en önemli aşamasını böylesine yozlaştırmış, hukuk devrimi adı altında acaba yabancı yasaları almakla yetinmiş bir başka ülke var mı diye sormuşumdur.

Sorumun yanıtı ise bugüne değin şu olmuştur: Yok.

Tanzimat’tan, özellikle de Cumhuriyet’ten bu yana hukukta yaşadığımız yargılama çilelerinin, bunalımlarının nedeni büyük ölçüde işte bu yanılgıdır: Hukuk devrimi diye, hukuk bilimini almadan başka bir ülkenin yasasını almak!?

Nitekim aslında yaşadığımız bu yargılama, özellikle de duruşma yozlaşması gerçeği; yabancı özel ve tüzel kişiler ile Türk özel ve tüzel kişiler arasında yapılan sözleşmelerle de yazılı olarak itiraf ve kabul edilmekte, yani belgeye dökülerek açık itiraf ve kabul edilmekte,  sözleşmeci taraflar arasında çıkması olası uyuşmazlıklarda Londra, Viyana, Paris vb. yabancı ülke mahkemelerinin yetkili olacakları insanlarımızca, Türkiye’mizce bile benimsenip belgelenmektedir.

Türkiye, Türk mahkemelerini, yargıçlarını küçük düşüren, çok da utandıran bu tür koşulları bilimin ışığında çok iyi düşünmek ve değerlendirmek zorundadır, efendiler, ey Türk hukukçuları!.

Bu arada Türk hukukçusu da, hukukun sağlıklı olarak nasıl öğrenileceğini ve uygulamaya nasıl yansıtılıp yaşanılacağını ortaya koyan Japon örneğini çok iyi anlamalı; hukuku yorumlar ve uygularken Türkiye’nin Batı hukukunu bilimsel kavramlarla kökten sürme değil, bu hukukun ürünü olan ve, deyiş yerindeyse, eyyama göre değişen yasalarla, yani daldan sürme, bilim dışı, tarih dışı, zaman dışı, skolastik, dogmatik ve şematik soyutlamalarla, yabancılaşmayla, hukuk ile yasayı birbirine karıştıran, sıradan ve bulamaç kılıcı, ayaküstü geliştirilen “kötü bilinç’le (mauvaise conscience), asıl olan hukuku bilimsel boyutundan soyutlayarak aldığını, Hegel’in belirttiği gibi, Minerva’nın baykuşunun ancak gün batınca uyandığını asla unutmamalıdır.

Zira sağlıklı bir hukuk devrimi yapabilmek için, hukukçunun yasalarını aldığı ülkelerin dünyasını yaşaması, yasaları çevirmekle yetinmeyip, o dilin kavramlarıyla düşünmeye başlaması vazgeçilemez bir zorunluluktur.

Tersi durumda, yani bu zorunluluğun yerine getirilmemesi durumunda Türk hukuku ve uygula­ması, “şaşırmışların labirenti”nde, açmazında yaşamayı, insanlarını da süründürmeyi sürdürüp duracaktır.

Oyunlar kuramı ile diferansiyel geometri alanında köklü değişiklikler yapmış olan ve 1994’te Nobel Ekonomi Ödülünü kazanan Amerikalı dâhi matematikçi John Forbes Nash (1928-2015), Türkiye’ye geldiğinde çok önemli bir uyarıda bulunmuştur: “İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet (hukuk) yoktur.”

Çok doğru.

Lütfen bu belirlemeyi hiçbir zaman unutmayalım.

Ben, kendi çapıma, bütün bunları gözetmeye çabalayarak, her şeyden önce hukuk fakültelerinde mantık ile simgesel matematik (matematiksel mantık) derslerinin; özellikle de ilkin kendi ilgi alanım olan geniş anlamda “suç hukuku dogmatiği”nin, daha sonra da yazılı “dogmatik suç hukuku”nun okutulmasını önermekteyim. Nasıl yetkin bir dille yazmak ve konuşmak isteyen bir insan, önce o dilin gramerini iyi bilmek zorunda ise, iyi bir hukukçu da dogmatik hukuku, yani yasaları iyi uygulamak istiyorsa, ilkin hukuk dogmatiğini, yani gramerini iyi bilmek ve özümsemek zorundadır.

Unutulmamalıdır ki, yasaları, yani dogmatik hukuku bilim üretmez. Gereksinmelere göre yalnızca yasa yapıcılar, yani yasama organları, meclisler üretir. Hukukçulardan oluşmayan yasa yapıcının ürettiği dogmatik hukuk ise, her zaman hukuk dogmatiğine, hukuk bilimine elbette uymaz, uymayabilir. Zira Carl Schmitt’in, Hobbes’a yollama yaparak vurguladığı gibi, “yasayı yapan; doğru olan değil, güçtür” (auctoritas non veritas facit legem).

Bu yüzden “sağ gözü sol göze muhtaç eyleme”yen bir hukukun kendi diliyle, kirlerinden arınmış kavramlarıyla, terimleriyle, yöntemleriyle doğru algılanıp yorumlanması bilimin işidir. Uygulamacılar, yargıçlar, savcılar, avukatlar, kısaca hukuk uygulayıcıları, eğer dogmatik hukuku, hukuk dogmatiği, bilimi doğrultusunda uygulayabilirlerse, her şeye karşın, ancak işte o zaman olması gereken düzgülerle özünde bir değerler düzeni kurmayı amaçlayan ve “ne yapmam gerekir?” sorusunun yanıtlayabilen sağlıklı bir hukuk düzenine ulaşılabilecek ve insan da, böylelikle zorlayıcı bir kurala değil, kendi mutluluğu için öngörülmüş doğru ve geçerli bir kurala, daha doğrusu bizzat kendisine uymuş olacaktır. (Benzer görüş için bkz. Aral, Vecdi, s. Toplum ve Adaletli Yaşam, İstan­bul, 1983, s. 96).

Özetle, efendiler, övünmeyi bırakıp, itiraf ve kabul edelim, sonra da ne yapacağımıza karar verelim, artık: Türkiye, köklü bir yanılgı içindedir: Dogmatik hukuk düzeniyle, yani yasalarla hukuk bilimini, hukuk dogmatiğini birbirine karıştırmaktadır. Dolayısıyla hukuk bilimini, hukuk dogmatiğini öğrenmeden Batının dogmatik hukukunu, yani yasalarını uygulamaya kalkışmış ve bu yüzden de hukuk uygulaması yozlaşmıştır.

Zamanaşımıyla düşürülen Sivas katliamı ve davası, amiraller olayları ve benzeri davalar, yargılama etkinliğinin, özellikle de duruşma (tartışma) aşamasının ne denli yozlaştıklarının birer belgesidir, aslında.

Bunları hiç unutmayalım.

Arkası sürecek...

Prof. Dr. Sami Selçuk

- Eski Yargıtay Birinci Başkanı

- Eski İ. D. Bilkent Ü. Öğretim Üyesi

Yazarın Diğer Yazıları

Duruşma/tartışma aşamasının başoyuncularına sesleniyorum: İlk sözlerim, toplumsal değerleri korumakla yükümlü olan sizleredir, sayın savcılar

Ülkemizde yaşananlar, hukuk bilmezliğin ürünü kara bir le­ke olarak her Allah’ın günü Türk hukuk tarihine yazılmıştır, yazılmaktadır. Evet, ne yazık ki, günümüzde de bu yazılma sürüyor. Hem de bizzat hukukçuların, yani savcıların eliyle

Duruşma/tartışma aşamasının başoyuncularına sesleniyorum: İlk sözlerim, düşünmesini bilenleredir

Türkiye, hukuku çiğneme konusunda ne yazık ki, Avrupa ve Asya ülkesi olarak birinci ülke ve devlettir. Dahası bu mahkemenin önüne gelen dava sayısı açısından ülkemiz, nüfusu yaklaşık bizim iki katımız olan Rusya’ya karşı açılan dava sayısını ikiye katlamış, üçe katlayacak orana doğru hızla yürümektedir

Hukuk devrimi, asla Batı hukukunun yozlaştırılması olamaz-2

Türkiye, hukuk alanında bir türlü terim birliği, terimlerinin ve ilkelerinin kapsam ve tanımlarında görüş birliği yaratamamanın uygulamaya yansıyan yozlaşmasını çok sık yaşamakta, sancılarını çekmektedir. Bu başarısızlığın yadsınamaz somut kanıtı ise, aslında ortadadır ve benzeri hiçbir ülkede bulunmayan, olasılıkla İslam hukukundaki “icmâ-i ümmet” kurumundan esinlenilerek Türk hukuk uygulamasına aktarıldığı anlaşılan bize özgü doğuluca bir kurumdur: İçtihatları birleştirme

"
"