20 Ekim 2023

Cumhuriyet'in 2. yüzyılında "dünya ile birlikte nefes almak"

Son yıllarda yoğun şekilde yurt dışına gitme arzusunu gösteren gençlerimizin ihtiyacı da dünya ile birlikte nefes almak. İnsanlığın uygarlık yolundaki çabalarına Türkiye’nin katkısını getirmek. Aksi takdirde dörtte birini harcadığımız ikinci yüzyılda Cumhuriyetimizin dünyanın çeperlerine sürüklenme riskiyle karşılaşması kaçınılmaz olur...

Bilkent Üniversitesi'nden değerli Siyaset Bilimci Dr. Özgür Özdamar, Türkiye'nin yakın çevresindeki çatışmaları inceleyen haritalı bir çalışmasında, sadece son 30 yılda etrafımızda en az 15 savaş yaşandığını belirtiyor. Bu çalışmayı, II Dünya Savaşı'nı da içine alan son 100 yılı da kapsayacak şekilde düşünecek olursak ülkemizin XX. yüzyılı tam bir ateş çemberi ortasında geçirdiği gözler önüne seriliyor. Bu tablo Türkiye'nin 1923'ten XXI. yüzyılın ikinci on yılına kadar uzanan bu uzun süreyi bu kanlı savaşların hiçbirine katılmadan geçiren tek ülke olduğunu kanıtlamakta. Bunu Cumhuriyetimizin kuruluşundan itibaren benimsediğimiz “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vizyonuna borçluyuz.

Travma

Türk milletinin ve siyaset insanlarının barış ve özgürlük kavramına atfettiği mukaddes önemi, fedakar halk kitleleri ve yöneticilerimizin bölünme ve parçalanma kaygısına karşı destansı vatanseverlikle İstiklal Savaşımız'da sergilediği mücadele azminde görebiliriz. Her anı, serbest seçimlerle işbaşına gelen TBMM'nin üyelerinin bilgi ve onayına sunularak kazanılan Kurtuluş Savaşımız'da zafer inanılmaz acılar, can kayıpları, salgın hastalıklar ve yıkımlar pahasına elde edildi. Yüzyıl sonra bugün bile hala canlılığını halkımızın hatırı sayılır kitlesinde muhafaza eden bölünme ve parçalanma kaygısının izlerini bu acıların yarattığı derin travmada arayabiliriz. (*)

Radikal değişim seferberliği

Bu travmanın tetiklediği özgüven duygusu ülkemize, Cumhuriyetimizin 1923-1938 yılları arasındaki ilk on beş yılında, inanılmaz bir kararlılık ve enerjiyle, dünyadaki değişime ayak uydurmayı hedef alan- kısaca moderniteye geçiş devrimleri de diyebileceğimiz “radikal“ reformlar gerçekleştirilmesi fırsatını verdi. Yine TBMM onay ile gerçekleştirilen bu reformlar özetle toprak bütünlüğü, bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve irredentizm'in reddi gibi ilkeleri halkımızın ve devlet insanlarımızın devlet yönetimindeki kararlarının temellerini oluşturdu. Cumhuriyetimizin kuruluş mantığını oluşturan olan bu ilkelerin doğuşunu Erzurum ve Sivas kongrelerinde, bu kongreleri takiben kurulan Ankara Meclis Hükümeti Anayasası'nda, (1.c. Anayasamız), TBMM zabıtlarında, daha sonra 1924 Anayasasında, Atatürk'ün Nutuk'unda, çeşitli söylevlerinde ve sözlerinde görebiliriz.  

İç politika

İçerde Cumhuriyet idealinin benimsenmesi ve yaygınlaştırılmasına devrim reformlarıyla çaba harcanırken temel amaç her şeyden önce yeni kurulan Cumhuriyetin güçlendirilmesiydi. Temel hak ve özgürlüklere dayalı çok partili demokrasinin ise Cumhuriyetin, yukarıda sayılan ekonomik ve sosyal önlemlerin başarısıyla güçlendirilmesi yoluyla tedricen ve doğal süreçler içinde yerleşeceği hedeflenmişti. (**). Bu amaçla, gençliğe, eğitime, bilime, akılcılığa, milli ekonomiye, tasarrufa, tarıma, üretime, sınai yatırımlara, demir yollarına, ve belki de en önemlisi kadın erkek hak eşitliğinin sağlanmasına, bir nevi seferberlik kıvamında, önem verildi. Öyle ki, siyasal bağımsızlık hedefinin ekonomik bağımsızlık ile tamamlanmak istenmesini öngören İzmir İktisat Kongresi, Cumhuriyetin ilanından önce 1923 Şubat Mart aylarında toplandı.

Dış politika

Dışarda ise, Türkiye'nin dış politikası, Cumhuriyetimizin dahildeki kazanımlarını sağlamlaştırma adımlarına paralel olarak ilk bölgesel ilişki ağlarını kurma hedeflerine odaklanmıştı. Hiçbir kolektif güvenlik sistemi içermeyen bu dönemde barış, işbirliği ve güvenlik ilkeleri çerçevesinde 1923'te Lozan Antlaşması imzalandı. Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğü geri dönülemez biçimde teminat altına alındı. Türkiye ile Yunanistan arasında Ege ve Doğu Akdeniz'de bir stratejik denge sağlandı. Kuzeyde Sovyetler Birliği, doğuda İran ve Afganistan, batıda Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ile komşuluk ilişkilerimiz kuruldu. Türkiye 1936'da Montreux sözleşmesini imzaladı ve Boğazları'n egemen statüsünü elde etti. 1938'de Hatay'ı topraklarına kattı. Bu başarıların karşılığında hiçbir taviz vermedi. Türkiye kendi öz kaynaklarının en akılcı biçimde kullanılmasına ve diplomatik eyleme öncelik vererek milli güvenliğinin koşullarını askeri eyleme başvurmadan sağladı. Başka ifadeyle dış politikada bağımsız, otonom kararlar alarak bunları karşılıksız (sıfır toplamla) yürürlüğe koyma kapasitesini gösterdi. (***)

Atatürk imzasını taşıyan bu dönemin dış politikasında öncelik diplomasiye ve çağdaş uygarlığın gerekleri olan devrimlerin gerçekleştirilmesi yoluyla, zamanın uygar ve güçlü devletleri saflarında yer alabilme hedefine verildi.

Türkiye o zaman, eğitim, bilim, kültür, dil, laiklik, vicdan özgürlüğü, her türlü dil, din, etnik ve cinsiyet ayrımcılığını silen yurttaşlık bağı gibi çağdaş değişkenleri diplomasisinin hizmetine verdi. Böylece yalnız komşularıyla değil, zamanın büyük devletler ile eşit ve saygın ilişkiler kurarak tarihin akışında, sonraki Avrupa ve Dünya hadiselerinin de doğrulayacağı muazzam bir öngörüyle, doğru tarafta yer aldı.

İkinci Dünya Savaşı ve yeni dünya

Gazi Mustafa Kemal'in 1938 yılında ebediyete intikali ve bir yıl sonra patlayan büyük dünya savaşı devrimlerin ilk on beş yıldaki dinamizmini söndürdü.

Dünya savaşı ve sonrasının beraberinde getirdiği siyasi, ekonomik sosyal ve stratejik koşullar genç Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaş uygarlık yolunda attığı adımların ayni tehalük, irade ve dinamizmle sürdürülmesine imkan vermedi.

Türkiye, savaş sonrası yeni dünyada Cumhuriyetimizin temel ilkelerinden zaman içinde uzaklaşmaya başladı. Bu süreç 1950'lerden itibaren iç ve dış politikamızda öteden beri mevcut yapısal sorunları yeniden gündeme getirdi. Bu sorunlara yenileri eklendi. Bu yazının menzili söz konusu sorunların kapsamlı tahliline imkan vermeyeceği cihetle bugün yaşadığımız tıkanıklıklara sebep olan gelişmeler aşağıdaki satırlarda daha ziyade dış politika ağırlıklı olarak sırf başlıklar halinde kısaca özetlenmeye çalışılmıştır. Bu gelişmelerin kapsamlı tahlil ve yorumları, siyaset bilimcilerimizce gerçekleştirilebilecek araştırma konularını oluşturuyor.

Temel ilkelerden uzaklaşma

Türkiye'de 1950 seçimleriyle Cumhuriyet'ten beri ilk defa serbest seçimler yoluyla bir hükûmet değişikliği gerçekleştirilerek, muhalefet Partisi DP'nin iktidara gelmesi Cumhuriyetimizin güçlendirilmesinde siyasi alanda büyük bir adım oluşturdu. Bununla beraber bu olumlu gelişme ileriki yıllarda, çağdaş uygarlığa ulaşma yönündeki sosyo - kültürel çabalarımızla el ele gitmedi.

Tek parti rejiminin sona ermesini izleyen kısa süreli ifade ve düşünce özgürlüğü döneminin ilk yıllarından itibaren Cumhuriyetin temel ilkelerinden uzaklaşma eğilimleri geçmişe nazaran daha görünür hale geldi. Bu ilkelerin daha sonra tartışmaya açılması ve daha ileriki yıllarda da, açıkça çiğnenmesiyle, Türkiye “modelinin”, demokrasi, laiklik ve dini inançların kamuya açık alanlarda tüm dünyaya özgün bir örnek oluşturacak şekilde uyumlu olarak yaşanabileceğine dair tarihi iddiası zaafa uğradı. Bu kayıp, sırf devrimlerimize büyük sekte vurmakla kalmadı. İç ve dış politikalarımızda sosyo- kültürel, ve siyasal alanlarda, eğitim alanında ve bilhassa güvenlik başta olmak üzere her alanda ciddi sorunları beraberinde getirdi. Güvenlikle başta diyoruz, çünkü laiklik, bugünkü Orta Doğu gerçekliğinin de çarpıcı olarak sergilediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nin güvenliğinin kilit taşını oluşturuyor. Bu taşın çekilmesi Cumhuriyetimizi temellerinden çökertir. Ne var ki laiklik ilkesinin Türkiye'de eğitimle desteklenmeden, Jakoben, yekpare, bir örnek ve dayatıcı tatbikatı bu ilkenin gerçek anlamıyla anlaşılmasını zorlaştırdı ve on yıllar içinde muhafazakar kitleleri bu temel ilkeye, yani laikliğe giderek yabancılaştırdı.

Değişen dünyanın ıskalanması

Bugün dünyada otoriter yönetimlere doğru yönelim, insanlığın haklar temelinde ilerleme ve özgürleşme ideallerine verdiği önemi azaltmış değil. Uygar ülkeler liginde devletlerin ve halkların nüfuz ve itibarı, sırf askeri güçleriyle değil, aynı zamanda İnsan onuruna saygı temelinde basın özgürlüğü ile bağımsız ve tarafsız adalet, kadın erken eşitliği ve eşit vatandaşlık kavramlarına dayalı bir demokratik düzene sahip olup olmadıklarıyla değerlendiriliyor. Türkiye de uygar dünyanın bir parçası olup bu değişimin içinde yerini almalı. Ülkemizin insanlığın ortak yürüyüşüne katılabilmesi için dış dünyaya açık olması, dünyada sırf ekonomik, sosyal ve bilimsel değil, siyasi, fikri, sanatsal, entelektüel ve demokratik terakki dinamiklerini izlemesi ve kendisinin de sürekli değişen dünya ile birlikte değişim göstermesi gerekiyor. Türkiye bu ideali gerçekleştirecek çok iyi yetişmiş çok değerli bir gençliğe sahip. Son yıllarda yoğun şekilde yurt dışına gitme arzusunu gösteren gençlerimizin ihtiyacı da dünya ile birlikte nefes almak. İnsanlığın uygarlık yolundaki çabalarına Türkiye'nin katkısını getirmek. Aksi takdirde dörtte birini harcadığımız ikinci yüzyılda Cumhuriyetimizin dünyanın çeperlerine sürüklenme riskiyle karşılaşması kaçınılmaz olur.


Yazarın notu: Başlıktaki ifadeyi 9.CB Süleyman Demirel, Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile 1994'te bir çalışma toplantısında kullanmıştı.

(*) Çok azalmış da olsa yakın zamana kadar kısmen hala hayatta olan bir kuşak Türkiye'nin Adriyatik'ten Ege Denizinin Doğu kıyılarına kadar küçüldüğü dönemi kendi gözleriyle gördü.

(**) Prof. Şükrü Hanioğlu'nun, 11.CB Abdullah Gül Üniversitesinde “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılında Sürdürülebilir Kalkınma Sürecinde Türkiye” konulu seminerdeki konuşması-14 Ekim 2023.

(***) Değerler, Çıkarlar ve Dönüşüm – Özdem Sanberk, Sönmez Köksal, Memduh Karakullukçu-Konuk: Filiz Akın, Editör Gökberk Kızıltan Doğan Kitap

Özdem Sanberk kimdir?

Özdem Sanberk, 1938 yılında Ankara'da doğdu. 1958 yılında Galatasaray Lisesi'ni, 1962 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Dışişleri Bakanlığı'na 1963 yılında giren Sanberk, Madrid, Amman, Bonn, Paris ve Brüksel büyükelçiliklerinde çalıştı; OECD ve UNESCO daimi temsilciliklerinde çeşitli derecelerde görevde bulundu.

Dışişleri'nde ekonomi dairesinde çalıştığı sırada tanıştığı Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal'ın Başbakan olmasından sonra, 1985–1987 yıllarında dış politika danışmanlığını yürüttü.

Sanberk, 1987'den sonra bakanlığın merkez ve dış teşkilatlarında Avrupa Topluluğu nezdinde T.C. Daimi Temsilciliği ve Büyükelçiliği (1987-1991), Dışişleri Müsteşarlığı (1991-1995) ve T.C. Londra Büyükelçiliği (1995-2000) gibi görevler yürüttü.

Özdem Sanberk emeklilik yıllarında, Türkiye ve yurt dışındaki düşünce kuruluşlarında düşünsel etkinliklere, ulusal ve uluslararası konferans ve seminerlere yönetici ve konuşmacı olarak katılım sağlamaya devam etmektedir. Sanberk ayrıca dış politika alanında yazılı, sözlü ve görsel yayın yapan ulusal ve yabancı basın organlarında konuşmalar ve yayınlar yapmaktadır.

Haziran 2021'den itibaren T24'te, ağırlıklı olarak dış politika ve dünyadaki gelişmeler üzerine yazıları yayımlanıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Fransa, dünya ve siyasette yeni aktörler

Genç Başbakan Gabriel Attal'ın başarılı olup olmayacağı hakkında herhangi bir tahmin yürütmek isteyenlerin herhalde kabineyi oluşturacak yeni hükümet üyelerini açıklanmasını beklemeleri gerekecek. Şayet bu atama Fransa siyaset sahnesine yeni yüzleri, yeni politikaları ve yeni öncelikleri beraberinde getirirse, Fransa'da oluşacak böyle bir gelişme, geçmişte olduğu gibi yine Avrupa'da, Amerika'da ve dolayısıyla dünyada etkiler yaratabilir

Ufukta inandırıcı bir siyasi çözüm görünmeden Gazze'de akan kan durmaz

Üç aya yaklaşan Hamas - İsrail savaşında mevcut koşullar bugün için ufukta inandırıcı bir çözümün görünmediğini ortaya koyuyor. Bunun anlamı önümüzdeki belirsiz bir sürede bölgemizde daha pek çok masum sivilin, kadın, erkek ve çocuğunun kanlarının dökülmeye devam edeceği

Vilnius zirvesi, Türk dış politikası ve yeni dünya düzeni

Vilnius’tan yansıyan havaya bakıp Türkiye’nin dış politikasında köklü bir değişiklik yaşanmaya başladığı sonucuna varmak gerçekçi olmaz.