15 Mayıs 2025
Diyarbakır'da Nevruz kutlamaları, 2023
Epey oluyor, İsmail Beşikçi çoğu zaman olduğu gibi yine cezaevindeyken, bir yazar, cezaevindeki birini eleştirmeyi etik bulmadığı için Beşikçi'nin yazdıklarını eleştirmekten kaçındığını ima eden bir şeyler yazmıştı. Beşikçi'nin buna verdiği yanıt, düşünce özgürlüğünün ve eleştirel düşüncenin neliği konusunda okuduğum en iyi metinlerden biridir.
Ne yazık ki ilgili gazete kesikleri elimin altında değil. Beşikçi özetle diyordu ki, eğer her şeyi göze alarak yazıp çizmezsek, kendi fikir özgürlüğümüze kendi elimizle son vermiş oluruz; ben ne düşünüyorsam öylece yazıyorum, bunun bedeli hapiste yatmaksa, hapiste yatıyorum. Sizin eleştirilerinizden mahrum kalmayı da hak etmiyorum...
Cümleler herhalde farklıydı ama içerik böyleydi. Bu sözlerde eleştirel düşünceye dair, temel önemde iki saptama yatıyor: Bedel meselesi ve mahrumiyet meselesi. Beşikçi Kürt sorununda bu toplumu eleştirilerinden mahrum bırakmadı ve bunun için kendisine biçilen bedeli ödedi. Meslektaşlarının ve Türkiye okuryazarlarının geniş bir kesimi, Kürt sorununda gerek Beşikçi'yi gerekse bu toplumu eleştirilerinden mahrum bıraktı, çünkü bedel ödemek istemiyordu. Giderek, karşı argümanların avukatına dönüşenler de oldu.
Kürt sorunu demek, cumhuriyet dönemi Kürt politikasının yarattığı sonuçlar demek. (Öncesi de vardır elbette, ama devam eden dönem cumhuriyet dönemi olduğu için, bu sorunun ilk elden ilgilisi de odur.) Beşikçi'den başka kimler hangi bedelleri ödedi ve ödüyor bu politikanın sonucu olarak?
Beşikçi gibi, gerçeklikle ilgilenmeleri sonucu yazdıklarından dolayı baskı görenler, kovuşturulanlar, hüküm giyenler, yıllarca cezaevinde kalanlar;
Anadilleri yasaklanıp horlananlar; o dilde konuştukça susturulanlar; bilmedikleri bir dille gittikleri okulda başarısız muamelesi görenler; anadillerinde okuma yazmayı cezaevinde öğrenenler;
Kürt olma özgürlüğüne sahip çıktıkları için etnikçilikle, ırkçılıkla ve milliyetçilikle suçlananlar;
Korucu olmayı kabul etmedikleri için köy meydanında kabir azabından geçirilenler; dışkı yedirilenler;
12 Eylül'ün cezaevlerinde cehennem azabından geçirilenler; kafaları dışkılı sulara batırılıp her sabah kendi analarına küfre zorlananlar;
Türkçe ya da Kürtçe çıkardıkları günlük gazeteler bombalanıp yerle bir edilenler, gazeteleri, dergileri ve kitapları -hâlâ- yasaklananlar;
Musa Anter başta olmak üzere, Batman'da, Diyarbakır'da ve daha birçok yerde arkalarından vurulanlar;
Ufukta başka tür bir mücadele yolu olmadığından yıllardır gerilla savaşı vermek için dağlarda yaşayan, ölen ve yaralananlar;
Ufuklarında başka tür bir davranış yolu olmadığından yıllardır PKK'ye karşı savaşan, ölen, yaralanan ve sakat kalan askerler;
İntihar bombacıları dahil, terör eylemlerinde ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar;
Her parti gibi bir amblemi ve bayrağı olan partilerinin bayrağına, düşman devlet bayrağı muamelesi yapılanlar;
Milletvekili seçildiklerinde bile geleneksel renkleri ile anadillerini kullandıkları için Meclis'te yaka paça edilip bölücülükten cezaevine atılan Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak...
Eminim bu korkunç listenin bile çok eksiği vardır.
Bedel konusunda tarihsel bir söz: Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak, on yıldan fazla süren hapisliklerinin ardından 19 Haziran 2004 tarihinde Ankara'da bir açıklama yapmıştır. Bu söz o açıklamadan:
"İnsan hayatında verimlilik ve üretim açısından oldukça önemli olduğunu düşündüğümüz kayıp yıllarımızı; demokrasi, barış ve özgürlük adına ödenmesi gereken bir bedel olarak algılıyor ve bu bedelin Türkiye'nin demokratikleşmesine katkıda bulunduğuna inanıyoruz."
Kürt sorununa yukarıdan bakanlarla aşağıdan bakanlar bambaşka şeyler görüyor. Yukarıdan bakanların büyük bir bölümü, ABD ve Britanya emperyalistlerinin jeostratejik hedeflerinden başka bir şey görmüyor; kişi refiğini kendi gibi bilirmiş.
Kişisel olarak, yukarılarda çevrilen dolapları görmezden gelen bir zihniyeti de anlamakta güçlük çekiyorum. Kürtler onyıllar boyunca Saddam-İran-Türkiye üçgeni tarafından görünmez adam olmaya, yok olmaya zorlandı. Bu amaçla, kıyım dahil kullanılmayan yöntem kalmadı. Bu yol Irak Kürtlerini ABD'nin tuzağına iten yol...
Barış Meclisi'ni destekleyiniz. Türkiye Barış Meclisi, bu yolda biraz daha ayak direnirse olabileceklerin önüne geçmeye çalışıyor.
Tahmin etmiş olacağınız gibi, yukarıdaki yazı yeni değil. İlk kez 4.12.2008 tarihli Radikal gazetesinde yayımlanmıştı. Bugün benim açımdan geçerliğini yitirmiş değil. Aradan geçen on yedi yılda olup bitenler ne yazık ki listeyi uzattıkça uzattı ve her şeyi fazlasıyla zorlaştırdı. Umarım bu kez ilgili gerçeklik bilinci yerini bulmayı başarır.
Necmiye Alpay kimdir?Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi. 1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi. 2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi. Kitapları - Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları) - Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları) - Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları) Çevirileri - Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur), Metis Yay. - Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları) - Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları) - Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları) - Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları) - Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi) - Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi) - Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi) |
“Savaş öyle canavar ki, insandan çok hayvanlara yaraşır; öyle çılgın ki, şairler bile onun öç tanrıçaları tarafından salıverildiğini düşünür; öyle ölümcül ki, bir veba gibi bütün evreni bir anda silip süpürür; öyle adaletsiz ki, en iyisi en aşağılık haydut sürüleri tarafından kazanılır"
Evrensel değerlere göre tanımlanan kamu hizmet ve varlıklarının “simülakr” olmayanı kaldı mı acaba? Başta “demokrasi” yani temsiliyet olmak üzere?
Zana Farqînî’nin İstanbul Kürt Enstitüsü yayını Kürtçe-Türkçe sözlüğü, “tertele”nin tanımını “katliam” olarak veriyor. Tertele, Kafle, Tehcir, Holokost, Şoa... Bunlar, tarihsel soykırımlara halkların verdiği özel adlar...
© Tüm hakları saklıdır.