19 Nisan 2025

İyilik yap, iyilik bul

Modernitenin doğuşuna kadar ana fikir insanların içlerinde iyilik duygusu ile doğup yaşadıklarıydı. İyilik, insan doğasının bir parçası kabul ediliyordu. Ne zaman ki “bireycilik” toplumların “yükselen değeri” haline gelmeye başladı, o günden beri de “iyilik” kuşku ile yaklaşılan bir şeye dönüştü

Boykot çağrılarına destek verdiği için TRT Genel Müdürü tarafından Teşkilat dizisinden çıkarılan Aybüke Pusat’ın bir videosunu Instagram’da izledim.

Video İbrahim Selim’in YouTube programından bir kesit.

Pusat videoda “iyi biri olduğum söylenince çok mutlu oluyorum. Çünkü ben iyi biriyim. İyi biri olmak için çaba harcıyorum ve tüm çabam biri tarafından görülüp takdir edilince de çok mutlu oluyorum. Çünkü çok kötü bir hayat yaşıyoruz yani bence negatif bir hayat yaşıyoruz” diye anlatıyor.

Tuhaf bir şey gibi geliyor önce ama bu videoyu izlerken o kadar mutlu oldum ki birkaç kez üst üste izledim.

Kuşkusuz ki sözleri söyleyenin, ekrandan taşıp insanın içine işleyen sevimli ve samimi görüntüsünün de bunda payı var ama “iyi biri olmak için çaba harcadığını” söyleyen birisi ile aynı kentte, belki de aynı semtte nefes alıp verdiğimi bilmek içimi rahatlattı diyebilirim.

Biliyorsunuz “kinine sahip çıkmak” peşinde olanlar da bizimle aynı yerlerde nefes alıp veriyorlar ve bunu bilmek de içimi nasıl daraltıyor, anlatamam.

İyilik yapmak, iyi birisi olmaya çalışmak insanın içini rahatlatan bir duygu.

Marcus Aurelius’un “iyilik yapmak insanlığın en büyük hazzıdır” dediği günden çok çok daha öncesinden beri de bilinen bir şey.

Hobbes’la işler değişti

Modernitenin doğuşuna kadar tarih boyunca ana fikir insanların içlerinde iyilik duygusu ile doğup yaşadıkları fikriydi.

İyilik, insan doğasının bir parçası kabul ediliyordu.

Aynı toplumda yaşayan insanlar, birbirlerine karşı aidiyet hisleri ile yüklüydüler.

Ne zaman ki “bireycilik” toplumların “yükselen değeri” haline gelmeye başladı, o günden beri de “iyilik” kuşku ile yaklaşılan bir şeye dönüştü.

Thomas Hobbes 1651 yılında Leviathan’ı yayınladığından beri de “iyilik”, psikolojik bir gariplik düzeyine indi.

Hobbes insanların kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bencil varlıklar olduğunu düşünüyordu.

İnsanın varoluşu “herkesin herkesle savaşı” üzerine kuruluydu.

Hobbes başlangıçta yalnızdı ama sonra deyim yerindeyse tavşan gibi ürediler.

Bencilliğin “insanın doğasında olan temel dürtü” olduğuna ilişkin inanç bir çığ gibi yuvarlana yuvarlana büyüdü ve bugün insanlık o çığın altından çıkmaya çalışıyor.

Zaman zaman ortaya çıkan ve iyilik timsali gibi görünen insanların “gerçek yüzlerini ortaya çıkarma” dürtüsü, temel bir içgüdü haline gelmiş durumda.

Birisi durduk yerde bir başkasına iyilik yaptığında bunun ardında bir “çakallık” aramak neredeyse bir refleks haline geldi.

‘Kadınlar iyi erkekler bencil’

Rousseau iyiliğe meyleden bir benliğin oluşumunda çocukluk deneyimlerinin önemine vurgu yapan ilk düşünür.

20. yüzyıla gelene kadar da “iyilik” kadınlara özgü bir kişilik özelliği olarak kabul ediliyordu.

Özellikle anneliğe has bir duygu!

Bencillik ise erkeklere özgü bir kavram olarak görülüyordu ki bu yola meyleden kadınlara “erkek gibi” denmesinin nedenlerinden biri de buydu.

Tabii tek bir “iyilik” tarifinde birleşememek gibi bir sorunumuz da var.

Kim iyi insandır?

Bu soruya yanıtımız hayata nereden baktığımıza göre şekilleniyor aslında.

Gönlümüzdeki iyiyi paylaştığımız insanlarla bir arada olma eğilimine “homofili” diyoruz.

“Homoseksüellik” kavramı ile karıştırmıyoruz.

Homofili iki anlamlı bir kelime. Birincisi cinsel azınlıklara destek veren organizasyon ve bireyler için kullanılıyor. Burada kullandığım ise ikinci anlamı: Kendi fikirlerimize yakın bulduğumuz kişilerle bir arada olma eğilimi!

Benzediğimizi düşündüğümüz insanlarla aynı toplulukların içinde olmak, bize benzemediklerini düşündüğümüz insanlardan ve topluluklardan uzak durmak eğilimindeyiz.

“Aynılar aynı yerde olur” önermesindeki gibi yani!

Böyle bakınca boyutlandırma makinesinden geçirilmiş elmalara benziyoruz. Aynı boy ve olgunluktakiler aynı kasada olabiliyor.

Yankı odalarını seviyoruz

Sosyal medya algoritmaları da büyük ölçüde bunun üzerinden çalışıyor.

Kendimiz gibi olduğunu düşündüğümüz insanları takip ediyoruz, bununla da kalmıyor sosyal medya şirketleri önümüze getireceği “yeni” kişileri de bu ayak izlerimize bakarak belirliyor.

Aybüke Pusat’ın videosunu karşıma çıkaran şey de aynı algoritma.

Benim gibi insanlar belli ki bu videoyu çok seyretmişler, Instagram algoritması beni de ihmal etmemiş, “hadi bu da izlesin” diye önüme çıkarmış.

“Yankı odası” dedikleri şey böyle gerçekleşiyor.

Herkes kendi sesinin yankısını duyuyor gibi oluyor çünkü aynılar, aynı yerde olmaktan hoşlanıyor.

Donald Winnicott yarım yüzyıl önce “akıl sağlığının bir işareti de insanın başka birinin duygularını, düşüncelerini, umutlarını ve korkularını zihnen ve tam manasıyla görebilmesi ve aynı zamanda karşısındakinin de bunu yapmasına izin vermesidir” diye yazmıştı.

“Duygusal zekâ” da (EQ) diyorlar artık buna.

Ve iyilikten yoksun insanların en belirgin özelliğinin de duygusal zekâ seviyelerinin düşüklüğü olduğunu söylemek gerek.

TRT Genel Müdürü’nün sanki marifet yapmış gibi iftiharla açıkladığı “yaptırım” Aybüke Pusat’a ne zarar verdi bilmiyorum ama en azından beyefendinin EQ düzeyini öğrenmemize vesile oldu. 

Türkçe öğrenme yapıyoruz!

Sosyal medyada protesto amaçlı boykot çağrısında şu yazılıydı: Filanca gün “Satın alım yapmıyoruz!”

Şimdiki tebeşirler de öyle mi ya da hâlâ tebeşir kullanılıyor mu bilmiyorum ama o lanet şey tahtaya belli bir açıyla sürtüldüğünde iğrenç bir ses çıkardı. Kulaklarınızı kapatıp duymak istemeyeceğiniz iğrenç bir ses.

Bu slogan karşıma çıktığında da aynı şey oluyor gibi hissediyorum.

Türkçenin bu kılığa girmesi sizi de rahatsız etmiyor mu?

Bu cümlenin doğrusu şudur: Satın almıyoruz!

İsteyen “alışveriş yapmıyoruz” da diyebilir tabii.

Dublaj Türkçesi, Türkiye’ye hâkim olduğundan beri bu tür fiil kullanımı genel bir kurala dönüştü.

Yoksa “dönme yaptı” mı demeliydim?

“Çıktı, indi, girdi, döndü” demek yerine “çıkış yaptı, iniş yaptı, giriş yaptı, dönüş yaptı” demek gibi.

Yıllar önce bir üniversitemizde “gastronomi yazarlığı” dersi verirken gördüğüm şey çocukların hemen hepsinin Türkçe bilgilerinin zayıflığıydı.

Bir fikri başı sonu belli cümlelerle ifade edemeyen çocukları suçlayabilir miyiz, bilmiyorum. Eğitim sistemimizin “test çözmeye” yoğunlaşıp derste öğrenmeyi ihmal etmesinin bir sonucu bu.

Günümüzün Türkçe öğretmenlerini rencide etmek istemem ama belki de bizim kuşağın öğretmenleri bu konulara daha çok önem veriyorlardı.


Gazete Oksijen'den alınmıştır.

Mehmet Y. Yılmaz kimdir?

Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu

Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini bir süre yürüttü.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazetesi ve dergilerini yayınladı.

Askerlik görevi Kara Harp Okulu'nda yapıldıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe geri döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu.

1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınlandı.

Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğu yapıldı.

1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yıl sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda ise Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü.

2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğüne getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grubu'nun CEO'luğu görevini üstlendi.

2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı.

Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi kitap olarak yayınlandı. 

"Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ve futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

At my signal unleash hell!

Ellerinde silahlarla kötüleri cehenneme yollayan ve başlarına hiçbir iş gelmeyen film kahramanlarına özenebilirsiniz, ayıp değil. Bu özentinin en önde gelen belirtisi ise bazı filmlerdeki replikleri tekrarlamaktır. Benim favorim Russell Crowe’un başlıktaki cümlesi...

Cep telefonuma mı aşık oldum?

Mesleğimin bir gereği olarak haber akışını arada bir kontrol etmem anlaşılabilir bir şey. Önemli bir haberi kaçırma endişesi parmaklarımın ucuna emir veriyor: Kaydır bakalım ne var? Ama öbürlerini izah edemiyorum. Hele de o saçma sapan videoları...

Lokantalar pahalı değil, siz fakirsiniz

Türkiye’de gelir dağılımı o kadar adaletsiz ki ülkenin yarısının bir eli yağda bir eli balda, diğer yarısı kuru ekmeğe muhtaç. Ama iyi lokantalara gidebilecek durumda olanlar bile kişi başı harcamaların yüksekliğinden şikayetçi. Geçen ay Kos Adası’nda sırf meraktan girdiğim kasapta 1 kilo bonfile, bizim paramızla 450 liraya satılıyordu. Bizde ise kasap fiyatı 1500 lira. Maliyet böyleyken, 150 gramlık 1 porsiyon bonfileyi restoranda kaça verebilirsiniz?

"
"