15 Haziran 2025
Bence hayat kötü tercüme edilmiş kitapları okumak için çok kısadır. Bu satırları aynı kitapları hem İngilizce hem de Türkçe okumak şansına sahip olmuş ve tercümanlık mesleğine teoride ve pratikte bulaşmış biri olarak yazıyorum. Okuduğumuz yabancı eserlerden en az yarısı kötü tercüme edilmiştir ve hepimiz yazarların vermek istediği mesajların önemli bir kısmını kaçırmaktayız.
Çevirmenler bazen milliyetçi ve kendilerine göre ahlaki nedenlerden ötürü kitabı kısaltıp sansürlerler. Bazen de engellerin etrafından dolanırlar.
Örneğin Antoine de Saint-Exupery ünlü eseri Küçük Prens'te büyüklerin ne kadar aptal olduklarını göstermek için onun yaşadığı yıldızı keşfeden Türk bilgininin konferansta Doğulu kıyafetiyle sunum yaptığı zaman inandırıcı olmadığını, ancak Batılı gibi giyindikten sonra herkesin onu alkışladığını yazar. Bu kıyafet değişikliğine neden olan faktörle ilgili paragraf okuduğum Türkçe çevirisinde kaybolmuştur.
Doğaldır ki bazen çevirmenler sistemsel nedenlerden ötürü iyi bir iş yapamazlar. Mark Twain'in siyahi karakterlerinin konuşmalarını İngilizce yazmak zordur, ama Türkçe yazmak neredeyse imkansızdır.
İyi bir çevirmen olmak için bir dili iyi bilmek yeterli değildir. Çevirmenlerin hedef kültür hakkında iyi eğitimli olmaları ve çevirecekleri eseri önceden okumaları ve bilgi toplamaları gerekir.
İyi bir çevirmenin Türkçeyi de çok iyi bilmesi gereklidir. O kaynak ve hedef kültür arasındaki farkları bilir ve metni buna göre uyarlar. Deyimler, atasözleri veya mizahi öğeler doğrudan çevrildiğinde anlamsızdır. Kültürel bağlamı dikkate alan bir çeviri metnin hedef okuyucuda aynı etkiyi yaratmasını sağlar.
Bu nedenle en iyi çevirmenlerimiz Nurullah Ataç, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyüboğlu, Cahit Sıtkı Tarancı, Reşat Nuri Güntekin ve Sabahattin Ali gibi ünlü edebiyatçılarımızdır.
Atatürk, John Dewey ve Hasan Ali Yücel
Atatürk'ün önderliğinde kurulan genç cumhuriyetin en önemli önceliği eğitimdi. Kültür devriminin de birer parçası olarak köy enstitüleri kuruldu ve dünya klasikleri Türkçeye çevrildi. Atatürk'ten sonra ikinci rol modelim olan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in önderliğindeki Tercüme Bürosu tam 1247 klasiği dönemin önde gelen uzmanlarına çevirtti. Lütfen yukarıda linkini verdiğim bu üç çok özel insan hakkındaki yazımı okuyun.
Bu bağlamda zamanın Basın ve Yayın Genel Müdürlüğünün kütüphane müdürü olan ve ünlü müzik ve TV fenomeni İzzet Öz’ün annesi rahmetli teyzem Hikmet Saffet Omay’ı anmak isterim. Yeryüzündeki bir melek olan teyzem kütüphanesine gelen ihtiyaç fazlası dünya klasiklerini diğer kütüphanelere dağıtırdı. O küçük yaşımda Kadıköy’deki Bahariye İlkokulu'na kitap gönderilmesini ayarladım. Okulumuzun mütevazi kütüphanesi çok sayıda dünya klasiğiyle zenginleşti ve gözlüklerim biraz daha da kalınlaştı.
Günümüzde bu klasiklerin çoğunu İş Bankası yayınlarından bulabilirsiniz. Bazılarının dili biraz eski olmasına rağmen bugünün çevirilerinden çok daha iyidirler.
Bugün sizin önerdiğiniz süper romanlardan yedisine daha yakından bakmak istiyorum.
Hayallerimizi ve düşüncelerimizi hiç kimse bizden alamaz.
Miguel de Cervantes’in Don Kişot'u sadece bir roman değildir, roman sanatının doğum belgesidir. Bu dev eser modern bireyin doğuşu, aklın sınırları, hayal gücünün kuvveti, toplumun ikiyüzlülüğü ve insanın trajikomik halleri üzerine yazılmış belki en ölümsüz romandır.
Kahramanımız Don Kişot şövalye romanlarının etkisinde kalmış yaşlı, yoksul ve biraz çatlak bir asilzadedir. Elinde paslı bir mızrak, altında Rocinante adlı iskelet gibi bir at, kafasında kırık dökük bir miğfer ve kalbinde yüzyılların hayal gücüyle yola çıkar.
O zayıfları koruyacak, kötülüğü yenecek ve adaleti geri getirecektir. Etrafındaki dünya ise ne onun inandığı gibi soyludur ne de düşmanları gerçekten devlerdir. Ama bu önemli değildir. Çünkü Don Kişot’un savaştığı aslında gerçeğin kendisidir. O hayalin zaferine inanan gerçek bir hayalcidir.
Sadık hizmetkarı Sanço Panza ise toprağa daha yakın bir figürdür. Midesini düşünen, korkuları olan, gerçekçi bir köylüdür. Ama zamanla efendisinin hayali ona da bulaşır. Don Kişot’un deliliği bulaşıcıdır çünkü samimidir, inanç doludur ve insanidir.
Romanın kalbinde yatan bu ikili edebiyat tarihinin en mükemmel karakter çiftlerinden birini oluşturur. Don Kişot hayalperest, idealist ve romantiktir. Sanço Panza ise pratik, realist ve dünyevidir. Bu zıt karakterler arasındaki diyaloglar ve etkileşim felsefi derinliği komik bir dille aktarmanın eşsiz bir örneğidir. Zamanla Sanço'nun Don Kişot'tan, Don Kişot'un da Sanço'dan bir şeyler aldığını görürüz.
Cervantes’in dili keskin, mizahı zarif, duygusu ise derindir. Don Kişot bizi hem güldürür hem düşündürür. Çünkü Don Kişot’un dev sandığı yel değirmenleri hepimizin hayatında sistem, çıkarcılık, yozlaşma, kayıtsızlık gibi farklı kılıklarda karşımıza çıkar. Çoğumuz o savaşlardan bir gün vazgeçeriz. Ama Don Kişot'un pes etmeyişi bize insan ruhunun o eşsiz direncini hatırlatır.
Don Kişot çağları aşan bir vicdanın, hayalin ve umudun romanıdır. Belki bir delinin hikâyesidir, ama o delilikte hepimizin kaybettiği saflık, cesaret ve inanç gizlidir. Bence asıl delilik hayallerimizden vazgeçmektir.
Don Kişot sonunda yenilir, ama onurluca yenilir. Çünkü çağ yenilmiştir, ama ruh ölümsüzdür.
Borges "Her okur hayatında iki kez Don Kişot'u okumalıdır. Gençliğinde komedi olarak, olgunluğunda trajedi olarak" demiş.
Mihail Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don’u Rus edebiyatının en görkemli epik eserlerinden biridir. 1928-1940 yılları arasında dört cilt halinde yayımlanan bu dev roman Don Kazaklarının trajedisini, devrim ve iç savaşın yıkıcılığını, insanlığın evrensel çelişkilerini etkileyici bir lirizm ve gerçekçilikle aktarır. Şolohov bu eseriyle 1965’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.
Roman Don Nehri’nin kıyısında yaşayan Kazak toplumunun çalkantılı dönüşümünü anlatır. Şolohov Kazakların geleneklerini, inançlarını, savaşlardaki kahramanlıklarını ve devrimle gelen kaostaki çaresizliklerini olağanüstü bir detayla resmeder. Melekhov ailesinin kaderi üzerinden bireysel trajedilerin nasıl tarihin büyük çalkantılarına kapıldığını gösterir.
Romanın merkezinde Kazak kimliği ve insani değerler arasında bocalayan Grigori Melekhov vardır. Ne Çarlık ordusuna ne de Bolşeviklere tamamen bağlanabilen bu karakter vicdanıyla siyasi gerçekler arasında sıkışmış bir anti-kahramandır. Grigori’nin iç çatışmaları savaşın anlamsızlığını ve insanın aidiyet arayışını evrensel bir dille yansıtır. Onun trajedisi bir halkın trajedisidir.
Melekhov savaşla, ideolojiyle, aşkla, ailesiyle ve en çok da kendi vicdanıyla kavga eden bir adamdır. Ne beyazlara ne kızıllara tam anlamıyla aittir. Çünkü Şolohov’un Grigori’si bir fikir değil, karmaşık, çelişkili ve gerçek bir insandır. Grigori’nin yolculuğu bir insanın siyasi ve toplumsal çatışmalar içinde nasıl parçalandığını, ama yine de insan kalmaya nasıl çabaladığını anlatır.
Romanın kalbinde Don Nehri vardır. Sadece bir nehir değil, roman boyunca akan bir bilinç, bir kader çizgisi gibidir. Bazen ana karakterlerden bile daha canlı, daha kararlı görünür. Savaş ne kadar yakıp yıksa da Don hep durgun, ağırbaşlı, ama unutmazcasına akar.
Şolohov’un başarısı yalnızca karakter yaratmakta değil, bir çağın ruhunu yakalamakta yatar. Romanı okurken Kazak köylerinin tozunu, askeri kampların vahşetini, aşkın çekiciliğini ve savaşın gürültüsünü hissederiz.
Şolohov Birinci Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve İç Savaş gibi tarihin en karanlık dönemlerini belgesel bir gerçekçilik ve şiirsel bir dille anlatır. Don steplerinin doğasını neredeyse bir karakter gibi işler. Mevsimlerin değişimi, nehrin akışı, atların koşusu insanın kaderiyle doğanın ritmi arasındaki derin bağı vurgular.
Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı adlı eseri Türk edebiyatının en derin, en çarpıcı ve en özgün romanlarından biridir. Milli Mücadele'nin arka planında yalnızca cephedeki kahramanlığı değil, tereddütleri, ikilemleri, ihaneti ve inançla inkâr arasındaki kıvranışı da anlatır ve tarihî bir roman olmanın çok ötesine geçer. Yorgun Savaşçı bir halkın bağımsızlığa yürürken yaşadığı büyük iç hesaplaşmanın aynasıdır.
Yorgun Savaşçı İstanbul'un işgal altında olduğu günlerden başlar ve Anadolu'ya geçen bir grup askerin ve aydının mücadelesini konu alır. Romanın merkezinde idealist, yorgun ama mücadeleden vazgeçmeyen bir subay olan Yüzbaşı Cemil karakteri vardır.
Kemal Tahir dönemin atmosferini büyük bir inandırıcılıkla yansıtır. İstanbul'un işgal günlerindeki çaresizlik, Anadolu'nun direniş ruhu, askerlerin ve sivillerin psikolojisi romanda adeta yeniden canlanır. Tahir'in anlatımı okuyucuyu o günlerin tozlu yollarında, gizli toplantılarında ve cephelerinde dolaştırır.
Romanın başkahramanı Yüzbaşı Cemil sadece bir asker değil, bir çağın temsilcisidir. Meşrutiyet rüyasından İttihatçı hayal kırıklığına, Osmanlı’nın çöküşünden yeni bir devletin doğuşuna uzanan tarihsel süreçte Cemil’in yorgunluğu aslında bir kuşağın yorgunluğudur. Ama bu yorgunluk bir tükenmişlik değil, aynı zamanda bir uyanışın sancısıdır.
Kemal Tahir bu eserde sadece tarihî olayları aktarmakla kalmaz, aynı zamanda tarihi sorgular. Anadolu’nun yoksulluğu, halkın kararsızlığı, aydınların bocalaması, işbirlikçilerin sinsiliği romanın atmosferinde gerçekçi bir şekilde yer bulur.
Yorgun Savaşçı savaşı romantize etmeden yüceltir. Kahramanlığı destanlaştırmadan onurlandırır. Cesareti yalnızca silah tutan ellerde değil, gerçeğin peşinden gitmeye cüret eden yüreklerde arar.
Kemal Tahir milliyetçi hamasetin ötesine geçen bu eserle bir döneme değil, bir ruh hâline tanıklık ettirir. Bu tanıklık bugünün bile politik ve vicdani sorularına ışık tutacak kadar evrenseldir.
Yorgun Savaşçı yayımlandığı dönemde tartışmalara yol açmış ve bir süre yasaklanmıştır. Bence yasaklanmak bir romanın okunmaya değer olduğunun işaretlerinden biridir.
John Steinbeck’in Bitmeyen Kavga adlı romanı emek mücadelesinin, örgütlenmenin ve insanca yaşama hakkının destansı bir anlatımıdır. Steinbeck’in en politik ve en çarpıcı romanlarından biri olan eser sadece bir grevi değil, sınıf bilincinin uyanışını, insan ruhunun bastırılmış öfkesini ve tutkulu adalet arayışını gözler önüne serer.
Büyük Buhran'in gölgesinde geçen bu roman yalnızca bir sendikalaşma hikâyesi değil, insan onuru, dayanışma ve adalet arayışının evrensel bir anlatısıdır.
Romanın merkezinde California’daki elma toplayıcılarının düşük ücretlere ve kötü yaşam koşullarına karşı başlattığı grev yer alır. Ancak Steinbeck’in başarısı bu grevi yalnızca bir sosyal olay olarak değil, insan doğasının ahlaki sınavı olarak sunmasındadır.
Steinbeck toprak sahiplerinin acımasız sömürüsü altında ezilen bu insanların yaşam koşullarını o kadar gerçekçi tasvir eder ki sayfalar arasında tozun, yoksulluğun ve umutsuzluğun kokusunu hissedersiniz.
Ana karakterlerden Jim Nolan sisteme karşı bireysel bir başkaldırıdan kolektif bilincin bir neferine dönüşür. Bu dönüşüm yalnızca siyasi bir değişim değil, aynı zamanda ruhsal bir aydınlanmadır. Mac ise pratik zekâsı ve örgütleme yeteneğiyle işçileri bir araya getiren doğal bir liderdir.
Kitapta yer alan karakterler karikatürize edilmiş iyi işçiler ya da kötü kapitalistler değildir. Her biri iç çelişkileriyle, tereddütleriyle, tutkularıyla gerçek birer insandır. Bu sayede roman bir sloganlar kitabı değil, vicdanın romanı olur. Steinbeck ne körü körüne ajitasyon yapar ne de okuru yönlendirmeye kalkar. O yalnızca sorar: "İnsanlar birlikte ayaklandığında ne olur? Susturulmuş öfke konuştuğunda dünya nasıl değişir?"
Bitmeyen Kavga adeta insanlık ile zulüm arasında sürenbitmeyen bir kavganın alegorisidir. Sadece Amerikan toplumunun değil, tüm dünyanın ezilenleri için bir semboldür.
Steinbeck bu romanla sadece grevi değil, umudu yazmıştır. Çünkü umut her zaman en güçlü silahtır.
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı başyapıtı sadece Rus edebiyatının değil, tüm dünya edebiyatının en yüksek zirvelerinden biridir. Bu roman ahlaki, dini, felsefi ve psikolojik sorularla örülmüş bir insanlık destanıdır. İyilik ile kötülüğün, inanç ile inkârın, akıl ile tutkunun, özgürlük ile sorumluluğun çatıştığı derin bir metindir. Dostoyevski bu romanla yalnızca bir hikâye anlatmaz, insan ruhunu yargılar.
Karamazov Kardeşler adını taşıdığı ailenin trajedisi üzerinden insanlığın temel sorularına cevap arar. Tanrı var mıdır? Ahlakın kaynağı nedir? İyilik ve kötülük insanın içinde nasıl bir arada var olur? Dmitri, İvan ve Alyoşa Karamazov’un çatışmaları sadece bir baba-oğul mücadelesi değil, aynı zamanda inanç, akıl ve tutkuların çarpıştığı bir varoluş savaşıdır.
Dmitri tutkularına esir düşen hem günahkâr hem de tutkulu bir ruhtur. İvan aklın ve kuşkunun temsilcisidir. “Tanrı yoksa her şey mubah mıdır?” sorusuyla okurun zihnini allak bullak eder.
Alyoşa saf inancın ve sevginin simgesidir. İnsanlığa umut aşılar. Ailenin gülünç ve iğrenç patriği Fyodor Pavloviç bencilliğin ve ahlaki çöküşün timsalidir.
Dostoyevski bu karakterleri yalnızca birey olarak değil, insanlığın evrensel temsilcileri olarak betimler. Her biri bir yönümüzdür, her biri ruhumuzun bir köşesinde fısıldayan bir sestir. Roman boyunca özgürlük, Tanrı, acı, adalet, günah ve kefaret hakkında okuduğumuz tartışmalar yalnızca karakterler arasında değil, bizimle yazar arasında da geçer.
Bu romanı okuyanlar insan olmanın hem lanetini hem de onurunu hissederler. Çünkü Karamazov Kardeşler insan ruhunun hem cehennemine hem de cennetine giden bir yolculuktur.
Dostoyevski bu romanla yalnızca karakterlerini değil, bizi de yargı kürsüsüne çıkarır.
Karamazov Kardeşler edebiyatın felsefeyle en güçlü buluştuğu eserlerden biridir. Varoluşçuluk, psikanaliz ve teolojinin izleri romanda açıkça görülür. Dostoyevski, Nietzsche’den Freud’a, Sartre’dan Camus’ye kadar pek çok düşünürü etkilemiştir.
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı yalnızca bir roman değil, bir çığlık, bir başkaldırı ve bir içsel arayış manifestosudur. Eser Türk edebiyatının belki de en özgün, en çok konuşulan ve en çok yanlış anlaşılan romanlarından biri olarak bilinir. Atay bu romanıyla edebi kalıpları yıkmakla kalmaz, insanı, toplumu, bireyin iç çatışmalarını ve modern dünyanın saçmalığını hüzün ve zekâyla yoğrulmuş bir dille önümüze serer.
Romanın merkezindeki karakter Turgut Özben’in arkadaşı Selim Işık’ın intiharı sonrası çıktığı arayış aslında Selim’in değil, kendini tanıma çabasıdır. Bu yolculuk boyunca karşılaştığı insanlar, anılar, çatışmalar Türkiye’nin kültürel ve bireysel kimliğini sorgulayan aynalara dönüşür. Selim modern toplumda inceliğe, düşünceye, derinliğe yer olmadığının bilincine varmış bir aydındır. Onun tutunamaması bir başarısızlık değil, bilinçli bir reddediştir.
Selim Işık ve Turgut Özben bu dünyada kendilerine yer bulamayan, içsel çatışmalarıyla boğuşan karakterlerdir. Atay onların üzerinden bireyin toplumla olan uyumsuzluğunu, yalnızlığını ve anlam arayışını derinlemesine işler. Selim’in intiharı bir kaçış değil, bir reddediştir, sistemin sahteliğine ve anlamsız ritüellerine karşı bir başkaldırıdır.
Atay’ın en büyük becerilerinden biri trajik olanı mizahla harmanlayabilmesidir. Roman yer yer absürt diyaloglarla, hiciv dolu portrelerle ve toplumsal tiplerin gülünçlüğünü ortaya koyan sahnelerle doludur. Fakat bu mizahın altında derin bir hüzün ve yıkım yatar. Okur gülerken birden kendini varoluşsal bir sorgulamanın içinde bulur.
Roman sınırları zorladıkça bizi de düşünmeye zorlar. Biz bu dünyada neye tutunuyoruz? Yoksa biz de birer tutunamayan mıyız?
Tutunamayanlar sadece bir roman değil, bir manifesto, bir ayna ve bir sığınaktır.
Ekşi Sözlük'ten bir okuyucu şöyle yazmış:
Okuduktan sonra "etkisinden kurtulmam uzun zamanımı aldı" demenin olanaksız olduğu çünkü etkisinin, diğer kitaplarınki olduğu gibi soyut olmadığı, resmen yürekte derin yara olduğu; hatta yürekte hiç iyileşmeyecek bir yara olduğu tek cilt olan; biricik cilt olan ansiklopedi...
Oscar Wilde’ın Dorian Gray'in Portresi insan ruhunun karanlık labirentlerine yapılan bir yolculuktur. Estetiğin, ahlakın ve benliğin sorgulandığı bu roman okuyucuyu büyüleyici bir atmosferin içine çeker ve zamansız temalarıyla günümüzde bile etkisini hissettirir.
Roman Victoria döneminin sahte erdemleriyle yüzleşir, güzelliğe tapınmanın bedelini sorgular ve sanat ile hayatın çatışmasını irdeler.
Wilde roman boyunca sanatın ölümsüzlüğünü ve güzelliğin ikiyüzlü toplum karşısındaki gücünü vurgular. Dorian Gray’in portresi onun ruhundaki çürümeyi yansıtırken gençliğinin ve güzelliğinin değişmez kalması sanatın geçiciliğe meydan okuyuşunun bir metaforudur.
Dorian Gray gençliğiyle ve güzelliğiyle lanetli kahramanımızdır. Her geçen yılın, her işlenen günahın izini kendi yüzünde değil, portresinde taşır. Onun masumiyetten yozlaşmaya giden yolculuğu insan doğasının karanlık yönlerine cesur bir bakış sunar. Portrenin ürkütücü değişimi Dorian’ın işlediği günahların bedenini değil, ruhunu çürüttüğünün sembolik bir anlatımıdır.
Romanın en çarpıcı yanlarından biri zamanın Dorian üzerindeki etkisizliği ile portrenin giderek korkunçlaşması arasındaki tezattır. Wilde ölümsüzlük arzusunun aslında bir lanet olabileceğini gösterir. Dorian sonsuz gençliğin bedelini ruhuyla öderken okuyucuya şu soruyu sordurur: "Güzellik uğruna her şey feda edilebilir mi?"
Her günah Dorian'ın yüzünde bir iz bırakmasa bile ruhunda yankılanır. Onun çöküşü sadece bireysel bir yozlaşma değil, dönemin ve tüm toplumların ikiyüzlülüğüne yöneltilmiş bir aynadır.
Wilde bu romanda hem sanatı savunur hem de onun nasıl bir zehre dönüşebileceğini gösterir. Portre sadece bir tablo değil, insanın bastırdığı karanlık dürtülerin, pişmanlıkların ve arzuların aynasıdır.
Bu roman güzelliğin büyüsüne kapılmanın, zamansız kalma arzusunun ve bedensel arzularla ruhsal değerler arasındaki çatışmanın anlatısıdır. Oscar Wilde bu eserle yalnızca bir hikâye anlatmaz, bizi kendimizle yüzleştirir.
"Her insan cenneti ve cehennemi kendi içinde taşır" cümlesi bu ölümsüz eseri özetler.
Bu eşsiz romanın da sansürlü ve sansürsüz tercümeleri vardır. Ben herhalde sansürlüsünü okudum. Dorian'ın eşcinselliği pek belli değildi.
* * *
A. J. Cronin, Şahika (1937)
Abdülhak Şinasi Hisar, Fahim Bey ve Biz (1941)
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (1949)
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1954)
Albert Camus, Yabancı (1942)
Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya (1932)
Alexandre Dumas, Monte Kristo Kontu (1846)
Antoine de Saint-Exupery, Küçük Prens (1943)
Arthur Koelster, Gün Ortasında Karanlık (1940)
Aslı Erdoğan, Kabuk Adam (2008)
Azra Erhat, Mavi Yolculuk (1962)
Bernhard Schlink, Okuyucu (1995)
Boris Pasternak, Dr. Jivago (1957)
Boris Vian, Günlerin Köpüğü (1946)
Buket Uzuner, Gelibolu (2001)
Cengiz Aytmatov, Cemile (1958)
Cengiz Aytmatov, Kopar Zincirlerini Gülsarı (1973)
Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi (1859)
Defne Suman, Çember Apartmanı (2022)
Dino Buzzati, Tatar Çölü (1940)
Elena Bulgakova ve Mikhail Bulgakov, Usta ile Margarita (1967)
Elias Canetti, Körleşme (1935)
Emile Zola, Germinal (1885)
Emre Caner, Kaplumbağa Terbiyecisi (2009)
Emre Caner, Sürgün ve Hürriyet (2012)
Erich Maria Remarque, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (1928)
Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor? (1940)
F. Scott Fitzgerald, Muhteşem Gatsby (1925)
Fakir Baykurt, Yayla (1977)
Fakir Baykurt, Yılanların Öcü (1958)
Ferenc Karinthy, Epepe (1970)
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı (1982)
Franz Kafka, Dönüşüm (1915)
Friedrich Dürrenmatt, Yaşlı Kadının Ziyareti (1956)
Fyodor Dostoyevski, Budala (1869)
Fyodor Dostoyevski, Karamozof Kardeşler (1880)
Fyodor Dostoyevski, Suç ve Ceza (1849)
Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi (1981)
Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık (1967)
George Orwell, 1984 (1949)
Halid Zia Uşaklıgil, Mai ve Siyah (1897)
Hanri Charriere, Kelebek (1969)
Harper Lee, Bülbülü Öldürmek (1960)
Haruki Murakami, 1Q84 (2009)
Haruki Murakami, Sahilde Kafka (2002)
Herman Melville, Moby Dick (1851)
Hermann Broch, Virgilius'un Ölümü (1945)
Ignazio Silone, Fontamara (1933)
Iris Murdoch, Ağ (1954)
İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası (1995)
İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahaddinin Romanı (1975)
İtala Calvino, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu (2008)
İvan Gonçarov, Oblomov (1859)
J.D. Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar (1951)
Jack London, Martin Eden (1909)
Jack London, Vahşetin Çağrısı (1903)
James Baldwin, Sokağın Dili Olsa (1974)
Johann Wolfgang von Goethe, Werther'in Izdırapları (1774)
John Steinbeck, Bitmeyen Kavga (1936)
John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar (1937)
John Steinbeck, Gazap Üzümleri (1939)
Jules Verne, Denizler Altında 20000 Fersah (1870)
Julian Barnes, 10,5 Bölümde Dünya Tarihi (1989)
Kemal Tahir, Devlet Ana (1967)
Kemal Tahir, Kurt Kanunu (1969)
Kemal Tahir, Rahmet Yolları Kesti (1957)
Kemal Tahir, Yol Ayrımı (1971)
Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı (1965)
Kenn Follett, Dünyanın Sütunları (2016)
Knut Hamsun, Açlık (1890)
Kobo Abe, Kumların Kadını (1962)
Leo Tolstoy, Anna Karenina (1878)
Lev Tolstoy, Savaş ve Barış (1869)
Louis Ferdinand Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk (1932)
Magda Szabo, İza'nın Şarkısı (1963)
Mahmut Şevket Esendal, Ayaşlı ile Kiracıları (1934)
Maksim Gorki, Ana (1906)
Mario Vargas Llosa, Teke Şenliği (2000)
Mary Shelley, Frankenstein (1818)
Matt Haig, Gece Yarısı Kütüphanesi (2020)
Matt Haig, Hayat İmkansız (2024)
Matt Haig, Zamanı Durdurmanın Yolları (2018)
Maxim Gorki, Benim Üniversitelerim (1923)
Miguel de Cervantes, Don Kişot (1605)
Mihail Şolohov, Ve Durgun Akardı Don (1934)
Nikolai Gogol, Ölü Canlar (1842)
Nikos Kazancakis, Günaha Son Çağrı (1955)
Nikos Kazancakis, Yeniden Çarmıha Gerilen İsa (1948)
Novalis, Heinrich von Ofterdingen (1802)
Oğuz Atay, Tutunamayanlar (1970)
Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı (1998)
Orhan Pamuk, Kara Kitap (1990)
Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi (2008)
Oscar Wilde, Dorian Gray'in Portresi (1890)
Oya Baydar, Kayıp Söz (2007)
Oya Baydar, Yazarlarevi Cinayeti (2022)
Paul Auster, Şans Müziği (1980)
Paulo Coelho, Simyacı (1988)
Pearl Buck, Ana (1934)
Pınar Kür, Asılacak Kadın (1979)
Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu (1922)
Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan (1940)
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna (1943)
Saul Bellow, Augie March'ın Maceraları (1953)
Saygın Ersin, Pir-i Lezzet (2023)
Selim İleri, İstanbul'un Sandık Odası (2004)
Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973)
Tahsin Yücel, Sonuncu (2010)
Toni Morrison, En Mavi Göz (1970)
Trevanian, Şibumi (1979)
Vedat Türkali, Bir Gün Tek Başına (1974)
Vedat Türkali, Güven, Cilt 1 ve 2 (1999)
Victor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı (1946)
Victor Hugo, Sefiller (1862)
William Golding, Serbest Düşüş (1959)
Wolfgang Borchert, Kapıların Dışında (1947)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara (1934)
Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi (1971)
Yaşar Kemal, Çıplak Deniz Çıplak Ada (2012)
Yaşar Kemal, Fırat Suyu Kan Ağlıyor Baksana (1997)
Yaşar Kemal, İnce Memed (1955)
Yaşar Kemal, Karıncanın Su İçtiği (2002)
Yaşar Kemal, Tanyeri Horozları (2002)
Yaşar Kemal, Teneke (1954)
Yusuf Atılgan, Aylak Adam (1959)
Zülfü Livaneli, Serenad (2011)
Sizi etkileyen romanları bu listede bulamadıysanız lütfen bana bir mail atın, önerilerinizi memnuniyetle eklerim.
Mehmet Ali Çiçekdağ kimdir?Prof. Dr. Mehmet Ali Çiçekdağ İstanbul'da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesini ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. İki yıl Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesinde asistanlık yaptıktan sonra burslu olarak ABD'ye gitti. California Üniversitesi'nin Santa Barbara kampüsünde siyaset bilimi dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. 40 yıldan fazla ABD'de kalan Çiçekdağ çeşitli üniversitelerde Amerikan politikası, uluslararası ilişkiler ve mukayeseli devletler dersleri verdi. Çiçekdağ'ın ikinci uzmanlık alanı Yabancı Dil Eğitimi ve Dilbilimidir. Monterey Institute of International Studies'ten eğitim dalında ikinci bir M.A. aldı. Defense Language Institute'te Akademik Eğitim ve Geliştirme bölümünün başkanlığını ve Türkçe Bölümünün başkanlığını yaptı. 1980'lerde Boğaziçi Üniversitesinde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tam zamanlı öğretim üyeliği yapmış olan Çiçekdağ, bugünlerde aynı bölümde yarı zamanlı olarak Amerikan Politikası dersleri veriyor. T24'te siyaset ve müzik yazıları yazmayı seviyor. |
Motosikletli lezbiyenlerin önünden kaçılın. Gökkuşağı renkleri, aşırı makyaj, kanatlar, dev tüy yelpazeler, glitter ve neon boyalar, köle tasmaları ve deri giysiler. LGBTQ+ hakları insan haklarıdır. Twinkie savunması: Çok şeker yiyene az ceza. Gey'lerin Beyaz Gece ayaklanması. Harvey Milk: Umutsuzluğa kapılmayın. Umut bir liderin arkasına saklanabileceğiniz bir şey değildir. Hepimiz lideriz...
Batı ile eşitlik isteği. Asya'nın uyanışı. Doğu Batı'yı ilk kez yeniyor. Sömürgecilik düzeni sorgulanıyor. Asya'da milliyetçilik güçleniyor. Emperyalist Japonya doğuyor. Kendi halkına kulak tıkayan, toplumsal değişimi bastıran ve modernleşmeyi yalnızca silahlanmaya indirgeyen bir rejim kendi kuyusunu kazar. Tarih sadece kazananları değil, ders çıkaranları ödüllendirir. Kültürel kibir siyasi körlüğe yol açar...
En az yarımız birer Zübük'üz. Sartre Fransa'ysa Aziz Nesin Türkiye'dir. Ülkedeki tüm saatler aynı zamanı göstermezse devrim amacına ulaşamaz. Zorba: Hepimiz eşitiz, çünkü geleceğin kurt yemiyiz. Victor Hugo'ya yapılmış en büyük iltifat: O....... çocuğu. Bilimin ve hayal gücünün derinliklerine bir dalış. Kendimizi ve toplumu değiştirmek kaplumbağaları eğitmeye benzer: Çok zordur, yavaştır ve sabır ister
© Tüm hakları saklıdır.