18 Şubat 2024

Hayatın en güzel hikâyesi: Aşk (2)

Marquez "Sevdiğinin bir başkasıyla mutlu olduğunu görmekten daha acı bir şey varsa, o da sevdiğinin seninle mutsuz olduğunu görmektir" der. Büyük ve iz bırakan aşkların yazgısı mıdır bu?

Sevgililer Günü geldi ve geçti yine… Ayrılanlar, barışanlar, birbirini yeni bulmuş olanlar, eskimiş olanlar, kararsızlar, aşkını tazeleyenler, ateşi küllendirenler, arada derede kalmışlar; kısaca aşkın bin bir halini hayat kaleydeskobunda görüp yaşayanlar 14 Şubat'ı bir şekilde -çoğunlukla kapitalizmin tüketim çağrısına mecburen uyarak- geçirdiler. Günün sayılı saatleri bitti ama okuduğumuz, izlediğimiz, dinlediğimiz sevdaların zamanı hiç bitmiyor. Hayatın en güzel hikâyesi çünkü o ve her âşık orada kendinden bir şeyler buluyor, uygun bir bölümü alıyor ve kendisinin kılıyor. En güzel hikâye de olsa Aragon'un dediği gibi "mutlu aşk yoktur" gerçi ama "ikimizin aşkıdır bu gene de…" İşte o duygudur belki aşkı hayatın mutluluk iksiri yapan.

Büyük Rus yazarı Tolstoy ve eşi Sofya arasındaki inişli çıkışlı ama bir o kadar tutkulu aşk da bir iksir gibi ikisinin zihninde ve teninde varlığını sürdürmüş 48 yıl. Evet sonu trajiktir ama olsun, büyüsü bugüne kadar ulaşıyor yine de. Tolstoy, bir akşam odasına çekilmiş, Dostoyevski okumaktadır. Bir süre sonra uyuyakalır. Gece yarısı birtakım sesler duyar, eşinin çekmecelerini karıştırdığını anlar ve bütün bir ömrünü geride bırakıp gitmeye, kendi hayatından uzaklaşmaya karar verir. "Gidişim sana acı verecek. Çok üzgünüm ama başka türlüsü elimden gelmiyor" diye başlayıp "hayatımın son günlerini huzur ve yalnızlık içinde geçirmek üzere evi terk ediyorum" diye biten bir mektup bırakarak çıkar gider. Sofya sabah mektubu bulunca çılgına döner, kendini yakınlardaki göle atarak ölmek ister ama kurtarılır. Tolstoy çoktan yola çıkmıştır fakat fazla uzaklaşamaz, trende rahatsızlanır ve küçük bir istasyonda iner. Rusya'nın büyük yazarını herkes tanımıştır. Sığındığı istasyon şefinin odasına doluşurlar. Rahatsızlığı telgraflarla her yere bildirilir. Sofya da izini bulmuştur kaçağın. Hemen gelir ama Tolstoy eşini görmek istemez, onu acı ve muhtemelen pişmanlıklar içinde bekletir pencerenin önünde. Az sonra da hayata veda eder. Öleceğini hissetmiş olmalı, buna rağmen niçin görmek istemedi Sofya'yı? Bilmiyoruz. Belki romanlarında iz sürerek keşfedebiliriz, adım adım içinde büyüyen o hissin nüvelerini. Örneğin Anna Karenina'dan bir cümle olabilir bu: "Eğer haklı olmak istiyorsan bu mutluluğu sana verebilirim. Sen haklısın ama ben yine de gidiyorum." 

Unutmuştum; yazar dostum Mahmut Şenol hatırlattı geçenlerde, Konstantin Simonov'un o müthiş şiirini ve o şiirin ardındaki aşkı. Anmadan geçmek "Bekle beni döneceğim … Kimseler beklemezken bekle beni" diyen ve aşağıdaki dizeleri yazan şaire haksızlık olurdu:

"Yalnızca seninle ben, ikimiz
Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz;
O sırrı, o hiç kimsenin bilmediği.
Kimseler beklemezken
Beni beklediğini"

Onu Moskova'da bir tren istasyonunda gördüğünde bir anda çarpılmıştı genç şair. Öylesine güzeldi ki Valentina Serova, yüzüne bakakaldı. Sonradan "senin yüzün benim kaderim" diye yazacaktı. Mavi bir elbise giymişti, sinema oyuncusu Valentina. Etekleri uçuşuyor, uzun, sarı saçları dalgalanıyordu yürürken. Tutkulu bir aşkın girdabında evlendiler. İkinci Dünya Savaşı başladığında Simonov cephededir. Hiç aksatmadan şiirler yazar sevdiğine. Bekle Beni şiiri o günlerin ürünüdür. Savaş bittiğinde çantasında şiirlerle ve büyük bir özlemle döner Valentina'sına. Ancak ayrılıklar neyi değiştirmemiştir ki onları aynı noktada bekletsin? Modern Rus şiirinin en seçkin örneklerinin öznesi olan Valentina başka ve çok renkli bir hayatın içindedir. Dedikodular, alınganlıklar, anlaşamamazlıklar, çalkantılı günler beklemektedir iki âşığı. Simonov, kendi içini oydukça karşılaştığı yine odur, hiç azalmamıştır aşkı. Yapabileceği bir şey yoktur, sevdiğini incitmemek, aşkını hiç değilse kendi içinde koruyabilmek için bir sabah -tıpkı Tolstoy gibi- terk eder sevdiğini. Valentina Serova 1975 yılında yaşama veda ettiğinde Simonov'a haber verilir elbette ama o cenaze törenine gitmez. Valentina, onsuz verilir toprağa. Ancak ertesi gün mezarlığa gidenler, Valentina'nın mezarının üzerinde, saksıda bir çiçek görürler. Mavi benekli sarı yapraklı bir hercai menekşedir. Saksıda el yazısıyla "Bekle beni" yazmaktadır! Valentina'yı tıpkı savaş yıllarındaki gibi çok bekletmeyecektir ünlü şair. Dört yıl sonra kavuşurlar sonsuzlukta.

Aşk ölmez, bu binlerce yıllık insanlık tarihinde değişmez bir yaşam ilkesidir. En büyük aşklarsa yıllar içinde dostlukla beslenenlerdir. Cemal Süreya "Dostlukla berkitilmemiş aşkı aşk saymaz" demişti, Orhan Veli'nin biricik aşkı Nahit Gelenbevi'yi betimlerken.

Nahit Hanım Ankara'da öğretmendir. Orhan Veli İstanbul'da. "Emin ol, dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bütün bu tatsız günler içinde yalnız seni arıyorum" diye yazar Orhan Veli. YKY'den çıkan "Yalnız Seni Arıyorum: Nahit Hanım'a Mektuplar"dan okuyoruz: "Aklımda fikrimde hep sensin. Fakat bu kör olası acz. Sensiz yaşamak bana cidden çok zor geliyor. 'Bir çare düşün' diyorsun. Düşünmez olur muyum? Yalnız onu düşünüyorum. Daha evvel başka bir mektubumda yazmıştım 'koltuklarının ter kokusunu duymak istiyorum' diye. Yalnız onu değil. Her şeyini, vücudunun sıcaklığını, yumuşaklığını, göğsünün temasını. Bunları yalnız sende düşünüyorum, canım sevgilim."

Şiirlerinde neşe içinde, hayatla dalga geçen şairin duygu dünyası ise bambaşkadır:

"Sana karşı hasretliğim günden güne artıyor. Tabii sen bunu anlamak istemiyorsun. Anlamadığını söyleyemem. Elbette anlıyorsun. Ama öyle sanıyorum ki bunu benim ağzımdan tekrar tekrar duymaktan hoşlanıyorsun (…) Sen benim için daima tek var olan şeysin. Dikkat et, en çok demiyorum, tek diyorum. Senden başka hiçbir şeyim yok."

Şiirlerini herkesin bildiği, kitaplarının bugün bile çok satanlar listesinde olduğu şair İstanbul'da beş parasızdır ne yazık ki. Zaman akmakta, sevdiğinden uzakta, çaresizlik içinde kıvranmaktadır:

"Hayatımızın hiç düşünmeden feda edebileceğimiz seneleri o kadar çok mu? Ömrümüzü hep böyle birbirimizden uzak mı geçireceğiz? Sen belki yine bu kadere boyun eğmenin de güzel bir şey olduğunu söyleyeceksin. Ne lüzum var bu türlü avunmalara. Bir arada olsak daha iyi değil mi?" Ardından hayatın o etkileyici iksirini taşıyan cümleler gelir:

"İyi ki seni tanımışım. Seni tanımasaydım, hayatımda böyle bir aşk bulunmasaydı, hayatım ne kadar boş bir hayat olacaktı. O boşluktan yalnız kendi içimdeki sevmek kabiliyetiyle kurtulamazdım. Çünkü hiç kimseyi seni sevdiğim kadar sevemezdim."

Ancak, hayatın mutluluk iksiri de tükenebilir. Bunu her âşık yaşayarak öğrenir zaman içinde. Uzaklar, duygu mesafelerini doğurur; duygu mesafeleri ise iki kalp arasına olmayacak kuruntuları doldurabilir. Aşk, alınganlıkların, hassasiyetlerin değirmeninde un ufak olabilir. Tıpkı Orhan Veli'nin yaşadığı ve yazdığı gibi:

"Sana gönderdiğim son mektup âşıkane bir mektuptu. Halbuki senden aldığım cevaplar ancak arkadaşça şeyler. Bunda bir kasıt mı var?"

Bir kasıt yoktur tabii, bilmez mi bunu şair, bilir! Yine de cümlelerine kederinin ağırlığını yüklemekten de geri duramaz:

"'Senin için ben neyim' diyorsun. Benim için her şey olduğunu mademki bugüne kadar anlatamadım, şimdiden sonra ne yapıp da anlatabilirim!"

Ve aşk iksirinin son damlasına banar kalemini:

"Seni hiçbir zaman unutamayacağımı bildiğim halde, beni unutmanı istiyorum."

Nahit Hanım, Edirne'ye atanır. Orhan Veli, sevdiğini görmeye parasızlıktan gidemediği Ankara'dadır o günler. Takvimler 10 Kasım 1950'yi göstermektedir. Kim bilir neyi düşündü, neye duygulandı, neleri hatırladı? Çok içer o akşam, çok! Karanlıkta yürürken bir çukura yuvarlanır. Ertesi gün İstanbul'a döner, 14 Kasım'da çukura düştüğünde başlayan beyin kanaması sonucu ölür. Yıllar sonra, Nahit Hanım'ın arşivinde 12 Kasım 1950 tarihli bir, gönderilmemiş bir mektup bulunur. Nahit Hanım masasında oturmuş yazarken, yıllardır kalbi kanayan şairin tam da o günlerde beyninde bu kez incecik bir damar kanamaktadır. "Orhan, cevapsız mektup yazmak çok garip oluyor. Ge­çen akşam seni rüyamda gördüm. Ankara'ya gitmişsin" diye başlayan mektup "Yeni şiirlerin varsa gönder. Şiire de hasret kaldım. Meğerse ihtiyaçmış" diye devam eder ve "Senden muhakkak mektup bekliyorum. Uzun olsun, baştan savma olmasın. Yeni şiirleri istiyorum. Gözlerini öperim" diye bitirir. Ama artık yeni şiirler, uzun mektuplar olamayacaktır!

Marquez "Sevdiğinin bir başkasıyla mutlu olduğunu görmekten daha acı bir şey varsa, o da sevdiğinin seninle mutsuz olduğunu görmektir" der. Büyük ve iz bırakan aşkların yazgısı mıdır bu?

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

Yazarın Diğer Yazıları

"Anadolu'yum ben tanıyor musun?"

Şiirde çizilen Anadolu'nun romantik imgesi, yerini tütmeyen bacalara, zincirlenmiş kapılara, camları kırılmış pencerelere, ıssız bahçelere, terk edilmiş tarlalara bıraktı...

1 Mayıs'tan Hıdırellez'e: Yitirilmemiş umutların ülkesi Türkiye

Kardeş Türküler grubunun solisti, neşeli Rumeli türkülerinin başarılı yorumcusu Fehmiye Çelik, aynı zamanda bir Balkan kültürü ve müziği araştırmacısıdır. Hıdırellez'i onunla konuştuk

"Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir"

Yılbaşı partileri için, İsrail protestoları için, futbol kutlamaları için açılan Taksim Alanı, yalnızca işçilere ve onların örgütlerine yine ve yeniden yasak