26 Kasım 2023

Ahmet Hamdi Tanpınar ile "Atatürk, Cumhuriyet ve İnkılap Edebiyatı" görüşmesi

Bu görüşme, Tanpınar'ın yazılarıyla yapılmış bir görüşmedir. Sorular bugünlerin, cevaplar ise tarihleri belli olan yazılarındır. Bu görüşmenin güçlüğü "dağınık" Tanpınar'ı derli toplu bulabilmekse burada Tanpınar bilgisi vermenin gereğini duymamak da yapılmak istenileni kolaylaştırandır. Kısa bölümleriyle görüşmenin cevabı olan yazılar, Tanpınar okurlarının bildiği üzere ilgili kitaplarda yerli yerindedir. Biz şimdi görüşmeye geçelim.

Hamdi Bey, vaktiyle gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarınız, sizden sonra kitaplaştırıldı, bilesiniz. Öyle ki bazı yazılarınız, değişik adlarla yayımlanan kitaplarda yer aldı, anlaşılan yazılarınız paylaşılamıyor. Akademisyen Birol Emil, deneme yazılarınızın önemli bir kısmını "Yaşadığım Gibi" (Dergâh Yay.) adıyla kitaplaştırdı. Kitabın ilk baskısı tarihsiz ancak pek çok yerde tarih, 1970 yazılıyor. Adı geçen akademisyen pek çok yazınızı nedense eklememiş kitaba, özellikle de Atatürk ve DP ile ilgili olanları. Tuncay Birkan, "Kitapsız Kalmış Metinler-Ahmet Hamdi Tanpınar" (k24, 12 Mayıs 2016) yazısında Emil'i sert bir dille eleştirdi ancak Emil'in bir cevabı görülemedi. "Tanpınar'ın 'Osmanlıcı' yanını onaylayıp Kemalist (belki de 'İnönücü' demek daha doğru olur) ve Demokrat Parti karşıtı yanından hazzetmeyen bazı sağcı akademisyenler" diyen Birkan'a göre "Birol Emil sansürcü tavrını 1996 yılında yapılan 2. basımda kısmen hafifletmeye karar vermiş ve o baskıya hepsi de Atatürk'e mersiye niteliği taşıyan şu yazıları almış:" diyerek yazı adlarını da veriyor. Cumhuriyet rejimi 100 yaşındayken rejimin kurucusu Atatürk hakkında siz neler söylersiniz?

"Atatürk'ten bahsetmek, fânilerin diliyle bir mûcizeler zincirini anlatmak demektir." (Ülkü, 16 II. Teşrin/Kasım 1944)

"Atatürk sevgi meleğinin doğar doğmaz alnından öptüğü adamdı. Onun içindir ki daha hayatta iken tarihle destan onu paylaşamıyorlardı. Hakikat budur ki, O, gözümüzün önünde ve şüphenin esas olduğu bir asırda bir efsane kahramanı olmuştu." (Ulus, 10 Son teşrin/Kasım 1943)

"Atatürk'ün çıraklık devri yoktur. O, daima karşısına geçer geçmez kavradığı vaziyetin tek adamı olmuştur. Hakikatte vaziyet fikriyle, onun dehasıyla doğmuş olanlardandı." (Ulus, 21 Kasım 1960)

"Atatürk insanlar içinde birinci olmak için doğanlardandı; ömrünü idare eden mesut tesadüfler bu kabiliyetin en sıkı ve mesuliyetli bir nizamda gelişmesini temin ettiler." (Ulus, 10 Son teşrin/Kasım 1943)

"Gerçekten Atatürk'ün hayatı, vazife duygusunun, memleket ve millet sevgisinin, imanın ve iradenin beraberce ördükleri bir kumaşa benzer. Onu harekete getiren bu büyük zembereklere hadiseleri sezmek ve anlatmaktaki kudretini, büyük realite duygusunu, tasarlama ve yapmadaki o imkânsız denebilecek isabetini, bir de gerçek manası ile şef doğmuş olanlara mahsus şahsi cazibeyi ilave edersek, bize bugünü ve onun nimetlerini hazırlayan, Türk milletine gelecek nesillerin serbestçe çalışması ve kendi imkânlarını gerçekleştirmek için hür ve müstakil bir yurda sahip olmanın emniyetini bahşeden bir hayatın büyük vasıflarını hülasa etmiş oluruz." (…) "Onu her hangi büyük bir kumandan, büyük ve başarılı bir politika adamından daha üstün, çok üstün, çok yaratıcı yapan şey, bir tek adamın zekâsını bir milletin hayatında bu kadar şümullü bir merhale haline getiren cemiyet meseleleri üzerinde kendi kendisini böyle teksif etmiş olması, bütün varlığını onların emrine vermesi, şahsiyetini onlarda idrâk etmesidir." (Ülkü, 16 II. Teşrin/Kasım 1944)

"Şirazesi kopmuş bir cemiyete, maruz bulunduğu birçok ayırıcı fikirlere, doludizgin yol alan bir yığın ferdi menfaat ve ihtirasa rağmen bütünlüğünü vermek, menfi müsbet bir yığın dağınık temayülü tek bir hamle halinde toplamak… İşte Atatürk'ün yaptığı ilk şey." (Ulus, 10 Son teşrin/Kasım 1943)

 "Bir gün Paris'te tahsilini hür düşünce ve insan cennetinin vatanı olan o diyarda yapmış olan bir Demokrat mebusa rastladım. Laf arasında hiçbir münasebet yokken birdenbire şu cümleyi yumurtladı. 'Son zaman tarihimizde üç büyük adam yetişti. Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Adnan Bey.' Bulunduğumuz yer ne münakaşaya ne de kavgaya müsaitti. 'Atatürk'ü aradan çıkarsanız iyi olur, dedim; bana böyle bir taviz vermeye mecbur değilsiniz." (Cumhuriyet, 21 Temmuz 1960)

Henüz çeyrek yüzyılına varmamışken genç bir öğretmen olarak Mustafa Kemal ile konuşabilme şansını yakaladınız. Bu ortamı ve sonrasını anlatır mısınız?

"Atatürk'ü ilk defa Erzurum'da gördüm. Onunla tek konuşmam da Erzurum Lisesi'nde oldu. İki gün evvel Kars kapısında bütün şehir halkı ile beraber karşıladığımız adam, liseye gelir gelmez beraberindeki 'huzuru mutad zevatın' arasından adeta sıyrılarak aramıza girdi. Sâkin, kibar, daima dikkatli ve her şeye alâkalıydı. O günü Erzurum Lisesindeki hocalara, talebelere, orada rastlayacaklarına vermişti. Ne pahasına olursa olsun sözünü tutacaktı. Yemeğe kalmayacaktı, fakat ikindi çayı içmeğe razı oldu. Yarım saatte gidecekti. Üç buçuk saat bizimle kaldı.

Kendisine söylenenleri son derecede rahat bir dinleyiş tarzı vardı. Bununla beraber araya garip bir mesafe koymasını da biliyordu. Bu mesafe, yalnız yaptığı işlerden veya mevkiden gelmiyordu, Mustafa Kemalliğinden geliyordu. (…)

Erzurum Lisesi'nin beyaz badanalı, tek kanepesi kırık muallimler odasında bana sorduğu suallere cevap verirken zihnim şüphesiz onunla çok doluydu. Anafartalardan Dumlupınar'a, zaferden Cumhuriyetin ilanına kadar hayatımız biraz da onun taliinin veya iradesinin kendi mahrekinde gelişmesi olmuştu.

Bütün bunların o gün onunla konuşurken duyduklarımda elbette bir payı vardı. Heine yahut Gauiter, genç bir şairin Goethe'yi ziyaretini anlatırlar. Zavallı çocuk birdenbire Weimar tanrısının karşısında bulunmaktan o kadar şaşırır ki yol boyunca, hatta günlerce evvel hazırladığı sevgi ve hayranlık cümlelerini unutur ve yolda gördüğü eriklerin güzelliğinden bahseder. Eğer behemehâl cevap vermem icabeden çok sarih sualler karşısında kalmasaydım, şüphesiz ben de o gün bu gence benzerdim. (…)

Atatürk'ü Konya'da, Ankara'da, İstanbul'da birçok defa gördüm. Ve o günkü iltifatının verdiği rahatlıkla birkaç defa elini öptüm. Fakat bir daha kendileriyle konuşmak fırsatını bulamadım." (Beş Şehir)

"[1928'de Ankara'dayken] Beş sene evvelinin tarihini yapanlar, onun aydınlığından çıkmışlar, günlük şeylerin ışığında yaşıyorlardı. Yalnız Mustafa Kemal kendi lejander hayatına devam ediyordu." (Beş Şehir)

"Atatürk'ü birkaç defa gülerken gördüm. Bunlardan birisi bir tarih kongresinde, kendi ağzından kaptığı sözlerle kendisini öven bir iyi niyet sahibini dinlerkendi. Eski Türk Ocağı'nda alt kat localardan birisinde idim. Tekerlemeler başlar başlamaz hep ona bakmaya başlamıştım. Hayatımda bu kadar içten, bu kadar etiket ve protokol dışı bir neşe görmedim. Fakat bu rahat neş'ede bile yine kendisi idi. O gün ağız dolusu gülen Mustafa Kemal, misafir bulunduğu limanın şenliklerine karışan büyük bir zırhlıya benziyordu. Çiçekler, çelenkler, ışıklı bayraklar, türküler ve o muazzam çelikten varlık, tarihi hüviyetiyle Mustafa Kemal, herkes gibi olmasını istediğini bu anda bile bu kadar otoriteli olan bu adamın ciddî düşünce anlarını, varsa eğer hiddet ve gazap anlarını tahayyül ettim. Kim bilir bu sonuncusunu nasıl gizlerdi? (Ulus, 21 Kasım 1960)

"Cenazesinin nakledileceği gün İstanbul'daydım. Fındıklı'da küçük bir evin üst katından gördüğüm şeyi bütün ömrümce unutamam! Cadde, sağa sola kıvrılan, giden gelen, kapanan açılan kalabalığa rağmen sessizdi. Fındıklı'ya gelirken küçük sokakların, bir nehri besleyen dereler gibi bu caddeye doğru aktığını görmüştüm. Her cinsten insan vardı; ve hepsinin yüzü aynı ıztırapla kısılmıştı. Hepsi ağlıyordu; fakat garip insanı birden yakalayan bir sessizlik içinde." (Ulus, 10 Son teşrin/Kasım 1943)

Cumhuriyet rejiminin kültürel-edebî yönünü özellikle de inkılabın karakterini nasıl görüyorsunuz?

"Türk inkılabı nizamın çocuğudur. Onun için binaları ve şehirleri yıkmadı, kafaların çemberini kırdı. Ve en yakıcı olduğu devirlerde bile yapıcı oldu. Çünkü hamlesini yıkıcı bir coşkunluk değil, yapan ve yapmasını bilen bir mimar zekâsının aydınlığından aldı." (Yedigün, 1 İkinciteşrin/Kasım 1933)

"Şurası da var ki geçirdiğimiz inkılaplar, dil değişmeleri, terbiye ve tahsil sistemlerinin tebeddülü mazi ile bağımızı çok derinden kırdı. Öyle ki nesiller ve yarım nesiller kendi başlarına adacıklar halinde kaldı. Yeni edebiyatımızın en büyük kusuru, bu devam zincirinin kırılmasından gelir. (…)

Edebiyatımızın bugünkü vaziyetinde dil meselesinin tesiri elbette olsa gerektir. Bu sözümü mevcut edebiyatı boş ve kıymetsiz gördüğüm için söylemiyorum. Okuyucu ile entelektüel arasındaki anlaşma vasıtasının şüpheli bir vaziyete düştüğünü kastediyorum." (Akşam, 26 Eylül 1949)

"Cumhuriyet rejiminde Türkçe, milli hayatın her büyük davası gibi, günün meselesi oldu. Atatürk'e borçlu olduğumuz yeni harflerin, Türkçenin sadeleşmesinde, geniş halk topluluklarının okuyup yazmasında ne kadar önemli rol oynadığını da işaret etmek isteriz." (Ülkü, 16 Ocak 1945)

"Yirmi senedir köyün peşimdeyiz. Edebiyatımız köy salatası ile dolu. Fakat ne hazindir ki, elimizde bize yol gösterecek, realitenin kapısını açacak, üzerinde münakaşa edilebilecek yirmi kitap göremeyiz. Kimimiz simsiyah bir bedbinlikle mahpusuz, kimimiz hâlâ 18'inci asrın o yapmacık köy şarkısını söylüyoruz." (Yücel, Ağustos 1950)

Bugünlerde edebiyatın sözlüğüne eklenen 'kanon' sözcüğünün bizdeki evveliyatı olan 'İnkılap Edebiyatı' tartışılıp duruyor. Bizzat direktifleriyle Atatürk ve rejimin yanlısı edebiyatçıların, gelenek ile bağlarını kesmiş yeni edebiyatı, özellikle 1930'lu yıllardan sonra halk edebiyatıyla Anadolu bağlamından ayırıp rejimin güdümünde 'ideolojik' bir çizgiye getirmeye çabaladıkları görülüyor. Zamandaşınız Eflatun Cem Güney, konuyu özetlemiş: "Esasen edebiyat, bazılarının uydurdukları gibi sadece bir ilham mataı değil, bir kültür meselesidir. Bilhassa iktisat gibi ve ondan doğan bir cemiyet hâdisesi, bir inkılâp unsurudur. O halde bunu cemiyetin yürüyüşüne göre ayar etmek, buna inkılâbın ideolojisine uygun veçheler vermek lâzımdır. Çünkü inkılâp işleri, inkılâpçı hamlelerle derinleşip genişler. (1933)" Cumhuriyet rejiminde üniversite hocalığı ve milletvekilliği yapmış, 'hayatını vakfetmeyi öğrenmiş' sanatkâr Tanpınar bu konuyu nasıl görüyor acaba?

"Unutmamalıdır ki edebiyat, devlet yardımının pratik şekilde imkânsız olduğu tek sanattır." (Akşam, 26 Eylül 1949)

"Hiçbir inkılap çok defa kendi kendine bir hareket olan sanattan kati olarak bir şey isteyemez. Sanatkârın cömert olan ruhu bu gibi vazifeleri kendiliğinden yapar. İbda hiçbir nevi programa girmeyen bir şeydir. İnkılap, umdeleriyle yetiştirdiği nesilden tabii bir mahsul olarak istediği edebiyatı alır." (Yeni Adam, 6 Temmuz 1939) 

Cumhuriyet rejiminin 'inkılap edebiyatı' ilkesindeki beklentisi, tam da sizin anlattığınızdaki incelikte saklıydı aslında ancak zamanın söz sahipleri, 'sanat' konusunda bu sabrı gösteremediler ne yazık ki. "Ömür, ne dersek diyelim, epeyce uzundur, israf etmesek daha çok vakit buluruz." diyorsunuz ya bulduğunuz o az vakitleri burada harcamayı göze aldığınız için teşekkürler.

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978).

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı.

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı.

Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır.

Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"