25 Haziran 2025
Fatih Altaylı
Sevgili okur! Bugün bir konuda görüşünüze başvurmak istiyorum.
Yaratıcı bir müzisyen, yani besteci neye göre üretir? Neye göre üretmelidir?
A) Kalbinin sesini dinler. İçinden geleni, yani kendisini tatmin edeni üretir.
B) Ona en çok para ve ün kazandıracak şeyleri üretir.
C) Ülkesinin, insanlığın veya seçtiği herhangi bir grubun yararına üretir.
D) Başka seçenek geliyor mu aklınıza?
Tanıdığınız sanatçıları, özellikle kendi bestelerini yapıp icra edenleri aklınıza getirin. Sizce hangi motivasyonla üretmişler, üretiyorlar?
Yaratıcı sanatçı çoğu durumda yukarıdaki şıklardan A ve B'nin bir karışımına göre üretir. Bazen bu A + C olur, A + B + C olabilir. Ancak hiçbir geçim kaygısı olmayan veya parayı ikinci bir meslekten kazanan sanatçının sadece A'ya göre üretme lüksü vardır. Böyleleri nadirdir, olanların çoğu müzik alanında amatördür. Sadece B veya sadece C için müzik yapan yoktur. A'sız olmaz. Çünkü herhangi bir insanı müziğe sokan, müziği bir uğraş olarak seçtiren şey A seçeneğidir. Kimse para kazanmak için veya birilerine faydalı olmak için müzik öğrenmeye başlamaz. Herkes müziği sevdiği için, müzikle kendi içinden gelenleri ifade etmek istediği için müzik öğrenmeye başlar, sevdiği müzik türünü öğrenmeye girişir. Ondan sonra dilerse öğrendiklerini B veya C seçeneklerinin hizmetine sunabilir. Bunu yaparken de A'dan kopmaz.
Hani, zevk sahibi müzikseverler olarak beğenmediğimiz popüler müziğin vasat ama ünlü isimleri var ya? Hani, büyük emektar ustalar geçim sıkıntısı çekerken bunlar paraya para demiyor ya? O sanatçıların boş zamanlarında Wagner falan dinlediğini sanmıyorum. Her ne kadar para odaklı bir müzik piyasasının yıldızları konumunda olsalar da, onlar da içlerinden gelen müziği üretiyorlar, çünkü yapmayı tek bildikleri ve sevdikleri müzik o -gerçi yıllar önce bir barda Tanju Okan'la tanışan bir piyanist arkadaşımın anlattığına göre Tanju Okan'ın ciddi bir klasik müzik kültürü varmış, severmiş, dinlermiş, pop dinlemezmiş, kendi kayıtlarını dinlemezmiş; ama onu "vasat popçu" sınıfına sokmuyorum, kaliteli hafif müzik sınıfına sokuyorum. Şu yazımda da belirttiğim gibi, müziğin kalitesi türüne bağlı değildir. -
Tabii, evini geçindirmek için piyasada sevmediği müzikler icra eden müzisyenler vardır (B). Ancak onlar iş harici zamanlarda ruhlarını arındırmak için sevdikleri müzikleri dinler ve üretirler (A).
Bundan 300 küsür yıl önce Bach hayran olduğu bestecileri inceledi, onların tarzlarını içselleştirdi, tüm öğrendiklerinden bugün "Bach" dediğimiz senteze vardı ve bu pusulanın doğrultusunda yarattı, üretti. Onun içinden gelen müziği yaptığını söylemeye gerek yok, zira müziği bugün bile bizim içimize işliyor. Öte yandan para kazanmak ve kreş açmaya yetecek kadar yaptığı çocuğu -yazık değil mi o kadıncağıza(!)- beslemek zorundaydı. İş buldu, çalıştı. Ağırlıklı olarak kilise için yazdı ama başka işler de yaptı. Para için beste yapmak onun kalbinden taşan müziği yaratmasına engel değildi.
Mozart da aynı yolu izledi; yaşadığı zamanda ve yaşadığı coğrafyada bilinebilen en kaliteli müzikleri inceleyerek kendini geliştirdi ve kalbinin sesini notalara dökmeye koyuldu. Onun döneminde Avrupa'da gelinebilecek en iyi konum saray besteciliğiydi. O da saray için yazdı. Ama sonra bağımsız bir sanatçı olma yoluna girdi.
Her iki besteci de ister istemez belli bir kurum çatısı altında beste yaparken işverenin beklentilerine göre bazı şeyleri şekillendirdiler; zaman zaman işverenin getirdiği kısıtlamalardan hoşnutsuzluk duydular. Ancak işverenin dayatmaları veya hayat koşulları asla onların müzikal tarzını değiştirmeye varacak düzeyde değildi. Zira o dönemlerde bilinen başka müzik türü, başka bir tarz yoktu! Herkes aynı stilde beste yapıyordu. Başka müzikler, kültürü doğru dürüst bilinemeyen, kolay kolay temas edilemeyen uzak diyarlardaydı. Dolayısıyla stil/tür/janr/ekol bakımından saray için beste yapan Mozart ne idiyse, halk konserleri için beste yapan Mozart da o. Bach'ın dinî müziği neyse, seküler müziği de o. Arada farklar var ama, atla deve değil.
Mozart'a "makamsal müzik yaz!" deseniz yazamazdı, çünkü makam müziğini tanımıyordu. Memleketinde hasbelkader bir miktar dinleme fırsatını yakaladığı bizim mehter marşlarımızdan kaptığı kadarıyla zaman zaman mehter müziğini taklit etti ama bu çok sınırlı bir malzemeyle ortaya konmuş çok sınırlı bir etki. Mozart'tan bir Dede Efendi çıkmazdı! Bunun için İstanbul'a gidip, Dede'nin dergahında veya Enderûn'da dirsek çürütmesi gerekirdi.
Derken sanayi devrimi geldi. Dünyada yolculuk yapmak giderek kolaylaştı. Kitle iletişim araçları giderek gelişti ve herkes herkesin kültürünü tanıyabilir halde geldi. "Dünya küçüldü". Bu süreç devam ettikçe özellikle 19. yüzyıldan itibaren Batı dünyasında besteciden besteciye stil farklılıkları giderek derinleşti. 20. yüzyıla gelindiğinde artık klasik müzik dünyasında "besteci" olmak demek, kendi müzikal "dilini" bulmak, kendine özgü bir tarzda beste yapmak demekti. Bunu yapmayan veya yapamayana taklitçi dendi, geri kafalı dendi.
Neden dünya küçüldükçe müzik stilleri ve türleri zenginleşti dersiniz? Çünkü yaratıcılık bir sentez sürecidir. Yaratıcı önce ulaşabildiği malzeme neyse onu öğrenir, taklit eder, özümser, sonra öğrenip biriktirdiği farklı malzemeleri yeni kombinasyonlarda deneyerek yeni ve "özgün" yapılara ulaşır. Aslında güneş altında "yeni" bir şey yoktur, sadece eskilerin yeni kombinasyonlarından doğar "yeni" dediğimiz şey.
1700'lerde at arabası devrinde Baba Bach Alman, İngiliz, Fransız ve İtalyan Barok'unu içselleştirip sentezlerken, 1800'lerde buharlı tren devrinde Chopin Polonya folkloru, Fransız Romantizmi ve İtalyan operasını sentezleyebilir oldu. 1900'lerde uçaklar Atlantik okyanusunun üzerinden geçmeye başladığında Gershwin Caz'la Klasik Müziği, Barış Manço Rock'la Türkü'yü sentezleyebilir oldu.
Afrika'dan Amerika'ya götürülen kölelerin müziğinin beyazların müziğiyle sentezlenmesinden Blues ve Caz doğdu. Sonra Caz'dan binbir farklı popüler müzik türü doğdu. Caz ve diğer türler Klasik Batı Müziği'yle etkileşime girdi, "crossover"dan söz edilmeye başlandı. Her ülkenin zaten kendine özgü bir geleneksel müziği vardı, hatta bizimkisi gibi bazı ülkelerin birden fazla geleneksel türü vardı. Bu türler de sanayileşmiş Batı'nın eski ve yeni türleriyle harmanlandı ve bundan da yeni türler doğdu. Arjantin Tangosu, Fin Tangosu, Anadolu Rock, Afrobeat, Bhangra-Pop...
Biz bestecilerin ve her alandaki yaratıcıların elinde artık tarihin ve dünyanın her noktasını kapsayan devasa paletler var! Kültüre, öğrenmeye meraklı insan için bundan cazip ne olabilir? Bir çocuğu oyuncakçı dükkanına sokup "al, hepsi senin!" demek gibi.
Bugün artık neyle neyin sentezlenebilir olduğunun ve sentezlenmekte olduğunun haddi hesabı yok. Bu sentezleme süreçlerinden doğan yeni eserlerin hangilerinin "falan türle filanın sentezi" olduğuna, hangilerinin isim verilmesi gereken yepyeni bir tür olduğuna karar vermek gittikçe daha karmaşık bir işe dönüyor.
Sizce bunun sonu nereye varacak? Bunun bir sonu olabilir mi ki?
Bu gidişata rağmen, müzik sektöründe halen tanımlanmış müzik türleri var -doğal olarak-. Sanatçılar, albümler, projeler belli müzik türlerine göre kategorize ediliyor, ona göre algılanıyor, ona göre pazarlanıyor.
Bir albümümü siz dinleyicilerimin beğenisine sunmak istediğimde, onu Spotify, iTunes, Deezer, Muud, Tidal, YouTube Music gibi dijital platformlarda yayınlanmak üzere dağıtımcımın arayüzüne yüklüyorum. Bu yüklemeyi yaparken algoritmaların eserimi sizin tercihlerinize ve zevkinize göre önünüze çıkarması için önce bir ana tür, sonra bir alt tür seçmem gerekiyor -örneğin klasik/enstrümantal, veya caz/Latin caz-. Ne var ki iki farklı türü birden seçemiyorum! Bu da pek çok zaman yarattığım ve sizlere ulaştırmaya çalıştığım ürünün başlıca niteliğinin anlaşılmasını ve takdir edilmesini zorlaştırıyor.
Örneğin geçenlerde çıkardığımız "Efsunsaz" albümü. 2011'de kaydetmiştik. 3 parçadan oluşan bu kısa çalışma, o yıllarda Türkiye'ye gelmiş, hatta bir süre misafirim olmuş olan, Barok obua ve onun tarihi öncüllerinde uzmanlaşmış Alman müzisyen ve akademisyen dostum Sandra Sinsch ile işbirliğimizden doğdu. Orta Çağ Avrupa havalarıyla Türk Halk Müziği'ni, kadim Avrupa ve Anadolu çalgılarını bir araya getirdik. Sandra albümde shawm çaldı; Engin Arslan bağlama; İzzet Kızıl bendir, darbuka, kaşık. Bense kanun, akordeon ve org -piyanoya dokunmadığım nadir albümlerdendir-. Aslında bu 3 parçayı piyasaya sürmek için kaydetmemiştik; demo amaçlı kaydetmiştik. Grup hiç konser vermeden dağıldı, proje de kayıt da rafa kalktı. 14 yıl sonra dosyalarımın arasında bulduğum bu 3 parçayı piyasaya sürerken onu tür bakımından kabaca "World Music" (Dünya Müziği) olarak tanımlamak zorunda kaldım; çünkü dediğim gibi, yaptığımız karışımı ifade eden bir kategorizasyon şekli henüz sistemde mevcut değil. Efsunsaz'ı buradan dinleyebilirsiniz.
Şimdi gelelim fikrinizi almak istediğim konuya. Benim bir merâmım var. Ben de Bach, Mozart, Itrî ve Serdar Ortaç gibi kalbimin sesini dinleyerek müzik yaratıyorum (yukarıdaki A şıkkı). Ne var ki yukarıda bahsettiğim koca paletten iştahla ve aşkla beslenen bir yaratıcı olarak, benim kalbim bir gün Alaturka atıyor, bir gün Caz, bir gün Klasik! Bir sabah öylesine Avrupai bir coşkuyla başlıyorum ki güne, katıksız, sentezsiz bir vals yazıveriyorum, ta kalbimin derinliklerinden, damarlarıma kadar Viyanalı hissederek! Buyrun: Danny's Waltz. Bir başka gün içime zenci kaçıyor, Caz'ın dibine vuruyorum! Buyrun: Mike's Stomp. Bir başka gün içimdeki müzik aşkı tüm kaytan bıyıklılığıyla kahve fincanından taşarcasına "mûsikî" oluveriyor. Buyrun onu da bur'dan yakın: Türkçem Üstüne. Bu müzik türlerinin farklı dönemlerine ve yörelerine özgü alt türlerine girip çıkmalarıma hiç girmiyorum. Gün oluyor, bunlardan ikisi veya üçü içimde kadeh tokuşturuyorlar ve ortaya böyle bir şey çıkabiliyor: Philosophy.
Peki ben neyim sizce? Neciyim ben? Klasikçi mi? Cazcı mı? Çağdaş besteci mi? Eski kafalı besteci mi? Alaturka piyano üstadı mı? Başka ustaların müziklerini bozarak veya farklı müzikleri birbirine karıştırarak şakalar yapan bir meddah mı? Ciddi bir sentez ustası mı? Komik bir sentez ustası mı? Milli davamızın hizmetkârı mı (C şıkkı)?
Birinden biri olmak zorunda mıyım? Hepsi birden olamaz mıyım? İlle bir etiketim olmalı mı?.. Ne yazık ki olmalıymış. Bu yaşımda artık iyice öğrendim ki piyasanın gereği bu. Piyasa kimsenin keyfine göre şekillenmiyor; insan doğasına, insan algısına göre şekilleniyor. Kolayca tanımlanabilir standart bir kalıba sığanlar kolayca pazarlanabiliyor. Garip, değişik, avant-garde, füzyon, antin kuntin işler yapanlar bile benden daha kolay pazarlanabiliyor -hep aynı tarzda devam etmeleri şartıyla-.
Bense sürekli şapka değiştirmenin, rahat durmamanın cezasını çekiyorum. A şıkkının bende bu kadar çok yönlü çalışması B konusunda sorun doğuruyor; imaj karmaşası yaratıyor; bu da kitlemin ve ona bağlı konser kariyerimin büyümesini yavaşlatıyor. Ne yapayım! Ne yapıyorsam kalpten yapıyorum!
Yukarıdaki "Philosophy" örneğini içeren "Taurus Mountains" albümümü çıkarırken, kendi stüdyom ve yapım haklarım olduğu halde, önceden Sony Music Türkiye müdürlüğünü yapmış, caz piyasasında çevresi olan bir yapımcıyla çalışmayı seçmiştim: Hakan Kurşun, kulakları çınlasın. Onun beni yıllardır giremediğim caz festivallerine sokmasını ummuştum. Bu uğurda ilk defa birisinin yaratıcı sürecime karışmasına izin verdim. Onun sözünü dinleyerek bu albümde en "sentez" yanımı ortaya çıkardım, bilinçli olarak saf Klasik, saf Caz gibi yollardan uzak durdum. Çalışmalar sırasında bir solom uzun süre saf caz yönünde gidecek olsa beni kesip "Çok Blues oldu. O kadar Blues yapma, onu yapan zaten var. Sen karıştır!" derdi. Sonunda çok değerli meslektaşlarım çellist Murat Süngü ve baterist Erdem Göymen'le beraber albümü kaydettik. Hakan abi çok beğendi, "bu tarzdan hiç şaşma. Bu türde üst üste birkaç albüm çıkarırsan caz piyasasında dikkat çekmeye başlarsın, konserlerin önü açılır" dedi. Sözünü dinlemedim, her telden çalmaya devam ettim, önüm de açılmadı. Beni İstanbul Caz Festivali'ne sokmaya çalıştı. Kabul etmediler. Müziğimi kalitesiz, yetersiz, festivalin çizgisine aykırı buldukları için mi? Yo. İmajım dağınık, dolayısıyla kitlem küçük olduğu için.
Çalışma odamın nota dolabında bekleyen, sizlere sunmak istediğim daha nice bestem var, hiç kaydedilmemiş. Caz şarkılarım. Alaturka şarkılarım. Klasik bestelerim, enstrümantal ve sözlü. Bazısında sentez var, bazısında yok. Ancak artık rastgele bir sıralamayla albüm çıkarmak yok! Bir şeyleri değiştirmenin zamanı geldi.
Profesyonel yardım da alarak bir "şemsiye" imaj çalışması yapmayı düşünüyorum. Her ne kadar "şemsiye" desem de, bu şemsiye muhtemelen ağırlıklı olarak "sentezci Hakan"ı ön plana çıkaracaktır. Sentez niteliği taşımayan besteleri belki bir süre daha rafta bekletmek, onları belli bir büyüme hızına ve önemli stratejik platolara ulaştıktan gün yüzüne çıkarmak daha doğru olacaktır. Bu yönde çalışırken bir sabah yine içimden bir Bestenigâr Saz Semaisi çıkarsa notaya alıp rafa kaldırmak belki de en doğrusu... diyorum ama bu yazıyı yazdıktan 3 gün sonra çark etmem işten bile değil. Çünkü kalp bu, gönül bu! Şakımak istiyor!
Ne dersiniz? Fikirlerinizi benle paylaşmak isterseniz iletişim bilgilerimi yukarıda görüyorsunuz.
Sizleri 2006 yılında yazdığım, hiç kaydedilmemiş, hiçbir yerde yayınlanmamış Mahur- Sûzinak Saz Semaisi'nin notasıyla baş başa bırakıyorum. Aranızda ud, kanun, tambur veya tanbur çalan varsa buyursun; ilk seslendirmeyi yapmak serbest!
Hakan Ali Toker kimdir? Hakan Ali Toker, 1976 doğumlu, Mersinlidir. İlk adını kullanmaktadır. Piyano çalmaya ve beste yapmaya küçük yaşta başladı. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı çello bölümünde kısa bir başlangıç yapıp, ardından ortaokul, lise ve lisan eğitiminin bir bölümünü Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'nde okuduktan sonra ABD'de Indiana Üniversitesi Müzik Fakültesi Piyano ve Bestecilik dallarından mezun oldu. Klasik eğitiminin yanı sıra Caz, Türk müziği ve klasik doğaçlama alanlarında kendi kendini yetiştirdi. Piyanonun yanı sıra kanun, akordeon, klavsen ve org çalmayı öğrendi. Bugüne kadar 29 ülkede konserler verdi, pek çok yerli ve yabancı eleştirmenin övgülerini aldı. 17 yaşında katıldığı İstanbul Festivali'nde yılın en genç sanatçısıydı. Aynı yıl Ukrayna'da düzenlenen Virtüözler Festivali'nde yer alan ilk Türk sanatçıydı. 2011'de Türk makamlarına göre akortlanmış piyanoyla ilk Türk müziği resitalini veren piyanist oldu. 2022'de yazıp 33 müzisyenle birlikte CRR'de seslendirdiği "Türk Rapsodisi"yle ilk kez tüm çalgılarda makamsal mikrotonalitenin duyulduğu bir senfonik konsere imza atmış oldu. Türkiye'de "Yaşayan Değerlerimiz" (2013), ABD'de "Yılın Yorumcusu" (2019) gibi ödüllere layık görüldü. Hırvatistan'da "Hırvat-Türk Dostluk" nişanıyla onurlandırıldı. Hem yorumcu hem besteci olarak, hem klasik Batı müziği hem de caz ve Türk müziği alanlarında eserler veren sanatçının, bu müzik türlerini bazen ayrı ayrı ele aldığı, bazen de sentezlediği pek çok bestesi, düzenlemesi ve albümü vardır. |
Uzun yıllardır salt kendi çabaları ve yetenekleri ile iyi üniversitelere girebilen “Anadolu çocukları” bulunuyorsa, bu fırsat eşitliğini rahmetli Altan Günalp’ın dizayn ettiği ÖSYM’ye borçluyuz. Ne var ki günün sonunda gelinen noktada soru hazırlama kalitesinde gözlemlediğimiz düşüş, korkarım bu güzide kurumun prestijini ve Cumhuriyet’in fırsat eşitliği fonksiyonunu tehdit ediyor gibi
Yeni bir kanunla belediyelerin zaten yetersiz olan yetkilerinin önemli bir kısmı merkezi idareye veya merkezin emri altındaki vali ve kaymakamlara aktarılırsa, bu durum çok açık ve net biçimde Anayasa m.127 ile konulan temel kurala aykırı olur
Siyasette artık kitleleri “milliyetçilik” ve “dindarlık” masalları ile uyutma olanağının kalmadığı ve gelecek seçimlerin tehlikede olduğu görülünce, ağızlarına bir parmak bal çalınarak oy devşirilecek tek alternatif oy deposu olarak Kürtler göze kestirilmiş gibi
© Tüm hakları saklıdır.