19 Nisan 2025

Bir kez daha gelincikler üzerine

Bu kara siyaset, rengarenk doğanın üstünü örtüyor ve mücadele etmek ile normal yaşamak arasında uçurum oluşturuyor

Tam bir aydır yeni bir siyasi dönem içindeyiz. Gündüzümüz gecemiz hep sorularla, korkularla ve umutlarla dolu.

Böyle bir ortamda geçen hafta “yıllık geleneksel şokumu” yaşadım. Yine aniden o narin aşkımı gördüm ve onun bana yaşattıklarıyla, hatırlattıklarıyla bambaşka bir dünyaya taşındım bir süre için.

Öyleyse o eski yazımı -belki birkaç değişiklikle de olsa- yeniden paylaşmanın zamanıdır.

* * *

Karşılaşmalarımız hep böyle şaşırtıcı oluyor. Hep sürpriz. Hep şaşkın bir sevinç…

Tek yanlı galiba. Ama tam bilmiyorum. Belki böyle heyecanlanan sadece ben değilimdir. Belki onlar da beni gördükleri için seviniyorlardır.

Çocukluk arkadaşımdan, sırdaşımdan ve aşkımdan bahsetmenin kıyısında dolaşıyorum.

Ve bir tekil bir çoğul yazmama fazla takılmayın. O'na duyulan aşktır esas olan, Onlar dediğimiz zaman da aşkın anladığı aynı O'dur aslında.

O'ndan uzak yaşıyorum on yıllardır. Sadece mevsimi geldiği zaman büyüleyici güzelliği, erişilmez bağımsızlığı ve gururlu yalnızlığıyla kenardan bir bakışını görüyorum. Ve geçen zamanın bana verdiğini düşündüğüm gücün, soğukkanlılığın, kendini kontrol etme yeteneğinin anında berhava olduğunu hissediveriyorum.

* * *

Geçen hafta çok kısa bir tatildeydim. “Sözüm ona”, çünkü tatil deyince akla, zor ve sürekli olan bir şeylerden geçici olarak kaçıp uzaklaşma düşüncesi geliyor.

Oysa aklım, kalbin hep aynı yerde: 19 Mart… Baskılar ve direniş… Sonuç ne olacak?

Dünyanın öbür ucuna gitsem aynı his ve fikirler içinde yüzeceğim.

Hayatımızı nasıl da ele geçirmiş siyaset! Bu kadar esaret fazla değil mi? Bir seçim sürecini ölüm kalım mücadelesi olarak yaşamak normal mi?

Dünyanın öbür ucunda değilim ama son yıllarda birçok duyguma ortak olan Ege'nin kıyısındayım.

Ege deyince elbette yüce ağaçları, uçsuz bucaksız yeşilliği, büyüleyici kokusu… Ama illaki denizi…

Ne var ki O'nu, Onlar'ı gördüğümde ne dünya kaldı, ne deniz, ne seçimler, ne de az önceki ben!

* * *

Gelincik, gelincikler… Onlardan söz ediyorum.

Denizin bambaşka bir çehresini görmek ve becerebilirsem büyüleyici renk cümbüşünü fotoğraflamak için insansız bir tepeye tırmanmaya çalışırken, gözlerimi beynime bağlayan kablolarda, bakış açımın dışında ama yakınında bir yerde kırmızı benekler olduğu sinyali belirdi.

Hızla döndüm.

Evet, o! Gelincik!

Üstelik biri hemen yanımda… Ve sonra diğerleri… Yamacın bir yüzü kıpkırmızı kan damlalarıyla dolmuş.

Hemen her şeyi unuttum. Ya da erteledim. Veya o an bütün önceliklerimi değiştirdim.

Bana en yakın olana yaklaştım. Uzunca bir süre ona hayranlıkla baktım. Dokunmaya kıyamadım ama her bir milimetresini aklıma kazırcasına inceledim.

O ise hafif rüzgârla kendi dansını yapmaya devam ediyor, bir yanıyla güneşte parlayarak güzelliğini sergiliyor, diğer yanıyla gölgesindeki gizemlerin uzandığı cazibesiyle insanı kendine çekiyordu. Belki bu özgüvenli pozunun bir kenarından bana bakıyor da olabilirdi.

Zaman durdu önce. Sonra geriye sarmaya başladı.

* * *

“Senin en çok sevdiğin çiçek hangisi?”

Bu soruyu çok sevmem. “Haydi sırlarını ifşa et” çağrısına benzetirim.

İsteyen istediği gibi cevaplasın.

Gül, karanfil, lale diye tercihler sıralansın.

Bazen leylak, menekşe, açelya, sardunya, hanımeli seslendirilsin.

Papatya deyip masum bir bakışa sığınanlar çıksın.

Ya da neredeyse fısıltıyla orkide dedikten sonra gözlerine bir türlü gelmeyen prensin hayalini yerleştiren kadınların umutlu kederi yanıp sönsün.

Ben söylemek zorunda kalırsam sanki aramızdaki aşkı bir sır gibi saklama sözünden dönmüş gibi hissederim. O'nun adını başkalarıyla paylaşmaktan kaçınırım. Ama bazen çaresiz kalır mırıldanırım:

Gelincik…

Ne öyle zor yetiştirilen bir çiçektir benimkisi, ne de nadir veya pahalı bir türdür. O, son derece doğal, yalnız ve gururludur. Başına buyruktur. Vazoya pek yakışmaz.

Kırmızının en canlısını, kelimenin tam anlamıyla kıpkırmızıyı giyinmiştir gelincik. Parlak ve gizemli gölgelerle kaplı bir giysidir bu. Rüzgârla tiril tiril dalgalanır. Uzaktan kaygısız bakana asla göstermeyeceği iç yüzünde açık renk bir yuvarlağın çevresinde ışıl ışıl simsiyah antenler yer alır.

Olur olmaz yerlerde, uzak tarlalarda ve dağlarda, ısınan havalarla beraber ortaya çıkar gelincik. Birkaç ay sürdürdüğü özgür dansını kendi istediği bir gün sonlandırarak aniden ortadan kaybolur.

* * *

60'lı yıllar. Kozan. İki Haziran İlkokulu evimizin hemen karşısında. Sağımızda başka evler sıralanmış. Solumuzda ise bazen sapsarı buğdayların işgal ettiği, bazen nadasla boş kalan uçsuz bucaksız bir tarla. Gelincik tarlası burası. Çünkü zamanı geldiğinde gelincikler burada ortaya çıkıyor. Kısa sürede evimizden neredeyse Kozan Dağı'na doğru uzanan kırmızı benekli bir halıya dönüyor tarla.

Biz çok küçüğüz, oradaki otlar ve ekinler ise çok uzun. Yalnız başımıza tarlaya girip uzaklaşmamız yasak. Hem yılanlar var zaten orada. Bazen öteki çocuklarla birlikte kaplumbağaları sabırsızlıkla izlerken yılan deliklerini bulup kaçmaya hazır bir pozda elimizdeki sopalarla deliklerin hemen arkasında olduğunu sandığımız o korkunç yaratığı tahrik etmeye çalışıyoruz.

O tarlada kayboluyorum zaman zaman. Suçlusu gelincikler, daha doğrusu benim onlara duyduğum merak ve hayranlık. Daha parlak, daha büyük, daha güzel gelincik arayışımda bazen farkında olmadan evden uzaklaşıyorum. Bulduğum her bir gelinciği dikkatle inceliyor, içlerine bakıyorum. Ve onlara dokunan ellerimde kalan izlere.

Bir arkadaşlık başlıyor aramızda, bir sırdaşlık, bir aşk…

* * *

Okula başladım. İlk kez ailemin ve sokağımızın dışında bir dünyayla tanışıyordum. Herkes gibi kara önlük giymem, üzerine de hiçbir zaman fazla anlam veremediğim beyaz yakayı takmam gerekiyordu. Bazen hep birlikte "ant içmemiz", bazen de epeyce uzun bir marşı söylememiz şarttı.

Sınıfta istediğimiz gibi davranamıyorduk. Başımızda sık sık sesini yükselten biri vardı, “öğretmen” deniyordu ona. Biz öğretmenden, öğretmen de yaşlı bir adamdan korkuyordu; o da “müdür”dü. Müdürden daha yaşlı olmasına rağmen bize çok sevecen davranan “hademe” adlı bir kadınla bir adam vardı. Demek ki, önemli olan yaşlı olmak değildi.

Okul yorgunluğunu ve bıkkınlığını atmak için gelincik tarlasına uğrardım. Orada ne öğretmen, ne müdür, ne ant, ne de ev ödevleri vardı. Sadece gelincikler…

Adları bile - özellikle “gelin”in sonuna eklenen “-cik” - sanki onların çocuklar için olduğunu gösterirdi; oyuncak gibi yani.

Ama yalnızca oynamaz dertleşirdik de. İlk kez âşık olduğum, benden birkaç yaş büyük olan o kızla ilgili sırrımı önce gelinciklere anlatmıştım.

Evin camında kızın sokağa girmesini bekler, sonra hızla yola fırlar, gelincik tarlasının yanından çıkan kızın önüne "tesadüfen" atlardım. O önceleri beni fark etmedi. Sonra beni gördüğünde alaycı bir gülüş kondurdu güzel ve çilli yüzüne.

Bir kadın tarafından küçümsenmenin, bazen oyunun en riskli ve önemli kısmı olduğunu, bu partiyi kazandığında kadının çok değişebileceğini o zamanlar bilmiyordum.

Onun için moral bozukluğu içinde yaşadığım ilk aşk acısını o gelincik tarlasında sessizce haykırmışımdır defalarca.

Bir de müzik öğretmenine âşık olmuştum. Aramızda 20 yaş falan vardı ama olsundu. Hem o çok kısa boylu bir kadındı, bize fazla tepeden bakamıyordu yani. Ona aşkımdan koroya girmiştim.

Bir gün onun yönettiği koroda, onunla ilgili hayallere dalıp gitmiştim; bu arada o sustuğumu görmüş, beni azarlamış, herkesin içinde hakaret etmişti. O gün, gelincik tarlasında ağlayıp onun ölmesini isterken aşkla nefret arasındaki mesafenin ne kadar kısa olduğunu öğreniyordum aslında.

Bilmem, yaşıyor mudur? Ve karşılık veremesen de hiçbir aşkı böylesine acımasız reddetmemek gerektiğini öğrenmiş midir?

Kim bilir, belki bir gün tümüyle sevgisiz, yapayalnız ve kupkuru kalırsın; o zaman işine yarayabilir eski ve küçük aşklar.

İyi hatırlamıyorum şimdi, ama ben bunu parlak kırmızı gelinciklerden öğrenmiş olabilirim.

* * *

Giderek büyüyordum. İlkokulu bitirip İstanbul'a giderek büyük şehir çocuklarına onlardan daha iyi olduğumu göstermem gereken günler yaklaşıyordu. Ama ben evimizin ve okulumuzun yakınındaki tarlada sanki hiç değişmeyen coşkulu bir çocukluk yaşıyordum.

Kozan'dan ayrılırken yeni bir hayata başlayacağım için çok heyecanlıydım. Onun için gelinciklerle hakkıyla vedalaşamamıştım. Bu yüzden kendimi çok suçladım. Ama yakında buralara geleceğimi düşünerek yıllarca kendimi avuttum.

Geçen uzun yıllar içinde sadece iki kez görebildim Kozan'ı. Kısa buluşmalardı onlar da. İlkinde koskoca okulumuzun, onu çevreleyen devasa duvarın, meğer hiç de öyle büyük olmadığını görüp çok şaşırmıştım. Evimizde yabancıların yaşaması ve onların meraklı bakışları karşısında bir süre sonra oradan uzaklaşmak zorunda kalmam da çok ağırıma gitmişti.

Ama en kötüsü gelincik tarlasını kaybetmemdi. Ne buğday başakları kalmıştı orada, ne de gelincikler. O tarlaya yapılan beton yatırımlar, benim ve başka çocukların talan edilen anılarından daha pahalıydı demek… Ve benim buraya hiçbir zaman dönmeyecek sevgili gelinciklerimden…  

Terk ettim gelincikleri. Hayatımdan çıktıklarını sandım. Ama yıllar içinde her ani karşılaşmamızda onları unutamadığımı hissediyorum (bu arada karşılaşmanın ani olması iyidir, çünkü hazırlık yaptığını sanarak işin içine yapay planlar karıştıramıyorsun, doğal oluyorsun, içindeki ortaya çıkıyor, yüzünü pembeleştiriyor, nabzını hızlandırıyor).

* * *

İşte böyle. Bir ömrün sonuna doğru yaklaşırken bile insan hâlâ aramaya devam ediyor içindeki çocuğu... Ve uzaklarda kalmış bir sıcaklığı...

Şimdi de öyle bir andayım.

Ve karşımda eski arkadaşım, sırdaşım, aşkım. Gelincik... Ve gelincikler…

Onların arasında bir süre dolaştım. Birkaçına usulca dokundum. Şimdi size yazdıklarımın dışında, geçmişten bir şeyler daha fısıldadım kulaklarına.

Sonunda bana döndüler. Kısa ve soylu bir selam verdiler. Ardından rüzgârdaki danslarına kaldıkları yerden devam ettiler.

Mutlu oldum.

Teşekkürler, ey gelincikler!

Siz de sevindiniz mi beni gördüğünüze?

Her zamanki gibi harikasınız!

Ve doğa harika! Dünya güzel!

19 Mart süreci nasıl gidiyor? Sizce sonuç ne olur?

Şey, affedersiniz…

Bir daha…

Bir daha ne zaman görüşürüz sizlerle?

Hakan Aksay kimdir?

Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.

Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.

Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.

2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Putin’in İstanbul görüşmeleri önerisi ile İmamoğlu davasının ilgisi ne?

İç politikada ve ekonomide sıkışan Erdoğan açısından Rusya-Ukrayna görüşmelerinin yeniden Türkiye'de yapılması büyük bir rahatlama fırsatı

Savaşın 80. yıldönümünde herkes samimi bir cevap versin: Yetmedi mi?

Kibirli insanlık, savaşları yasaklayacak zihinsel, ahlaki ve hukuki gücü hiçbir zaman bulamadı

Biz özür dilemeyiz, en fazla sözlerimiz “maksadını aşar”

Bizde özür kelimeleri, küfürden daha seyrek dile getirilir, zaten aslında biz özür dilememizi gerektirecek hata falan yapmayız

"
"