18 Şubat 2024

Benim meskenim dağlardır, dağlar

Ne zamandır bir trekking günü yapmak istiyordum. Biliyorum, iyi gelecek. Bir saatlik egzersiz, iki saatlik yürüyüşten başka bir etki; bir "iyileşme" deneyimi olacak. Tam gün, sıkı bir dağ-bayır yürüyüşü, tırmanışı, arada da hafif tempo koşu… İşte, tam "o gün", insanın hep bir manisi, hep bir başka organizasyonu, hep bir duygu durum dalgalanması çıkıveriyor. "Başka zaman yaparım" deyip sallamak, bilinç altının ürettiği en kolay çözüm olarak karşımızda beliriyor

Ama bu sefer öyle olmadı. İzin vermedim.

Hava soğuk, buluşma saati çok erkendi. Dedim ki "ben bu işi yaparım". Kendimi "sen savaşçısın, sen hayatta kalansın, sen zorla da olsa başaransın" diye doldurdum. Hollywood filmlerinin alt edilemeyen kahramanı ruh haline büründüm.

Ve nitekim yaptım. Gün henüz doğmadan uyandım. Kahvem eşliğinde gün doğumunu seyrederek motivasyonumu depoladım. Hazırlandım, söylendiği gibi sandviçlerimi ve büyük bir şişe suyumu sırt çantama tıkıştırdım. Yalıçiftlik'teki buluşma noktasına, buluşma saatinden on dakika evvel vardım.

Bir şey değil, 15 kilometrelik bir parkur

Bodrumlular'ın bile pek bilmediği yerler buralar. Yeni yeni evler yapılıyor, oteller açılıyor. Yarımada'nın en bakir, en az Bodrum'a benzeyen bir ucu burası. Alabildiğine yeşillik var önümde. Dağlar, ağaçlar, aradan yüzünü gösteren deniz…

Yani beni buraya gözüm kapalı getirseniz, burası neresi deseniz, direkt Toskana derim. Bilemedin Karadeniz'deyiz derim. Ama hayatta Bodrum gelmez aklıma.

Birkaç küçük ev var sadece. Belki yerli halk yıllar evvel yapmış. Muhtemelen çiftliklerinin, bahçelerinin yanı başında. "Kulübe" kategorisinden, ilkel yollarla inşa edilmiş tek katlı evcikler.

Göz alabildiğine doğanın içinde gün başlıyor. Organizasyon, spor aşığı, aynı zamanda pilates eğitmenimiz olan Şebnem'in. Onun çevresinden topladığı yirmi kişiyiz. "En fazla 15 kilometre" diyor Şebnem; "en son koyun diğer ucundan denize ineceğiz. Yer yer çok dik rampalar var. Rahatsız olan bekleyebilir veya geri dönebilir. Önerim, bir şans vermeniz. Çok seveceğinizden eminim."

Az seçilen yoldan dümdüz ilerle

Burası kesinlikle "az seçilen" yol…

Popüler yaşam rotasından öyle uzakta bir yerdeyiz ki…

Bir uç AVM ise, bir uç burası. Bir uç Nişantaşı ise, bir uç Yalıçiftlik dağları.

Seratonin, yirmi dakika sonra işini yapmaya başlıyor. Vücutlar ısınıyor, dağlar aşılmaz gibi gelmiyor artık. 15 kilometre uzunluğundaki parkur, aslında en az 30 kilometre hissedilecek kadar acımasız açılarla ve zorluklarla kıvrılıyor. Pek Şebo'nun yumuşatarak söylediği gibi "aman canım şip şak aşılıveren" bir dağ yok önümüzde. Buna rağmen istikamet en son noktada varılacak deniz, ileri!

Kimi yemek, kimi spor derdinde

Grubun köpekleri Zumba ve Hera, hallerinden çok memnunlar. Bir oraya, bir buraya koşturarak yürüyorlar. Kuşlara ve birbirlerine durmadan havlıyorlar. "Bunların bu doğa üstü enerjileri ne zaman geçecek" diye düşünmeye başladıktan on dakika sonra, seslerinde sıkı bir desibel düşüşü hissediyorum. Yarım saat kadar sonra da bir rehavet, bir efendilikle yürüyüşe devam ediyorlar. Oh, artık herkes rahatlıyor…

Biz, spor için bugüne uyanmış olanlar, kalabalıktan ayrılıyoruz. Yarı yolda grubun çoğunluğu, manzaralı bir köşeye ilişiyor. Sandviçler, simitler, poğaçalarla uzun ve karbonhidrat yüklü bir kahvaltı sofrasına oturuyorlar. Kahkahaları kulaklarımızda çınlarken, saatlerdir aç halimizle, daha da dikleşen yokuşlara vuruyoruz kendimizi.

En dik yokuş çıkıp, en dik yokuşu iniyoruz. Harika bir koyda, denizin en ellenmemiş yerindeyiz. İn cin top oynuyor. Karşıda bir ada, adanın üzerinde de bir ev var. Söylediler de, unuttum; zenginlerden birininmiş ada. Üzerindeki evi de kızına yapmış.

Sahil aslında tapulu arazi, belli. İnşaat yasak, ama toprak sahipleri küçük birer prefabrik evcik koymuşlar. Hava az daha güneşli olsa, bu sıkı spor sonrası kış mış demeden denize atlanırdı. Kapalı ve rüzgarlı bir havada ancak seyredip fotoğraf çekiyoruz. Vatanımızın bu cennet köşesinde bile ayağımıza dolanan plastik ve cam şişeleri, cips ve bisküvi paketlerini, atılmış boş sigara kartonlarını, yine bu bakir doğada bulduğumuz plastik poşetlerine doldurup ait oldukları yere, çöpe atıyoruz.

Gelelim kestanenin faydalarına

Yürüyüş grubunda, Bodrum komşularımız Osman ve Ceren de var. İkisini de çok seviyorum. Bıcır bıcır, çok yardımsever, çok güvenilir bir çift. Aramızda çok yaş farkı olmasına karşın, çok sıkı dostluk yapacak olgunluktalar. Sohbetlerimiz saatlere yayılıyor, her akşam laflar bitmeden geceler sonlanıyor.

Yürüyüş yaparken, Osman akşama kestane sözü verdi. "Kış bitmeden, kestanenin en lezzetli halinde bir güzel yiyelim abi" dedi.

Öğleden sonra, yorgun argın döndük. Yorgun, ama bitik değil. Üstelik çok mutlu, çok canlı. Ilık bir duş ve saat 3'ten sonra yaptığım kahvaltıyla, günüm ikinci kez başladı. Meğer sandviçlerim ne kadar lezzetliymiş, çayın kokusu nasıl özelmiş…

İki online seans, bir kahve, Netflix'ten bir bölüm dizi, akşam yemeği sonrası ise, günün en beklediğim aktivitesine sıra geldi. Dünyanın en lezzetli yemişi. Acaba meyve mi, sebze mi? Bilemedim. Bu sene aşırı pahalı olan müthiş bir kış tadı; çocukluğumdan beri her çıktığında heyecanlandığım, yumuşacık bir ev hissi yaratan doğa mucizesi. Annem, babam, anılarım, kar, soba, okul tatili, aile tadı, sevgi, birliktelik, aidiyet, kahkahalar…

Kestane, içinde bir sürü duyguyu da barındıran büyülü bir yemiş. Geçmişi şimdiye taşıyan, anı derinleştiren, insanı mutlu eden bir mücevher…

B vitamini mutluluk hormonunu destekliyor

Faydaları satırlara sığmaz… Derlediğim bilgilerden şöyle bir özet geçeyim size:

Kolestrolü düşürmeye de yardımcı, bağırsak florasını da koruyor. İnflamasyonu önlemede sıkı bir savaşçı. İçindeki B vitamini ile, mutluluk hormonu olarak bilinen seratonin salgılanmasını destekliyor. C vitamini içeriği ile mikroplarla savaşmamıza yardım ediyor. Aynı zamanda potasyum kaynağı, kalp sağlığımızı da koruyor. Kanserle de savaşan bir cengaver, gözü kara bir asker.

Şahane kokuyor ayrıca…

Evde pişen kestane, evi "ev" yapan o özel kokuların başında geliyor bence. Kek, çörek kokusu, tarçınlı ıhlamur kokusu ve kestane kebabının o yumuşacık kokusu…

İri, güzel pişmiş, acı olmayan kestanenin tadına doyum olmuyor. Ancak dikkat, burada bir kırmızı alarm söz konusu; kestane çok kalorili bir yemiş. Bir tanesi, büyüklüğüne göre, piştikten sonra 20 ila 60 kalori arasında. "Şöyle 13 veya 15 tane iri kıyım kestane kebap yerim" diyorsanız, ki deniyor haliyle; 600-700 kaloriyi de göze almak gerekiyor ne yazık ki.

Ah ne fena, buraya bir ağlayan emoji koymak istiyorum! 

Peki en lezzetli kestane nasıl pişer?

Ocakta tavada, mangalda, sobanın üstünde, fırında; kestane her türlü pişer. Kestane iyi ise, her türü de çok lezzetli olur.

Ama benim Osman'dan öğrendiğim bir pişirme yolu var ki, bu yaşıma kadar denediğim tüm yöntemleri solladı. Hatta ben de üzerine birkaç "a la Fatih" dokunuşta bulunup, lezzeti daha da bombastik bir hale getirdim.

Sizle de paylaşayım istedim.

Efendim önce 600 gram kadar en iyisinden kestaneyi bir güzel yıkayın. Yarım saat ılık suda bekletin. Küçük ama keskin bir bıçakta boylu boyunca çizin.

Sonra büyükçe bir kapaklı tavayı alın, önce folyoyu içine de yağlı pişirme kağıdını alttan üstten kapatacak şekilde yerleştirin. Tavayı ortalayarak serin ki, birazdan kestanelerin üstüne su dökeceğiz; kenarlardan taşmasın.

Evet, bu folyo ve yağlı kağıt kaplanmış tavaya, kestaneleri dizin. Üst üste değil, hepsini yan yana. Kaplayacak kadar su dökün.

Tam burada benim eklemelerim devreye giriyor: Bir çimdik tuz, bir çay kaşığının yarısı kadar tereyağı, bir tatlı kaşığı kadar keçi boynuzu veya üzüm pekmezini ilave edin. Pişirme kağıdını ve folyoyu sıkı sıkı kapatın. Tavanın kapağını da örtüp, orta ateşte pişirmeye başlayın.

Hissedersiniz kokudan, piştiğini anladığınız zaman kısık ateşe alın; bir on beş dakika da çok kısık ateşte kalsın.

En son da on beş dakika, kapağını açmadan dinlenmede bırakın. Demlensin iyice; yumuşasın, tadını bıraksın.

Kestanenin yanında en güzel ne gider?

Garanti bilgi: Tadına doyamayacaksınız.

Kalori hesaplamayı falan da boş verin. Battı balık günü olsun bugün, yiyin gitsin. Afiyet, bal, şeker olsun. Şifa niyetine gitsin.

Ama yavaş yavaş yiyin.

Tadını çıkartarak, anı unutulmayacak şekilde zihinlerinize kazarak.

Bence kestane yanında bir şey içilmez. Belki bir bardak su durur, yavaş yavaş yudumlanır.

Fakat bir yanan ateş şarttır. Evde ateş imkanı yoksa, en azından birkaç mum ve azaltılan ampul ışığı, kestanenin lezzetine lezzet katar.

Tabii asıl şart olan; aile ve dostlarla dolu bir evdir. Ve tabii şöyle ağız dolusu, eskilerin anıldığı, güzel güzel bir sohbet...

Can cana, upuzun bir gecenin meyvesidir kestane. Ruhların sarıp sarmalandığı, yaraların merhemlendiği, umutların yeşerdiği, iyilik temennilerinin dillerden düşmediği bir kış gecesinin meyvesidir. Kısık kahkahalar, güzel anılar, sıcacık hatırlarla salona buyur edilen ayrılanlar…

"Yıllar sonrasında, gereken zamanlarda cepten çıkacak güzel anılar" listesine, böyle bir geceyi de eklemek için beklemeyin. Evet pahalı, ama bu seferlik bir kilo kestane alın. İyisinden. Çin malı çakmaları varmış dediler; aman dikkat. Nerelere, ne paralar veriyoruz; takmayın o kadar da.

Bizim usul yapın bu sefer, bir deneyin.

Yıllar sonrasında bu gece işinize yarayacak; demedi demeyin!

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

Arjantin mutfağı: Et, empanada, dulce de leche!

"Ne yeniyor?" diye çok soran oluyor. Malum, Arjantin çok dikkat çekiyor, çok gezginin rüyalarını söylüyor. Konuya açıklık getirmek için buradayım! "Ne yenir?" sorusunu aslında tek kelime ile özetlemek gerekirse, "et" demem yeterli olacaktır. Hadi iki kelime isterseniz; et ve hamur işi. Üçüncü kelimeyi de zorla araya sıkıştırabilirsem: Et, hamur, dulce de leche!

Arjantin'de iki mücevher: La Recoleta ve Teatro Colon

Ana yazı içinde geçirsem, yazık olacaktı, güme gidecekti. İki çok özel yer; birisi bir mezarlık, diğeri de opera binası. İkisini de görmeden, gezmeden, hatta özel tur almadan Arjantin'den dönülmez. İkisi de birçok sanat eserini barındıran, kendileri de kocaman birer sanat eseri olan şaheserler…