24 Aralık 2023

Abi Londra'da azcık göbek atalım ya!

Bir oyuna gittim ve bütün dünyam değişti. Aman yarabbi, nasıl bir şeydi bu böyle… "Ayakta olsun biletler" dedik, meğer oyunun içine dahil oluyormuşuz. Seyretmedik, resmen tüm oyuncularla birlikte oynadık. Bir sağa bir sola gidip, hikâyenin sorunsuz akmasına yardım ettik. Bazen dans ettik, bazen kostümlerine son rötuşları yaptık. Neredeyse üç saat süren oyun sonunda, tüm oyuncularla arkadaş olmuştuk. Ki, oyuncuların bazıları oldukça tanıdıktı. Üstelik başrollerin birinde, son yıllarda en sevdiğim İngiliz oyunculardan Daniel Mays vardı. Final, düğün sahnesinin partisiydi. Her birimiz çemberin ortasına geçip yeteneklerimizi sergiledik. Londra'da, West-End'de sahneye çıkmış edasıyla eve döndüm. Resmen iyileşmiş, hafiflemiştim…

Londra'dayım ve buraya birkaç ay kalma niyetiyle geldim. Hani son altı aydır falan planladım, takvimin detaylarını oturttum, valizleri topladım. İş ve Londra sokakları dengesini iyi planladım.

Gel gelelim hayat bir kez daha bana esnek olmak, her duruma keyifle ayak uydurmak gerektiğini hatırlattı…

Önce herkes gibi ben de hasta olup bir hafta yattım. Artık grip mi dersiniz, Covid mi, influenza mı... Bence hepsi aynı. Öksürükten tüm iç organlarım ağrıyor, uykusuzluktan şiş gözlerle dinlenmeye çalışıyordum. Vitaminler, ilaçlar derken hafif iyileşip enerjim yerine gelir gibi oldu. Sonra da kiraladığım evin küf, nem kokusundan alerjilerim azdı. Yanlış olmasın, aklınıza küflü pis bir ev gelmesin. Ama Londra'nın gerçeği 1800'lerden kalma evler ve beraberinde getirdiği eskime problemleri.

Ben Noel zamanı ışıl ışıl sokaklarda fink atarım derken…

Neyse, kararan hayallerime girip yazacaklarımın keyfine gölge düşürmeyeyim.

London, Goodbye canım

Kısa keseceğim Londra seyahatini; zira hayal ettiğim Londra bu değildi. Ev iyi gelmedi bana. Dediğim gibi işte. Lüks tutkusu veya şımarıklık değil anlatmaya çalıştığım. Küçücük bir ev olabilir, ama tertemiz olsun. Sabun koksun. Kapısı ve penceresi kapansın. Öyle değil.

Ama her şeye rağmen, cıvıl cıvıl bir Londra insana çok iyi geliyor.

Sokaklar renkli, ışıklı, sesli, neşeli…

Hele hastalıklar geçince, iyi ruh hâli kendini gösterince…

Neyse ya, üç ay hayal edilen Londra'nın 20 gün sonra son günlerine geldim bile. Evin olduğu mahallenin Türkiye'den beter çöp dolu sokaklarından geçip, kendimi güzel Londra'ya atıyorum her gün. Vitrinler, Noel pazarları, sergiler, coşkulu turist kalabalıkları ile hayal kırıklığımı iyileştiriyorum.

Neden içimde bir burukluk var, onu da bilemiyorum. Allah vermesin, büyük bir trajedi yaşamadım sonuçta. Altı üstü plan değişikliği. Ben alışığım, son dakika planlarının insanıyım.

Ama içimde bir ateş var. Neden olduğunu bir türlü çözemiyorum.

Ha bir de elle tutulanlar sebepler var tabii.

Londra'dayım ve her şey sonsuz pahalı. 3'le mi 4'le mi çarpıcam kafam almıyor artık. Öğleden sonra 4'te hava zifiri karanlık. Bir de özellikle bazı sokaklardaki kötü kalabalık. Üçüncü dünya ülkelerinin toplamı buradalar sanki. Hep derim, fazla demokrasi de hiç iyi bir şey değil diye...

Acilen içimi aydınlatmam lazımdı. Ben oflayıp poflarken eşim "Hadi" dedi, "yürü müzikale gidiyoruz".

Evet yaaa, abi azıcık göbek atalım yaaa!

Erkekler ve bebekler

Yani orijinal ismi ile Guys and Dolls.

Filmi 1955 yılında çekilmiş. Marlon Brando ve Frank Sinatra başrollerde. Seyrettim mi, hiç hatırlamıyorum. Konusu yabancı gibi değil, ama bir türlü tam hatırlayamıyorum da. Kumarbazlar, misyonerler, tabii ki aşk.

Geçtiğimiz yıllarda "remake" projeleri ile haber olmuş. Hatta hakları satılmış; ancak bir türlü proje gerçekleşememiş.

Orijinal film başarısız değil; ama bir başyapıt olmaktan da çok uzak. Bunun yanında, Broadway ve Londra'da yıllardır sahnelenen müzikal versiyonu çok başarılı diyorlar. Özellikle Bridge Theater'da sahnelenen bu son versiyon için tüm yorumlar çok pozitif. "Mutlaka görün, hatta sahnede, ayakta seyredin" diye yazanlar olmuş.

Öyle yaptık biz de. Ayaktaki biletlerden alıp, söylendiği gibi oyundan yarım saat evvel tiyatroda yerimizi aldık.

Neresi sahne, neresi gerçek dünya?

İşte orası çok karışık.

Yani nasıl anlatayım ki. Tam bir yaratıcı mühendislik harikası bir performans alanında duruyoruz. Tüm alan, aslında sahne olarak kullanılıyor. Yükseliyor, alçalıyor, öne arkaya hareket ediyor. Biz de sahne ile birlikte dalga dalga ilerliyoruz geriliyoruz. Ben "hop bir dakika, ne oluyo"' diyene kadar birdenbire sahne değişiyor. Dekorlar, sürekli oradan oraya taşınıyor. Ama öyle insanlar girip harala gürele dekor değiştiriyor sanmayın, saniyelik hareketlerden bahsediyorum. Yakalayabildiklerimde hayretlere düşüyorum. Nasıl oluyor da bu kadar minimalist detaylarla, birdenbire 1950'lerin New York'una gidiveriyoruz, şaşıyorum. Pretzel satıcıları da, New York'un meşhur kırmızı itfaiye vanaları da, hatta eskimiş, ışığı titreyen tabelaları da sahnede. Bu arada mühendislik sadece görsel dünyada değil, ses detayları da olayı uçurmuş; polis sirenleri, geçen trenin gürültüsü, kahkaha atan kadınlar, argo konuşan adamlar: NewYork'un kakafoni senfonisi. Önümdeki başrol oyuncusunun ceketinin kırışıklıklarını sayacak kadar yakınım oyunculara. Biri geliyor papyonumu düzeltir misin diye rica ediyor, bir diğeri eğilip gözümün içine bakarak şarkı söylüyor, garson gelip içki menüsü getiriyor.

Ben mi oyundayım, oyun mu bende, ben oyuncu muyum, seyirci miyim; her şey iç içe geçmiş durumda!

İlaç niyetine, şifa niyetine

Herkes aynı şeyi deneyimliyor zannetmeyin. Sahne ortada, etraf çepeçevre seyirci koltukları. Biz sahnede oyunun bir parçası olarak toplasan 50 kişiyiz. Oyun o kadar uzun ki, biz sahnedeki seyirci-oyuncular, artık finale doğru tanışmaya, hafiften selamlaşmaya falan başlıyoruz.

Yok yok, bundan sonra sadece seyirci kalmak beni kesmez. Artık oyunun içinde olmalıyım her zaman.

Bazen dünyaya da seyirci kalıyoruz ya; ama orada bile bir yolunu bulup değiştirecek yerde rol bulmalı insan. Küçük olsun, azıcık olsun, ama yapacak mutlaka bir şey bulunur. Katkının azı olmaz. Hiç katkıdan hepsi iyidir… Seyirci olarak izlediğim dünyanın daha iyi olması için daha çok şey yapacağım bundan böyle; kendime söz veriyorum.

Dünyanın çivisi çoktan çıkmış

Çivisi çıkan adi bir dünyayı görüyorum baktığım resimlerde.

24 yaşında bir psikopat, okuduğu okulda 15 kişiyi tarayarak öldürüyor. Yedi silahı okuduğu üniversiteye sokarak, boş bir sınıfın penceresinden ateş ederek. Üstelik Avrupa'nın en masalsı şehirlerinden birinde, Prag'da gerçekleşiyor olay. Okula gitmeden evvel de babasını öldürmüş; artık büyük olayın yanında küçük bir detay…

Gencecik bir çocuk, İspanya'da dağlarda hippi hayatı yaşayan annesinden kaçıyor. Yürüyerek. Dört günün sonunda sesini İngiltere'deki akrabalarına ulaştırıyor. Altı yıldır kayıp olarak gözüken gencin kurtulması sevindirici; ama altı yıl karanlıkta kalmış olması da büyük bir soru ve sorun.

Sosyal çürümenin beşiği Türkiye'mde, her gün bir kadın cinayeti var. Trafik magandaları en iyi ihtimalle sopalar; çoğunlukla bıçaklar ve silahlarla savaş alanına çeviriyorlar otobanları. Üçkağıt çeteleri ve mafya, ülkenin her tarafına sirayet etmiş. Hırsızlık, adilik, yalancılık artık günlük hayatın sıradan olayları…

Hepimiz bu çürümeden biraz olsun etkilenmiyor muyuz?

- Ah canım, arayacağım, bir kahve içelim, bir catch-up yapalım…

Küçük yalanlar, içten çürümeler.

Arasam, biliyorum, hep bir işi olacak. Hep son dakika çıkan gelişmelerle, programları iptal edecek. Utandırmamak için aramıyorum böyle sosyal dünya yalancılarını.

Ya da ben çok değer yüklüyorum belki de. Onların "utanma" gibi bir duyguları yok ki. Hep bir manevra, hep bir durum kurtarma, hep bir çıkarına en uygun koşula yerleşme durumundalar.

Ne güzel söyledi üniversite hocası Zeliha Burtek. Çürüyoruz; hepimiz. Sosyal çürüme. Bunu hissedip düzeltmeye çalışanlar, tansiyon haplarına en erken başlayanlar…

Dedim ya, azzıcık göbek atalım yaa, lütfen hep birlikte atalım

Uzağa, küçük bir şehre, habersiz bir yaşama doğru yol almak istiyorum. Pazara gideyim, gencine yaşlısına karışayım, elimden geldiğince yardım edeyim, yürüyüş yapayım, film seyredeyim. O kadar.

Ne 2 milyar dolara satılan, aynı zamanda deniz altı da olabilen zengin sığınağı yatlarda gözüm var, ne de pırıltılı fışfışlı bir hayatta. Azıcık nefes alalım, azıcık gülelim, güvenelim, sevelim; o kadar.

Hayat çok, ama çok kısa.

Azıcık göbek atalım, o kadar.

Yok ya biz bir şey arıyoruz da böyle
Darbuka, böyle arabesk falan çalsın
Göbek atalım ya
Abı azcık göbek atalım ya!

Canım İnci, ne kadar güzel, ne kadar içten söylemişsin. Ne kadar aydınlıksın, ne kadar gerçeksin.

Tüm kalbimle sana katılıyorum. Azıcık göbek atmak, biraz darbuka dinlemek istiyorum. Hayatı ciddiye almamak, ama cidden çok gülmek istiyorum.

Ve tabii göbek atmak!

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

Arjantin mutfağı: Et, empanada, dulce de leche!

"Ne yeniyor?" diye çok soran oluyor. Malum, Arjantin çok dikkat çekiyor, çok gezginin rüyalarını söylüyor. Konuya açıklık getirmek için buradayım! "Ne yenir?" sorusunu aslında tek kelime ile özetlemek gerekirse, "et" demem yeterli olacaktır. Hadi iki kelime isterseniz; et ve hamur işi. Üçüncü kelimeyi de zorla araya sıkıştırabilirsem: Et, hamur, dulce de leche!

Arjantin'de iki mücevher: La Recoleta ve Teatro Colon

Ana yazı içinde geçirsem, yazık olacaktı, güme gidecekti. İki çok özel yer; birisi bir mezarlık, diğeri de opera binası. İkisini de görmeden, gezmeden, hatta özel tur almadan Arjantin'den dönülmez. İkisi de birçok sanat eserini barındıran, kendileri de kocaman birer sanat eseri olan şaheserler…