22 Haziran 2025

Sebastião Salgado: Fotoğrafın içindeki fotoğrafçı  

Wim Wenders’ın Salgado’yu anlattığı Toprağın Tuzu adlı belgeselinde söylediği gibi, “foto” Yunancada ışık demektir, “fotoğrafçı” da ışıkla yazı yazan kişi. Gerçekten de Salgado için fotoğraf, “edebiyat gibi bir şeydi”, yazarların kalemle söylediklerini o makineyle söylüyordu

Bir fotoğraf karesi, bir anın ne kadarını saklayabilir? Hele bir de o anın içinde büyük suçlar ve zalimlikler varsa…

Fotoğrafçı, ölümün gözlerinin içine bakıyorsa eğer, o fotoğraf sadece makinenin aktardığı bir görüntüden ibaret değildir artık.

Ölmek üzere olan biriyle karşılaşan fotoğrafçının deklanşöre basıp basmamaya karar verdiği o an da vardır elbet fotoğrafın içinde.

Geçen ay hayatını kaybeden dünyaca ünlü Brezilyalı fotoğrafçı Sebastião Salgado, sadece eşsiz bir sanatçı değil aynı zamanda yaşadığı çağın acılarına yakından tanıklık etmiş ve onları özenle belgelemiş cesur bir aktivistti.

Salgado, acı çeken bir dünyayı görüntüledi, ölümle yaşam arasında çok ince bir çizginin olduğu bölgelerden geçti, katledilen çocukların, yerlerinden edilmiş insanların ve en ağır koşullarda çalışan işçilerin fotoğraflarını çekti.   

Onun fotoğrafları, hepimizin parçası olduğu bu dünyadaki bozuklukları yansıtan, bize bizi gösteren birer aynaydı. Bakmaya cesaret isteyen aynalar…   

Sebastião Salgado

Başkalarının acısı mı hepimizin sorumluluğu mu? 

Çok uzaklardaki insanların acılarını gösteren fotoğraflar ne işe yarar? Bu fotoğraflara bakmak bir yükümlülük müdür?

Başkalarının Acısına Bakmak (Agora, 2004) adlı kitabında bu soruları soran Susan Sontag, elbette Salgado’ya da değinmişti. “Dünyanın çeşitli köşelerinde yaşanan sefaletleri fotoğraflama konusunda uzman bir isim” olarak bahsetmişti ondan.

Buradaki temel tartışma, Salgado’nun dünyadaki sefalet manzaralarını “seyirlik”, “güzel kurgulanmış” ve “hayranlık verici” fotoğraflarla sunması ve bunları ticarileşmiş koşullarda sergilemesi üzerineydi.

Elbette Salgado’nun amacı, insanların yaşadığı acılara dikkat çekmekti. Ancak fotoğrafların estetik ve ticari değeri, fotoğrafçının etik görevini gölgeleme riski de taşıyordu.

Sontag’a göre ise mesele bundan çok daha karmaşıktı. İçinde yaşadığımız dünyada fotoğraf sanatının tüketimci manipülasyonlara hizmet ettiği açıktı. Böyle bir dünyada “hüzünlü bir sahneyi yansıtan bir fotoğrafın” insanları nasıl etkileyeceğini öngörmek mümkün değildi.  

Batı dünyasında seyirlik görüntüler, acının anlaşılmasını sağlayan dinsel anlatıların çok büyük bir parçası olagelmişti. Sontag, İsa’nın çarmıha gerilişini gösteren resimlerin etkisini hiç kaybetmediğine dikkat çekiyordu. Bir fotoğrafın, bir slogana kıyasla duyguları açığa çıkartma ihtimali daha yüksekti.

Sontag açısından sorun tam da burada başlıyordu: “Uyandırılmış duyguların ve aktarılmış bilgilerin nasıl eyleme dönüştürülebileceği”, tartışılması gereken temel meseleydi. Ona göre, şefkat, “istikrarsız” bir duyguydu ve eyleme dönüştürülmezse yok olup giderdi.[1] Eğer insanlar, yapabilecekleri bir şey olmadığı duygusuna kapılırlarsa giderek tepkisizleşmeye ve atalete kapılmaya başlarlardı.    

Mülteci kampı, Etiyopya, 1984 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

Salgado’nun dünyanın dört bir yanında çektiği fotoğraflar, kuşkusuz “çekilen acıların küresel ölçekte çok vahim boyutlara ulaştığını” gösteriyordu. Ancak Sontag’a göre, bu fotoğraflar, yaşanan acıların yerel çaplı siyasal müdahalelerle değiştirilemeyecek kadar derin ve kalıcı olduğu mesajını da iletebilirdi.[2]  

Dahası, Sontag’a göre, bu fotoğraflarda gördüğümüz acılarla ne kadar düşsel yakınlık kurarsak kuralım; bu yakınlık “acılara yol açan gelişmelerde bir suç ortaklığımız bulunmadığımız duygusuna” kapılmamıza yol açabilirdi.

Oysa Salgado’ya göre hiçbirimiz masum değildik. Hayatını ve sanatını anlattığı kitabında şöyle diyordu:

“Hiç kimsenin kendini, çağında yaşanan trajedilerden koruma hakkı yoktur çünkü yaşamayı tercih ettiğimiz toplumda olup bitenlerden bir bakıma hepimiz sorumluyuz.”[3]

Salgado, işini yaptıktan sonra üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğini düşünüp gönül rahatlığıyla kenara çekilenlerden değildi. Kendi ifadesiyle “nutuk çekmek ya da şefkat hisleri uyandırarak vicdanını rahatlatmak gibi bir niyeti” yoktu. Deklanşöre basmak yeterli değildi; konuşmalar yapıyor, sorumlulara işaret ediyordu.

O her zaman herkesi bu dünya için sorumluluk almaya çağırdı. En başta kendisi harekete geçti. Her ne kadar tanıklık ettiği vahşet görüntülerinin ardından kendini aciz hissetse ve derin bir depresyona girse de bir şeyler yapmaya çalıştı. Yaptı da. Bir ütopyayı hayata geçirdi.     

Brezilya’dan Afrika’ya uzanan bir yolculuk

Sebastião Salgado, 1944’te, dünyadaki en büyük maden bölgesinde, Brezilya’nın Minas Gerais eyaletinde, Rio Doce Vadisi’nde yer alan bir çiftlikte doğdu. Sekiz çocuklu bir ailenin tek oğluydu ve kasabada okula gitmek için kırsal bölgeyi terk eden ilk kuşaktandı.

Babası onun da kendisi gibi bir çiftçi ya da bir avukat olmasını istiyordu. Sebastião, liseden sonra hukuk fakültesine kaydolduysa da 1950’lerde açılan ilk araba fabrikaları onu iktisatçı olmaya ve “modern maceraya” atılmaya teşvik etti.

20 yaşındayken, Fransız Kültür Merkezi’nde tanıştığı Léila Wanick adında 17 yaşında bir kıza âşık oldu. Bu aşk, onun hayatını en temelinden şekillendirecekti.

Sebastião ve Léila, 58 yıllık evlilikleri boyunca hayatı, sanatı ve siyaseti birlikte keşfettiler. 1964’teki askerî darbenin ardından diktatörlüğe ve insan hakları ihlallerine karşı yapılan protesto gösterilerine katıldılar. Ülke, devrimci gençler için giderek daha tehlikeli olmaya başlayınca birlikte Fransa’ya gittiler ve 1969’da Paris’te yepyeni bir hayata başladılar.  

Fotoğraf makinesini hayatlarına sokan Léila’ydı. Mimarlık okuyordu ve binaları çekmek için makineye ihtiyacı vardı. Ancak ilk fotoğraflarını çektikten sonra makineyi elinden bırakamayan Sebastião oldu. Kendine küçük bir fotoğraf laboratuvarı kurdu, depoculuk işinden ayrılarak baskılar yapmaya başladı. Foto-röportajlar yapıp para kazanınca fotoğrafçı olabileceğini düşündü. Ancak hayat karşısına başka bir fırsat çıkardı.

Salgado, 1971’de Paris Üniversitesi’nde ekonomi doktorasını tamamlamasının ardından Londra’da Uluslararası Kahve Örgütü’nde “müthiş bir iş” buldu. Uluslararası bir yönetici olmuş ve aniden çok iyi para kazanmaya başlamıştı. İşi gereği sık sık Afrika’ya seyahat ediyor, orada kalkınma projeleri oluşturmaya çalışıyordu.

Ne var ki Ruanda, Burundi, Zaire, Kenya ve Uganda’ya yaptığı yolculuklarda çektiği fotoğraflar, döndüğünde yazmak zorunda olduğu raporlardan daha çok heyecanlandırıyordu onu. Özellikle Ruanda’yı keşfetmek, ülkesini yeniden keşfetmek gibiydi. Bu insanların tarih ve gelenekleri, Brezilya kültürünün de bir parçasıydı. Hikâyesi, bu kıtaya derinden bağlıydı.

1973’te, 29 yaşındayken, Léila’nın da desteğiyle ümit vaat eden bir kariyeri ve dolgun bir maaşı bırakıp serbest fotoğrafçı oldu. Genç çift, bütün birikimlerini fotoğraf ekipmanlarına yatırdı. Aynı yıl, bir fotoğraf dizisi hazırlamak için yola çıktılar, tabii ki Afrika’ya.     

Mülteciler Korem kampının dışında bekliyor, Etiyopya, 1984 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

Madenlerden Ormanlara: Hayata saygılı bir göz

Salgado, ilk büyük fotoğraf dizisini Afrika’ya adamıştı ancak Güney Amerika’yı da fotoğraflamak istiyordu. Kendi ülkesine gidemediğinden en azından “yakınlaşabilmek” için 1977-1984 yılları arasında sık sık Şili, Bolivya ve Peru’yu ziyaret etti. Nihayet 1979’da çıkan bir afla Brezilya’ya dönebildi ve kendi ülkesini fotoğraflamaya başladı. Daha sonra Ekvador, Meksika ve Guatemala’ya da gitti. Bu bölgede çektiği fotoğrafları, 1986’da “Diğer Amerikalar” adlı kitabında yayımladı ve aynı yıl Paris’te bir sergi açtı.

1984’te “Sınır Tanımayan Doktorlar” örgütünün kuraklıktan etkilenen insanlara gıda ve ilaç yardımı sağlamak için başlattığı kampanya kapsamında Mali, Etiyopya, Çad ve Sudan’a gitti ve on sekiz ay süren büyük bir fotoğraf projesi yürüttü. Hayatı boyunca da mültecilere dair birçok fotoğraf dizisi gerçekleştirdi.

Yemek dağıtılmasını bekleyen bir mülteci, Gundam, Mali, 1985 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

Salgado, hiçbir fotoğrafın tek başına dünyadaki yoksulluğa çare olamayacağını biliyordu. Ama metinlerle, filmlerle, insani yardım ve çevre örgütlerinin çabalarıyla birleşince onun fotoğrafları, ayrımcılığa karşı hareketin bir parçası haline geliyordu.[4] Batılı meslektaşlarının çoğu, Salgado’ya göre, kendilerini suçlu hissettikleri için yoksulluğun fotoğraflarını çekiyorlardı. Onda ise böyle bir suçluluk hissi yoktu, yoksulluk zaten onun geldiği dünyanın bir parçasıydı.

Yine de 1979’da Brezilya’ya geri döndüğünde gördüğü yoksulluk karşısında afallamıştı. Askerî rejim dönemi, Brezilya’nın küçük kırsal toprak sahiplerini mülksüzleştirmiş, yoksulluğu ve gelir dağılımı eşitsizliğini daha da artırmıştı.  

1980’de Lélia ile birlikte “İşçiler” adlı projelerini tasarlamaya başladılar. Salgado, bu proje kapsamında, 1986 ve 1991 yılları arasında, o sırada çalıştığı Magnum’un desteğiyle, yirmi beş ülkede yaklaşık kırk fotoğraf dizisi gerçekleştirdi. Avrupa’daki birçok endüstrinin bütün olarak taşındığı Çin, Endonezya ve Hindistan’a gitti. Projenin amacı, emeğe ve işçilere bir saygı duruşunda bulunmaktı.

1980’de Brezilya’nın kuzeyindeki Pará eyaletinde keşfedilen altın, yeni bir altına hücum hareketi başlatmıştı. Salgado, 1986’da buradaki dev açık hava madenini görmek için özel izin almayı başardı ve orada çektiği fotoğraflar, zengin olma umuduyla buraya akın etmiş binlerce işçinin içinde yaşadığı kölelik koşullarını gözler önüne serdi.

Açık hava madeni, Serra Pelada, Pará, Brezilya,1986, fotoğraf: @Sebastião Salgado

1993’te yayımlanan “İşçiler” adlı kitabının ardından, Salgado “Göçler” adlı projesine başladı. Doksanlı yılların ilk yarısında bütün dünyada 150 ila 200 milyon kişi kırsaldan şehre göç etmiş, kitleler gecekondu mahallerinde yoğunlaşmaya başlamıştı. Salgado, bu sefer de yerlerinden edilmiş insanların zorlu koşullara uyum sağlama konusunda sergiledikleri inanılmaz beceriye bir saygı duruşunda bulunmak istedi.

“Göçler” projesi, Salgado’nun altı yılını aldı. Bu süre zarfında Hindistan’dan Brezilya ve Irak’a kadar birçok ülkeye gitti. Mayıs 1994’te bu yolcukların birinde, Mozambik’e gitmek üzereyken on binlerce insanın Ruanda’dan Tanzanya’ya kaçtığını öğrendi ve iki ülkenin sınırına doğru harekete geçti. Salgado’nun bundan yirmi üç yıl önce, 1970’lerin başlarında keşfettiği ve âşık olduğu Ruanda, şimdi 20. yüzyılın en büyük soykırımlarından birine sahne oluyordu.  

Ruandalıların sığındığı mülteci kampı, Benako, Tanzanya, 1994 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

“Göçler” adlı kitabı 2000’de yayımlandı. Salgado, ülkesine döndüğünde fiziksel ve psikolojik olarak iyi değildi, Ruanda’da geçirdiği dokuz ay o kadar dehşet vericiydi ki bir noktadan sonra aklı ve bedeni çökmeye başlamıştı.[5] İşte tam da o noktada Léila, onu yeniden hayata bağlayacak bir proje önerdi: Salgado’ya ailesinden kalan zarar görmüş araziyi yeniden ağaçlandırmak!

Böylelikle Brezilya’daki ilk ulusal parkı yarattılar. Ormanı yeniden yaratmak, bir yaşam döngüsünü de yaratmak demekti. Yaptıkları araştırmaların ardından gezegenin yüzde 46’sının henüz dokunulmamış olduğunu keşfettiler. 2002’de “Genesis” fikri işte böyle doğdu. Salgado, en sıcak bölgelerden en soğuk bölgelere, çöllerden buzullara kadar gezegenin el değmemiş bölgelerine gidecekti.  Bu proje, gezegene bir saygı duruşu olduğu kadar tüm insanlara yapılmış bir çağrıydı: Vakit varken gezegeni korumak, gezegenle birlikte kendimizi de keşfetmek ve hepimizin aynı büyük yeryüzü sisteminin parçası olduğumuzu görmek için bir çağrı.[6]

Nenetler, Kutup Dairesi, Sibirya, Rusya, 2011 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

Cehennemin içinde cenneti inşa etmek

Wim Wenders’ın Salgado’yu anlattığı Toprağın Tuzu adlı belgeselinde söylediği gibi, “foto” Yunancada ışık demektir, “fotoğrafçı” da ışıkla yazı yazan kişi. Gerçekten de Salgado için fotoğraf, “edebiyat gibi bir şeydi”, yazarların kalemle söylediklerini o makineyle söylüyordu.[7]   

Onun fotoğrafları dünyanın çıplak gerçeğine ve gizli ihtişamına tanıklık ediyordu. Başlangıçta göstermek istediği şey, doğal güzellikler değil, insanları etkileyen açlık ve kuraklık oldu. Avrupalılara Afrika’yı, sömürülen dünyayı ve adaletsizliği göstermek istedi.

Sontag’ın dediği gibi, “Bir cehennemi göstermek, elbette, insanların o cehennemden nasıl çıkarılacağı konusunda herhangi bir şey anlatmaz bize.” Ancak o cehennemin görüntüleri, bize şunu söyler:

“İşte bu, insanların şevkle, kendilerini haklı ve üstün görerek yapabilecekleri şeyin resmidir. Bunu unutmayın.”[8]

Salgado, bize insanların sadece diğer insanlara değil tüm gezegene neler yaptıklarını gösterdi, yeryüzündeki cehennemi sergiledi. Öyle ki “Bu fotoğrafları çeken Tanrı mı yoksa Şeytan mı?” diye sormuştu Eduardo Galeano. Zira ona göre Salgado, “içeriden fotoğraf çekiyordu.”[9]

“Aslında ben fotoğraflarımı çekmeden çok önce fotoğraflarımın içindeydim” diyen Salgado, hayatı boyunca fotoğrafladığı o cehennemin en dibine kadar cesur adımlarla ilerledi. Doğduğu topraklara geri döndüğünde, son derece kötümser bir ruh hali içindeydi. İnsanların neler yapabileceğini görmüştü. Ve orada, içine doğduğu ama sonra kaybettiği cenneti yeniden inşa etti.  

Léila ve Sebastião Salgado, Instituto Terra, Brezilya

“Hayatım boyunca beni takip eden farklı ışıkları görmeyi ve sevmeyi burada öğrendim” diyordu doğduğu yer için.[10] Çocukken hassas cildini korumak için sürekli şapka taktığından ya da bir ağacın altında oturmak zorunda olduğundan “contre-jour” ile büyümüştü. Gün ışığını arkasına alarak, yani contre-jour gelirdi babası hep ona. Ters ışık, onun için sadece bir teknik değildi, çok güçlü bir tutkuydu, onun dili ve tarihiydi.

Onun ışığı başka bir ışıktı. İnsanları, rüzgârları, ağaçları, emeği, yaşamı ve ölümü birbirine bağlayan bir ışık…

O ışık, Salgado’nun siyah-beyaz fotoğraflarından süzülmeye devam ediyor ve Galeano’ya göre, bize “çöplerin arasına gömülü olan bir sırrı” anlatıyor:

“Salgado’nun kamerası şiddetli karanlığın içinde hareket ediyor, ışığı arıyor, ışığı takip ediyor. Işık gökyüzünden mi iniyor yoksa içimizden mi yükseliyor? Fotoğraflardaki o sıkışmış ışık anı – o parıltı – bize görünmeyeni, görüleni ama fark edilmeyeni; algılanmayan bir varlığı, güçlü bir yokluğu ifşa ediyor. Bize, yaşamanın acısı ve ölmenin trajedisi içinde gizlenmiş güçlü bir sihir, insanın dünyadaki macerasını iyileştirmek için harekete geçiren ışıklı bir gizem olduğunu gösteriyor.”[11]

Salgado’nun ışığı, içimizden yükselmeye ve bize yol göstermeye devam edecek.   


[1] Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, s. 101.

[2] Başkalarının Acısına Bakmak, s. 79.  

[3] Sebastião Salgado, Toprağımdan Yeryüzüne, çev. Ahmet Ergenç, Everest, s. 88.

[4] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 52.

[5] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 85.

[6] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 98.

[7] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 38.

[8] Başkalarının Acısına Bakmak, s.115.

[9] Sebastião Salgado, An Uncertain Grace - Essays by Eduardo Galeano ve Fred Ritchin, New York, Aperture, 1990, s. 7-11.

[10] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 19.

[11]  An Uncertain Grace - Essays by Eduardo Galeano ve Fred Ritchin, s. 8.

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi İktisat (İngilizce) bölümünde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya'da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde doçent olarak görev yapıyor. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Bilimler Köyü’nde Latin Amerika sineması

“Bölgesel çalışmalar” yabancı dil öğrenmeyi ve yurt dışında araştırma yapmayı mecbur kılan bir alan. Ancak buna imkânınız yoksa ve yine de Latin Amerika’ya daha yakından bakmak istiyorsanız o zaman iki önemli kılavuz sizi bekliyor: edebiyat ve sinema

Bir diktatörlük hikâyesi

“Diktatörler ve diktatörlükler mi bir köle nüfusunu yaratır, yoksa kölelerden oluşan bir topluluk mu diktatörleri doğurur?”

“Bir Nehir Değil, Bu Nehir!”: Arjantin’in karanlık suları

Gotikleşen doğa, sessiz fakat derin bir tehdit içerir. Vatoz, bu tehdidin simgesi gibi düşünülebilir. Nehirde gizlenir, görünmez ama oradadır...

"
"