08 Aralık 2024

Hayat dersi

Hekimlik, hikâyeyi kaybetmeden hikâyeye katıştırılırsa insana yaşamı derinden kavratır. Ama hikâyeyi kaybetmek için önce bulmak gerekir. Yaralanmaktan korkan ise kendi hikayesini de hikâyeyi de bulamaz

“Hayat okuyucusu olmayan bir yazar olmaya benziyor”
Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar, Esin Şenol

İlk kez ama anlaşılan son kez değil, bu yıl yaz başında, çoktandır aynı okulda, ben akademiye okul diyorum, birlikte çalıştığımız, öğrencim de olmuş olan hekimlerden şöyle bir mesaj aldım:

“Sayın hocamız, 25. mezuniyet yılımız için yapacağımız törenin açış konuşmasında bize bir hayat dersi anlatmanızı isteriz.”

Benim düsturum ise “bilen söylemez, söyleyen bilmez” diyen Yunus Emre’nin bu sözüdür.

Hiç kimse ne nasıl bir hayat yaşanılacağını ne de kendi yaşadığı hayatı, tüm cilalarından, yaldızlarından silkelenerek, içtenlikle, yalın gerçekliğiyle anlatabilir.

Özellikle bizim gibi kadınlık ezasına bulanmış coğrafyalarda kadınlığından sıyrılıp başarılarını anlatanlar ise yalnızca dürüstlüğe değil hayata da ihanet ederler.

 Keyifsiz, sakar bu 2024 yılının, hâlâ içimde kocaman bir delik gibi duran kaybım ve memleketteki genelgeçer dokunun eril vasatlığından payıma düşenle, takvimden düşmesinden medet umuyorum.

Takvim yılının bir suçu yok, olup biten bizatihi hayattır, bilirim de beni unutmak gibi acılı ve meşakkatli bir sürecin dehlizine çeken tüm deneyimler sanki bu yıla sıkışmıştı.

Büyük ihtimal, o telaşlı sürecin sonunda, hiç çıkamayacağımı bildiğim dehlizi duyumsarken fazlasıyla kırılganlaşmış duygusal durumum takvim yapraklarından taşmak, mazereti takvim zamanına saymak istiyordu.

Şimdi bu yıl biterken, bizim yarım küredeki en uzun gece de yaşanmazdan az önce, bu kez de 27. mezuniyet yılı töreninde bu dersi anlatıyorum.

Benim hoca, anlatıcı rolünü üstlendiğim bu deneyimin hem benim hem de öğrencim olarak benden insan hastalıklarıyla ilişkili türlü dersler dinlemiş olanlar için, en ilginç bölümü de bu tekrar karşılaşmalar ve hayat dersi anlatıcılığı diye düşünüyorum.

Çünkü ben, bazen küçük oğlumun bir huzursuzluğu ya da ateşli bir hastalığı, bazen de nasıl ödeneceği belirsiz bir taksitin endişesiyle uykusuz gecelerden kalma olsam da tekrarlanan o telaşlı sabahlarda, zihnimin esaretinden çoktan sıyrılmış, tek yaptığı, yapacağı bundan ibaret olan bir anlatıcı gibi karşılarında dururdum.

Göz hizasında durmaya özen gösterdim.

Hepsi öyle tanıdık yabancılardı ki…

Ama iletişimimiz nadir durumlar dışında ilişkiye evrilmezdi.

Şimdi bu vesileyle ben çeyrek asırdır çoğuyla görüşmediğim, her biri yalnızca gündelik giysilerinin değil “persona”larının da üzerlerine o beyaz önlüğü giymiş hekimlerle kendi çuvallamalarımı ve başarısızlıklarımı içtenlikle paylaşıyorum.

Zira zannediyorum ki aslında en büyük güç, yapabildiklerimizde değil yapamadıklarımızda, elimizde olmayanlarda yani onurlu hüsranlarımızda.

Ki o hüsranlardan kendime dair öğrendiğimi söze vursam;

“Zannettiğiniz kadar güçlü de cesur da değilim ama umduğumdan güçlü ve cesurum” derdim.

İkinci kitabımı yazarken, kendisi de hekim olan editörüm Altay benden özgeçmişimi istediğinde şöyle yazmışım:

“Altaycım, sıkıcı akademik kısımlar var onları çıkarabilirsin.”

Akademi ya da benim deyişimle okul, meslek yaşamımın en sevdiğim parçası aslında ama akademisyenlik yalnızca benim kim olduğum hakkında hiç kimseye fikir veremeyecek olan kimliğim.

Bir önceki buluşmada, Ankara’da serin o güz akşamında, unutuluş adasının kendiliğinden yetişmiş tropikal meyveleri gibi melez anılarla şenlenen soframızda fark ettim ki onlar benimle vedalaşmamışlar, ben onları uğurlamamışım.

Yurdun dört bir yanına dağılmışlar, siyasete atılanlar olmuş, hoyrat bir eril kuşatma altındaki cerrahi disiplinleri seçen ve orada yükselen kadın hekimler var.

Uzun süredir, otuz iki yıldır yaptığım hocalık nedeniyle bir merkez istasyonu gibiyim bir anlamda.

Gelenler ve gidenler…

Hepsi beni nerede nasıl bulacağını, ne zaman uğrayacağını, yaşanmışlıklarımızdan hangisinin anımsanacağını, hangisinin silikleşeceğini biliyor.

Benim onlara tekrar rastlamam tesadüflere, hangi “an”ların anı olduğunu anımsamam ise onların belleklerinden süzülenlere bağlı.

İster istemez, annemin bilinmeze gidiş dehlizinden yankılanan ve her vesile anımsadığım “hayat gidenlerle kalanlar arasında” sözü yüreğimi sızlatıyor.

Bilinmeyen o yere gidenleri de ürpererek anıyoruz.

Ama kalanlar başlarına gelen istenmeyenlerin üstesinden gelebilmişler ki yüzümüzü hafifçe üşüten bir Ankara akşamında gözlerimiz ışıldıyor, sözlerimiz telaşla sırasını bekliyor.

Pandemik tekinsiz zamanlardaki korkularını benimle aştıklarını, konuşmalarımı dinlemek için ekranlara yapıştıklarını böylelikle direnme gücü bulduklarını anlatıyorlar.

Aslında hayat dersini ben onlardan alıyorum.

Yol zafersiz ve zahmetliyken insan sık sık pişmanlık denilen o yakıcı duyguya uğruyor.

Ama şimdi anlıyorum ki bir başıma kendimi fırlattığım o yol düşündüğümden daha kalabalıkmış.

Hiç kimse geleceği öngöremez ve iyi ki de öyle…

Öngörenlerimiz dahil hangimiz yüzyılların en tekinsiz küresel afetini yaşayacağımızı ya da bu denli savrulacağımız bilebilirdik ki.

Kendi hayatlarımız dışında hiçbir şey elimizde değil.

Şimdilerde yalnızca mezun olup insanın gecesini gündüzünü, kişiliğini perdeleyen hekimliğin yollarında yürümüş olanlara değil, yeni öğrencilerimi de soruyorum.

“18 yaşında verdiğiniz bu çok cesur karar için sizi kutlarım da farkında mıydınız acaba?”

Gözlerini açıp sözlerimin devamını bekliyorlar.

“Tam on iki yıl sürecek ve pek de eğlenceli olmayan bir eğitim süreciyle geçecek gençliğiniz, zihniniz ve bedeniniz sıklıkla tükenecek, ben size hekimlik kutsal diyemem ama iyi bir insan olmanızı da sevmenizi da zorunlu kılıyor, sevmekten ve iyi bir insan olmaktan başka çareniz yok çünkü.”

Böylesi bir kararın daha o yaşta bilerek yapılmış bir seçim ile alındığına beni kimse ikna edemez.

Ama ben seçimlerimizin dahi elimizde olmadığını düşünenlerdenim.

Elimizde olan tek şey sevmek, sevebilmek.

Gelecek, geçmişin şimdiye değdiği anda geçmişin izdüşümünde kendini şekillendiriyor.

Şimdi karşımda oturan, derslerimin, çoğunun ilk ve tek yiyecekleri öğün olan öğle yemeğinin dağıtılacağı ilk saatlerden önce bitmesini uman öğrencilerimin gelecekleriyle ilgili neyi düşlediklerini merak ediyorum.

Ya da hangi düşlerinden, belki de düşlerden, vazgeçtiklerini…

Yeni başlayanlar, her an varoluşun koridorlarında süzülecekleri bu meslek nedeniyle sıkça yok oluşun çaresizliğiyle çarpışacaklarını da bilmiyorlar.

Umarım ki çaresizliğe, kayıtsızlıkla direnmeye kalkışmazlar.

Hayat ile aralarındaki duvarları mesleğin kibriyle yükseltmezler.

Hekimlik, hikâyeyi kaybetmeden hikâyeye katıştırılırsa insana yaşamı derinden kavratır.

Ama hikâyeyi kaybetmek için önce bulmak gerekir.

Nasıl severim Jung’un “yaralı şifacı” sözünü.

Yaralanmaktan korkan ise kendi hikayesini de hikâyeyi de bulamaz.

Esin Şenol kimdir?

Esin Şenol, lise eğitimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra, tıp eğitimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1987 yılında tamamlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı'nda Araştırma Görevlisi olarak uzmanlık eğitimine başlamıştır. 

Aynı anabilim dalında 1992 yılında ihtisasını tamamladıktan sonra uzman olarak göreve başlamış, 1995 yılında yardımcı doçent, 1996 yılında doçent, 2003 yılında da profesör unvanlarını almış ve 2009-2013 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yapmıştır. 

1999 yılında Tufts University, New England Medical Center, Boston/MA'da "Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi"nde Research Fellow (Araştırma Asistanı) olarak çalışmıştır. Halen kanser hastalarının infeksiyon izleminde konsultan olarak görev yapmakta ve bu konuda araştırmalarını sürdürmektedir.

Prof. Dr. Esin Şenol, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji Anablim Dalı Öğretim Üyesidir.

Ayrıca bağışıklama ve özellikle erişkin aşılması ile ilgili çalışmalar yürütmekte olup,

Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı bünyesinde Türkiye'deki ilk "Erişkin Aşı Merkezi" kurmuştur. 

2013 yılında KLİMİK (Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları) Derneği alt grubu olarak, Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu (EBÇG) kurmuş ve halen başkanlığını yürütmektedir. 

Ayrıca; Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Komite (2005-2007), Gazi Üniversitesi Akademik Değerlendirme ve Akreditasyon Ofisi (GÜADEK) –Kurucusudur (2005-2007).

Gazi Üniversitesi - Avrupa Üniversiteler Birliği ve Bolonya Süreci Kurucusu (2005-2007) ve 

Febril Nötropeni Derneği Genel Sekreterliği (2005-2011) yürütmüş olduğu diğer görevlerdir.

TTB_Pandemi Çalışma Grubu üyesidir.

ATO Onur Kurulu Üyesi olarak çalışmıştır (2020-2022).

ATO-Yönetim Kurulu Üyesi (2006-2008) olarak çalışmıştır.

Halen T24 ve Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

Yabancı dili İngilizce olup evli, 1 çocuk annesidir.

Dünya Kitle İletişim Vakfı tarafından gerçekleştirilen 31. Ankara Uluslararası Film Festivali (3-11 Eylül 2020) ve 32. Ankara Film Festivalı (4-12 Kasım 2021) Düzenleme Kurulunda yer almıştır.

33. Ankara Film Festivalı (3-11 Kasım 2022) Düzenleme Kurulundadır.

İlgi alanları, sinema, yelken ve edebiyattır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Lavanta kokulu özlemler

Yazgımızın hep bir şeyi özlemek olduğunu biliyorum ama özlediklerimiz bulmayı düşlediklerimiz mi eksiltip yitirdiklerimiz mi, bunu bilmiyorum

Yılın tam bu zamanları

Hep kalmak ihtimali olanları düşünüyor ve vefayı kutsuyorum. Henüz devrini tamamlamamış yılları birbiri peşi sıra çevirirken, hem bilincimizin sınırlılığını hem hiçbir şeyin elimizde olmadığını bir kez daha duyumsuyorum

Bu da geçmiş oldu

Fark ettim ki son onlarca yıl her biten yılın sonunda yüksek ihtimalle yaşanmışlıklarla yüklenmiş belleği silkelemek için geçip gitmekte olan yıla söylenmişim. Demek ki daha iyisinin olacağından umudu hiç kesmemişim

"
"