01 Haziran 2025

Tehlikeli masumiyet

Sadece suç mahalli değil suç mahalleleri sardı kentleri ve dahi sığınağımız olan sanatı, edebiyatı. Kötülük çalışmalı, ne kadar sınırsız ve ne kadar yakın olduğunu tez kavramalıyız

Bir konferans için gittiğimiz KKTC’de, üniversiteden merkeze gitmek için bir taksi çeviriyoruz. Niyetimiz akşamüstü Lefkoşa’yı dolaşmak.

Üniversitenin kampüsü uluslararası yolcu alan bir tren istasyonunu andırıyor.

Kafeler, kantinler, sanki bir geçiş anında donmuş da zaman dolduruyorlarmış izlenimini veren gençlerle dolu.

Taksi geliyor, sesi sigaradan boğuklaşmış, tüm yüz hatlarına da çökmüş bir kasvetin gölgesinde kalmış gibi gri benizli şoför, ne için geldiğimizi soruyor.

Pediatrist arkadaşım “aşıları anlattık” diyor.

“Hepimizi zehirlediler o aşılarla, şimdi yeni bir salgın salarlar” diyor.

Tüm başına gelmiş ve gelecek olanları derdest edeceği o hikâyeye yapışmış.

Pediatrist arkadaşım sinirleneceğim diye tedirgin gülümseyerek “boş ver “işareti yapıyor.

Ben zaten çoktan boş verdim.

“Pek zehirlenmiş gibi değilsin, bak sapasağlam işinin başındasın” diyorum, “ayrıca seni zehirleyerek ne elde edecekler ki?”

Sistemsel kötülüğü, aklın alamayacağı sınırları zorlayan kötülükleri seziyor aslında ama bu içgörü direnişe, kavrayışa değil, koyu, ağır, yüksek ihtimal ölümcül bir kasvete evriliyor.

“Doğru diyorsun abla da biz de kime inanacağımızı şaşırdık” diye sürdürüyor.

“İstediğine” diyorum, tek sözcük daha edesim yok.

O sürdürüyor “beş çocuğum var biri madde bağımlısı oldu” diyor, “okula diye verdik çocuğumu maddeye alıştırdılar.”

İrkiliyorum...

Arkadaşım derin bir sohbete başlıyor...

“Okulda önce bedava veriyorlar sonra da sigaradan ucuza satıyorlar, defalarca Türkiye’ye götürdük iyileşmiş gibi oldu sonra yine başladı” diyor.

Parmağıyla uzaktaki bir tepeyi gösterip, “şu tepede yaşayan bir hoca var, ona götürüyoruz şimdi, ayda 32 bin TL” diyor.

“Ne hocasıymış” diyorum.

“Bilmiyorum ki abla bu konularda iyiymiş dediler” diyor.

“Pekiyi iyileşiyor mu” diyorum.

“Biraz iyileşiyor sonra yine o hali geliyor, delirmiş gibi” diyor.

Kumar turizmi ve tuhaf bir eğitim ticareti sinmiş bu adada başka neye denk gelecektik ki...

Tehlikeyi sezmiş ama ortasında kaldığı türlü tehlikeyle nasıl baş edeceğini bilmeyen ölümcül bir masumiyeti var.

Bir önceki konuşmam için gittiğim Antalya’da beni alan genç kadın şoförü düşünüyorum

Zarif, akıllı bir kadın.

İlgilendiğimi belirtmek için “Sen misin şoförümüz” diyorum gülerek

Gülümseyerek adını, gideceğimiz yolun tahmini ne kadar süreceğini, orada kalacağım sürede beklenen hava durumunu söylüyor.

Aslında anaokulu öğretmeni olduğunu ama pandemide okul kapanınca kapının önüne konulduklarını anlatıyor.

“Bir kuruşsuz bıraktı o devlet bizi, bir paket makarnaya muhtaç oldum, yardım için gittiğim kurumun önünde arabalarıyla kuyruk olmuşlara erzak verdiler, beni muhtaç saymadılar” diyor.

Sessizce dinliyorum...

“Ben 38 yaşındayım”, aslında öyle genç duruyor ki şaşırıyorum, “bekarım, 18 yaşında kızım var, tek amacım para biriktirip onu bu ülkeden kurtarmak” diyor

“Ondan sonra isterlerse öldürüp leşimi yolun kenarına bıraksınlar” diye iç dökerken bir yandan çaresizce en korktuğu tehlikeye meydan okuyor.

Aldığı 30 bin lira maaş ve 18 saatlik mesaiyle sezdiği, kavradığı ve deneyimlediği tehlikelere ve çalışarak tüm borçlarını ödediği, ona borçlu olan devlete karşı, düş gibi bir direnişe sığınmış.

Henüz aile yılı ilanının “çok doğurun” buyruğuyla imzalandığı bu esnada, Nijerya, Şanlıurfa gibi yoksul, çocuk kadın evlilik oranları yüksek olan yerlerdeki çocuk doğurganlık oranlarının neden yüksek olduğunu açıklamak için yazdığım yazıya düştüğüm şu notu anımsıyorum:

“Kendi bedenlerini ve doğacak çocuklarının sağlığını feda ederek bir anlamda telafi ediyorlar; ölecek çocuklarını çok doğurarak telafi ediyorlar ve eğer yaşlanabilirlerse çaresiz kalacaklarını sezdikleri geleceklerinde o çocuklardan birine kendilerine baktırmak umuduyla çaresizliklerini telafi ediyorlar.”

Bu yazının başlığı olan “Tehlikeli Masumiyet” (The Ballad of Jack and Rose filminin Türkçe başlığı) klişe olmuş bir film adı.

Dış dünyanın kötülükleriyle yüzleşen bir baba kızın karmaşık, sarsıcı öyküsü.

Ama bu başlığın benim kulağımı çınlatma sebebi olağan bir rastlantının bilincime süzülen o olağandışı fısıltısı.

Onu “Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar” romanımda bir mavi sakal olarak kurguladım zaten.

Bir sağlık sorunu nedeniyle rastlaştığımızda, hem hekime hem kadına düşkün olduğu anlaşılan o edebiyatçı, sigarasından derin bir nefes çekip şu sözcüğü alnımın ortasına nişan almış gibi fırlatmıştı.

“Kızım seninki tehlikeli masumiyet, salak olmak ihtimalin yok, ahmak olmak ihtimalin de yok sen kötülüğün ne olduğunu bilmiyorsun ki bu pek tehlikeli, nasıl geldin bu yaşa sen” deyivermişti...

Aramızdaki kısa süreli ve yüzeysel dostlukta, sözlerinden etkilendiğimi ve derin bir ilham kaynağına evirdiğimi biliyor mudur bilmiyorum.

Sanki o sözcükleri alnımın ortasında bir ışık çaktı ve mitokondrilerimdeki evrimsel bir mirasın ayılmasına vesile oldu.

Yıllar sonra bir roman yazacağımı ve o romanda ondan ilham aldığımı biliyor mudur bunu da pek merak etmiyorum...

Çünkü tanıdık bir yabancı olarak kalması gereken ve yazgısal bir ilişki kurulmayacak olanlardandı.

Bu adamın kendine yarattığı “persona”sıyla, gerçek benliği arasındaki uçurum pek çok kadını yutuyor olmalıydı.

Kadın kimliğimle ilgilendiğini belli etmemeye çalışarak sinsice ruhumu istila etmeye çalıştığını anlayınca sessizce ve nazikçe iletişimi kesmiştim.

Kötülüğü yeterince bilmiyor olsam da tehlikeyi seziyordum çünkü

Ülkede eli kalem dahi tutamayanların yazmaya çalıştığı cümlesiz senaryoların dikte ettiği korkunç bir gündem ve ancak kötülük, ahmaklık ve alçaklıkla anlatılabilecek tuhaf bir zamana sıkıştık hakikaten.

Sadece suç mahalli değil suç mahalleleri sardı kentleri ve dahi sığınağımız olan sanatı, edebiyatı.

Kötülük çalışmalı, ne kadar sınırsız ve ne kadar yakın olduğunu tez kavramalıyız.

Kendine bir “persona” yaratıp ülkenin iddialı yazarlarını, düşünce insanlarını dahi şaşırtan o kötülüğün sessizce seyredilemeyeceğini, o vitrinde durulamayacağını ama belki bir gün ve hatta mutlaka yazılarak anlatılması gerektiğini düşünüyorum.

Eksik dilek fıkrası gibi bir iyimserlikle başladığım yazmak yolculuğumu “bir aile” gibi dediğim yayınevinden ayırırken, ailenin ne denli toksik olabileceğine dair bilişimi sislendirenin de bir anlamda masumiyet olduğu söylenilebilir.

Kitabın basım heyecanıyla gittiğim İstanbul’da uğradığım yayınevindeki umutlu başlangıcı, annemin ölüm haberi gölgelemişti.

Tehlike algılarına sığınarak korunan, beni tüm kötülüklerden uzak tutarak masumiyetimi kuran annem sıkça “hayvan insandan daha asil, insan ne ki” der durur ve beni kızdırırdı.

“Haklısın” diyemeyeceğim ama “çok özleniyorsun onu bil” diyeceğim.

Ve yanılmalarımdaki üzüntüyü yenilmeye evirmeyen mitokondrilerine şükran duyacağım.

Çünkü madem bu kötü, bu eşine az rastlanılır kötülük edebiyatın eşik bekçiliğine niyetlendi, onu anlatmak yazmak zamanı çoktan gelmiş demektir.

Esin Şenol kimdir?

Esin Şenol, lise eğitimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra, tıp eğitimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1987 yılında tamamlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı'nda Araştırma Görevlisi olarak uzmanlık eğitimine başlamıştır. 

Aynı anabilim dalında 1992 yılında ihtisasını tamamladıktan sonra uzman olarak göreve başlamış, 1995 yılında yardımcı doçent, 1996 yılında doçent, 2003 yılında da profesör unvanlarını almış ve 2009-2013 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yapmıştır. 

1999 yılında Tufts University, New England Medical Center, Boston/MA'da "Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi"nde Research Fellow (Araştırma Asistanı) olarak çalışmıştır. Halen kanser hastalarının infeksiyon izleminde konsultan olarak görev yapmakta ve bu konuda araştırmalarını sürdürmektedir.

Prof. Dr. Esin Şenol, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji Anablim Dalı Öğretim Üyesidir.

Ayrıca bağışıklama ve özellikle erişkin aşılması ile ilgili çalışmalar yürütmekte olup,

Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı bünyesinde Türkiye'deki ilk "Erişkin Aşı Merkezi" kurmuştur. 

2013 yılında KLİMİK (Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları) Derneği alt grubu olarak, Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu (EBÇG) kurmuş ve halen başkanlığını yürütmektedir. 

Ayrıca; Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Komite (2005-2007), Gazi Üniversitesi Akademik Değerlendirme ve Akreditasyon Ofisi (GÜADEK) –Kurucusudur (2005-2007).

Gazi Üniversitesi - Avrupa Üniversiteler Birliği ve Bolonya Süreci Kurucusu (2005-2007) ve 

Febril Nötropeni Derneği Genel Sekreterliği (2005-2011) yürütmüş olduğu diğer görevlerdir.

TTB_Pandemi Çalışma Grubu üyesidir.

ATO Onur Kurulu Üyesi olarak çalışmıştır (2020-2022).

ATO-Yönetim Kurulu Üyesi (2006-2008) olarak çalışmıştır.

Halen T24 ve Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır.

Yabancı dili İngilizce olup evli, 1 çocuk annesidir.

Dünya Kitle İletişim Vakfı tarafından gerçekleştirilen 31. Ankara Uluslararası Film Festivali (3-11 Eylül 2020) ve 32. Ankara Film Festivalı (4-12 Kasım 2021) Düzenleme Kurulunda yer almıştır.

33. Ankara Film Festivalı (3-11 Kasım 2022) Düzenleme Kurulundadır.

İlgi alanları, sinema, yelken ve edebiyattır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yüreğimdeki Nisan

Yüreğimdeki Nisan yakında, çok yakında... Çocuklarımız hapis yerine umutsuzluk yerine aşka, şiire düştüğünde…

Kadın olmak sancısı

Kadın olmak sancısını aşabilmek, tıbbın damgalı tarihçesini aşabilmesine, feminist hareketin kadın sağlığı konusundaki eylemliliğine bağlı. Türümüzün geleceği için daha çok kadın hekim, daha çok kadın sağlıkçı olmalı

Şiir seven bir hekim ve şair; her şey şiirdir

Son yüzyılların en istilacı ulusunun sloganı olunca soğuduğum rüya sözcüğünü düş ile takas ederek, geleceği düşlerken de hiçbir şekilde kurtarılamayacağını ama vefa ile korunulacağını düşündüğüm geçmişin gölgesini sipere alarak ufka bakmaya çalışırım

"
"