18 Mayıs 2025
Hasan Cemal
Kimileri çok eleştirdi, 'yetmez ama evet' dediği için, AKP'ye zamanında destek verdiği için, Kürt meselesine bakışı için...
Peki şimdi yeni bir 'barış' zamanında Hasan Cemal ne düşünüyor? Onu eleştirenlere nasıl cevap veriyor. SRC Kitap’tan güncellenmiş baskısıyla yeniden yayımlanan Kürtler kitabı vesilesiyle buluştuğumuz Hasan Cemal'e her şeyi sordum.
- Türkiye’de Kürt meselesi de, Maalouf’un ‘ölümcül kimlikler’ kitabında tanımladığı gibi bir kimlik kapanına mı sıkıştı? Kimliğin aidiyete indirgenmesi, hem devlet aklında hem de muhalif siyasette nasıl bir çıkmaz yarattı sizce?
Vallahi, Kürt meselesinde kimlik çok önemli bir rol oynadı; çünkü kimlik inkârı bu meseleyi sürekli diri tutuyor. Bana sorulduğunda, Cumhuriyet’in kuruluşundaki temel bir yanlıştan başlarım. O da şu: “Kürt yok, Türk var. Kürtçe yok, Türkçe var.” Bu anlayış, Kürt meselesinin tohumlarını attı. Cumhuriyet’in kuruluşu elbette büyük bir devrimdir. Türkiye’nin yüzünü Batı’ya, Avrupa’ya çevirmesi çok önemliydi. Bunu tartışmam. Ama işin eksileri de var. En büyük eksilerinden biri de bu. Ben Kürt meselesini, insanlarla sohbet ederek, Kürtlerin acılarına dokunarak, onları anlamaya çalışarak öğrendim. Karşıma hep aynı şey çıktı: Çocukken ilkokula giden Kürt çocukları, Türkçe konuşmadıkları için dayak yedi. O aşağılamayı hiçbir zaman unutmadılar. Kürt meselesinin kaynağı burada başlar. Kimlik meselesi, kültürün inkârı hâlâ devam ediyor. Bugün de öyle. O yüzden şiddet durduğunda, PKK kendini feshettiğinde, ki bu ikisini de yapacağını söyledi geriye Kürt meselesi kalıyor.
- Peki, bundan sonra ne olacak?
Yıllar önceydi. 80’lerin sonu, 90’ların başı… Ankara’da bir Amerikan Büyükelçisi vardı; Morton Abramowitz. Kısaca Mort derdik. Çok önemli bir diplomattı, Amerikalıydı. Bir gün bana şöyle dedi: “Hasan Cemal, Türk Devleti günün birinde PKK’yı bitirebilir. Peki ya Kürt sorunu ne olacak?” Bugün geldiğimiz nokta tam da bu. Kürtler kitabını güncel kılan da bu.
- PKK’nın ateşkes ilan ettiği, kendisini feshettiğini açıkladığı bir dönemdeyiz. Bu yeni süreci umutla karşılıyor musunuz?
Duyduğumda, Bahçeli’nin çağrısına verdiğim ilk tepki şöyleydi: “Barış sözcüğü ile Bahçeli’yi, barış sözcüğü ile Erdoğan’ı yan yana getiremem. Çok zor benim için.” Ama söz konusu barış olunca, bir kredi açıyordum. Bekliyordum. Bugün geldiğimiz noktada da bu umudumu koruyorum. Nihayetinde konuşulacak çok şey var. Ama şimdi karşımda bir Kandil var. Bildiğim, tanıdığım örgüt diyor ki: “Ben silahı bırakıyorum. Kendimi de feshediyorum.” Bundan sonrasını göreceğiz. O adımı attıkları andan itibaren, şimdilik açıklama var ama adım atıldığı anda– Erdoğan’a sorma hakkımız var: “Peki ya demokrasi? Terörsüz Türkiye güzel, ama demokratik Türkiye ne olacak?” Onu sormaya hakkımız var.
- Birkaç ay önce röportajınızda okumuştum. "Demokraside düzeltme olmadığı sürece Kürt sorununda mesafe alınmaz" demiştiniz. Bugün hangi noktada duruyorsunuz. PKK kendini feshetti. Ama yine de sürece karşı ihtiyatlı mısınız?
Her zaman ihtiyatlı olmak lazım. Sorular bitmiyor. Bu sürece, yani yeni döneme - adını İmralı süreci koyalım- karşı olanlar var. Ve bu karşı olanlar, süreci çıkmaza sokmak için her türlü provokasyonu yapabilir. Bu provokasyonların içinde siyasal cinayetler, suikastlar, bombalar, hepsi olabilir. Ama bir gerçek var: Silahın miadı doldu. On küsur yıldır bu böyle. PKK’nın silah bırakması lazım. Silahlı mücadeleyle, şiddet ve terörle bir yere varılamaz. Bundan sonra siyaset yoluyla ilerlemek gerekiyor. PKK silahı bıraktığında, kendini feshettiğinde Kürt siyasal hareketi daha da güç kazanacak. Daha inandırıcı olacak. Çünkü bugüne kadar iktidar ne yapıyordu? Erdoğan, karşısındakine “Sen terör örgütünün uzantısısın” diyordu. O yüzden PKK’nın silah bırakması, Kürt siyasal hareketini güçlendirir. Ama hâlâ soru işaretleri var. “Oldu da bitti, maşallah” diyemeyiz.
- Peki, geçmişin acılarına takılı kalmadan barışı nasıl kurarız?
Acıların esiri olduğun vakit geleceği kuramazsın. Acıların esiri olduğun vakit barışı da kuramazsın. Dünyada bunun pek çok örneği var. Mesela Güney Afrika. Siyahların çektiği acıları düşün. Hapisten çıkan Mandela kaç yılını cezaevinde geçirdi? Büyük acılara tanık oldu ama çıktı, barış yaptılar. Çünkü acıların esiri olmadılar. Aynı şey Kuzey İrlanda barış sürecinde de oldu. Tony Blair “Tarihi eli omzumda” dedi ve barışı gerçekleştirdi. Acıların üstüne çıktılar. II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa Birliği’nin kuruluşu da böyle. Düşünsene, o acılar, ölüm kampları, 40 milyon insanın ölümü... Ama Almanlar ve Fransızlar oturdular, barışı gerçekleştirdiler. Eğer acıların esiri olsalardı, bir araya gelip barış yapamazlardı. Acıların esiri olsalardı tarihin belki de en büyük barış projesi Avrupa Birliği tarih sahnesine çıkamazdı
- Öcalan’la yaptığınız görüşmelerden sizde ne kaldı? O günkü Öcalan'la bugünkü Öcalan arasında nasıl bir fark var?
Şunu söyleyeyim. Öcalan, tarihin kendisini ıskalayıp geçmesine izin vermedi. Ne demek istiyorum? Birçok şeyi gördü, anladı. Yaşadığı ve yaşanan acılardan ders çıkardı. Eğer çıkaramasaydı, 2013’te Diyarbakır meydanında okunan o mektubu yazmazdı. O mektupta şöyle diyordu: “Silahı bırakmazsan, tarih seni aşar geçer. Tarihin çöp tenekesinde kalırsın.” Oraya kadar getirdi lafı. Demek istediğim şu: Öcalan, hem kendi yaşadıklarını hem Türkiye’yi tarihin içinde doğru yere oturttu. O yüzden daha o zaman silah bırakma çağrısı yapmıştı. “Bırak silahı, siyaseten mücadele edelim.” Doğruydu. Ama Erdoğan, kendi dar siyasi çıkarlarını düşünerek bu süreci bitirdi. Erdoğan, “Bu bana siyaseten yaramıyor, oy kaybettiriyor” dedi ve tekmeyi vurdu.
- Öcalan, 1993’teki röportajınızda, “Tüm dünya beni tanıdı ama Türkiye tanımıyor” diyor. Bugün geldiğimiz noktada, devletin onu tanıması barış sürecinde bir fark yarattı mı?
Her şeyden önce, Türk devleti onu tanıdı. “Gel bakalım, konuşalım” dedi. Bu noktaya nasıl gelindiğini de unutmamak lazım. Orada da PKK’nın silahlı mücadelesi devreye giriyor. Kitabımda da belirttiğim gibi, terör ve şiddet eylemleri, bir yerde İmralı’nın, yani Öcalan’ın tanınmasını sağladı. Bu gerçeği de göz önünde tutmak lazım. Haklıdır Öcalan. 1993’te de bana söylemişti: “Kürt realitesinin tanınmasını sağladılar.” Evet, dağdaki silahlı mücadeleleri, şiddet ve terör eylemleri, Kürt kimliğinin, Kürt realitesinin tanınmasını getirdi. Kürt sorununun gündeme girmesi böyle oldu. Kim ne derse desin. Olmasa girmezdi Kürt sorunu Türkiye’nin gündemine.
- Her iki taraf için de silahlı mücadelenin çıkmaz olduğu en büyük gerçek. Kürt analar, Türk analar, ailelerin anlattıkları yaktı yüreğimi. “Bu kitap sadece Kürtlerin değil, Türklerin de kitabı” dediniz. Peki, bu süreçte iki tarafın acılarını dinlerken, devletin rolünü nasıl tanımladınız?
Ebru, her iki tarafı da anlamaya çalıştım. Bu kitabı Türklerin de okuması gerekiyor. Her adımda, devletin PKK’ya karşı mücadelesinin meşru ve haklı olduğunu söyledim. Ama orada durmadım. Devlet bu mücadeleyi verirken, insan hakları ve özgürlükler meselesi var. Orada öyle işler yaptı ki devlet, dağın yolunu açtı. Sadece Diyarbakır Askeri Cezaevi örneği yeter, 12 Eylül döneminde tam bir kepazelikti. Orası uygulanan şiddetle adeta “gerilla hazırlayan, dağa çıkmayı kışkırtan bir okula” dönmüştü. O kadar acı, o kadar işkence. Bu arada devlet tarafı da diyecektir ki: “Ya bizim şehitlerimiz? Bizim gazilerimiz? Biz orada mücadele ettik.” Bunu reddetmek mümkün değil. O yüzden ben o mücadeleye de haksız demedim. Haklı dedim. Gayrimeşru demedim, meşru dedim. Ama büyük bir kanlı altüst oluş yaşandı. O yüzden bunu bir kan davasına dönüştürmek değil, bütün bu acıları göz önünde tutup devam etmek gerekiyor.
- Diyarbakır’da halkla birebir temaslar kurdunuz. Bu temas vicdanınızda nasıl bir iz bıraktı?
Vicdanlı olmaya gayret ettim. Hiçbir şeyi kitap okuyarak öğrenmek mümkün değil. Diyarbakır çarşısında dolaştım. Okul çocuklarının arasına, lise öğrencilerinin arasına karıştım. Esnafla konuştum. Sabahın köründe Nuri Usta’nın çay ocağına gidip otururdum. Orası adeta bir üniversiteydi. Onların söylediklerine kulak verdiğimi hiç unutmam. Bir gün orada sakallı bir dede vardı. “Michael Jackson konser veriyor. Peki, Şivan neden konser vermiyor? O da bir konser verse” dedi. Sonra Şivan (Perver) gerçekten geldi, konser verdi. O anı unutamam. Orada bir vicdan arayışı vardı. Bir eşitlik arayışı. Neyse... Yıllar böyle geçti kızım.
- Yıllardır bitmedi sizinle hesaplaşma biliyorum, ama sormak zorundayım. Yıllar önce Erdoğan'ın ‘Hasan Abisi’ iken ve ona büyük bir destek verirken, sonrasında tam karşısında yer aldınız. Bu nedenle çok suçlandınız. Hâlâ bazı kesimlerin gözünde “AKP'yi iktidara taşıyan değirmenin suyunu taşıyanlardansınız”. Bu konuda "anlaşılamadım" gibi bir kaygınız var mı? Ya da "nasıl isterlerse öyle düşünsünler mi" sizin durduğunuz yer?
Valla nasıl düşünürlerse düşünsünler diyorum. Çünkü ben o zaman ne yaptığımı biliyordum, bugün de biliyorum. O dönem verdiğim desteği bugün de açıklayabilirim. Erdoğan’a o zaman da söyledim: “Yaptıklarına bakacağım. Söylediklerine değil, icraatına.” Bu yaptıkları demokrasiye, hukuka, özgürlüklere uygunsa, destek vereceğim. Değilse eleştireceğim. 1996’da Nilgün Cerrahoğlu’na Milliyet’te bir demeç vermişti. Demişti ki: “Demokrasi bir amaç değil, araçtır bizim için. Bir istasyona geldiğimizde ineriz.” Bu sözleri çok ağır eleştirdim. Yazılarım hâlâ arşivde duruyor. Sonra 2002 seçimlerini kazandılar. O zaman yine bir yazı yazdım. “Demokrasi, araç mı, amaç mı? Şimdi iktidara geliyorsun. Attığın adımlara bakacağım” dedim. Erdoğan’ın ilk dönemi öyleydi. Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi alındı. O müzakereler, önceki Ecevit-Bahçeli-Mesut Yılmaz koalisyonunun hazırladığı Avrupa Birliği programının devamıydı. O program, Türkiye’yi demokrasiye, hukuka, özgürlüklere açan bir programdı. Erdoğan bunu devam ettirdi. Aynı dönemde Kemal Derviş’in ekonomik programını uyguladılar. Enflasyon düştü, yabancı sermaye akışı arttı. 2004’te AB’den müzakere tarihi alındı. Tam üyelik görüşmeleri başladı. Sonra Diyarbakır’a gitti Erdoğan ve dedi ki: “Kürt sorunu, bizim de sorunumuzdur. Devletin de sorunudur. Hatalarımız var. Bunları düzelteceğiz.” O zamana kadar İmralı ile yapılan görüşmeler tamamen askerin kontrolündeydi. Erdoğan, bunu değiştirdi. Sivil iradeyi devreye soktu ve Öcalan’la görüşmeler MİT eliyle yürütülmeye başladı. Yani İmralı, askerin tekelinden çıkarıldı. Daha da önemlisi, ilk kez Oslo barış sürecini başlattı. PKK temsilcilerinin karşısına istihbaratçıları değil, kendi temsilcisi -o sırada Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı’ıydı- Hakan Fidan’ı gönderdi. Bu, o dönem için önemli bir adımdı.
Dediğim gibi bu süreçte, 2004’te AB ile müzakere tarihi alındı. Tam üyelik müzakereleri başladı. Bir yandan AB süreci, bir yandan ekonomi... Türkiye o dönemde ekonomik olarak uçuşa geçti. Enflasyon düştü, yabancı sermaye akışı arttı. Buna baktığında gerçekten etkileyici bir dönemdi. O süreçte ben de bunları destekledim. Ama bu destek, hiçbir zaman kayıtsız şartsız olmadı. Erdoğan’a siyah-beyaz bir destek vermedim. Yanlışlarını da hep eleştirdim.
“Hasan Abi” meselesi de şöyle: 2006 yılında Amerika’ya gidiyorduk. Yanımızda birkaç gazeteci daha vardı. Uçakta bir soru sordum, Erdoğan bana “Hasan Abiy” diye cevap vermeye başladı. Yanında Ertuğrul Özkök de vardı. Ertesi gün Hürriyet’in manşeti: “Hasan Ağabey.” Ancak o süreçte bile desteğim hiçbir zaman sınırsız olmadı. 2006’nın sonunda, 2007’nin başında bir yazı yazdım. O yazının başlığı: “Erdoğan, demokrasi sınavından geçer not alamadı.” Bu eleştirilerim, otobiyografi kitabım “Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor” adlı kitabımda da ayrıntılı şekilde yer alır. Orada da Erdoğan’ın demokrasi sicilini, Kürt meselesindeki adımlarını, AB sürecini anlattım.
Desteğim hiçbir zaman Erdoğan’ın kişiliğine yönelik değildi. Yaptıklarına baktım, söylediklerine değil. Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi alınması, İmralı’nın askerin tekelinden çıkarılması, Oslo sürecinin başlaması, ekonomik reformlar... Bunlar desteklediğim adımlardı. Ama aynı dönemde “Demokrasi bizim için bir araçtır” diyen Erdoğan’ı da eleştirdim. Çünkü o cümle, her şeyin habercisiydi. “Bir istasyona gelince trenden ineriz” demesi, demokrasiyi amaç değil araç olarak gördüğünü açıkça ortaya koyuyordu. 2006’ya kadar bu adımları izledim, destekledim ama 2006’dan sonra işler değişmeye başladı. O noktada da eleştirilerim arttı. 2007’nin başında yazdığım yazıda Erdoğan için şunu söyledim: “Demokrasi sınavından geçer not alamadı.” O yazı hâlâ arşivde duruyor. Bütün o süreç, yazdıklarımdan izlenebilir.
- 12 Eylül 2010’daki -yargının da yeniden şekillendirildiği dönem- anayasa değişikliği referandumunda “Yetmez ama Evet” demiştiniz. Bugünden bakınca nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunu bin kere açıkladım. Ama yine açıklayayım. “Yetmez Ama Evet” dediğim dönemde de aynı çerçevedeydim, bugün de aynı yerdeyim. O günlerde de söyledim: “Erdoğan’ın demokrasi, hukuk, özgürlüklerle ilgisi yok.” Erdoğan’ın tek derdi kendini kurtarmaktı. 19 Mart darbesini de bunun için yaptı. Ama o darbe geri tepti. Bu süreçte, CHP’de yaşananlar beni çok umutlandırıyor. Özgür Özel, partinin üzerindeki ölü toprağını attı. Liderleşti. Geleceğe dair umutluyum.
- Özgür Özel’in liderlik performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Beğeniyorum, liderleşti. Kolay bir iş değil yaptığı. Öbür tarafta İmamoğlu’nu zaten önemsiyordum. Şimdi daha da çok önemsiyorum. Sonra 31 Mart yerel seçim zaferi. Halk iradesinin 19 Mart darbesi sonrasında patlayan demokrasi talebi. Bunların hepsi bende yıllar sonra Türkiye’nin geleceğine dair bir iyimserlik yarattı. Türkiye’nin başındaki zamane diktatörüne karşı bir umut doğdu.
- Kürtler’den önce yayımlanan son kitabınızın adı ‘Zamane Diktatörleri’ diyorsunuz. Otokrat değil de neden zamane diktatörü?
Henüz çıplak diktatör değil. Bir adım kaldı o noktaya. Çıplak diktatör olsa biz burada konuşamayız. O yüzden ‘zamane diktatörü’ diyorum.. Türkiye’nin seçim sandığı yoluyla bu zamane diktatörlüğüne son verebileceğini düşünüyorum. Ve eğer Türkiye bunu başarırsa, sadece kendisi için değil, dünya için de önemli bir örnek olur. Özellikle de Avrupa’ya... Bu popülist rejimleri geriletmek adına çok büyük bir ders verir. İyimserim bu konuda.
- İBB başkanı ve Cumhurbaşkanı adayının bile hapiste olduğu yerde demokratik bir ortamdan bahsetmek mümkün mü, barış demokratik olmayan ortama gelir mi?
Şimdi burada iki şeyi birbirine karıştırmamak lazım. Bu, çokça sorulan ve tartışılan bir soru ama bir nokta gözden kaçırılıyor. Barış, silahın bırakılmasıdır. Örgütün kendini feshetmesidir. Bu adımlar, barış yolunda bir kapının aralanmasıdır. Barış oldu demek değil bu. Barış kolay değil. Ama bu adımlar barışa açılan kapıdır. Peki, gerçek barış nedir? Gerçek barış, sağlam bir altyapıya dayanır. Demokrasiyle, hukukla, özgürlüklerle, insan haklarıyla olur. O zaman barış gerçekten barış olur. Kalıcı barış olur. O yüzden hep söylüyorum: “Terörsüz Türkiye, tamam, iyi, güzel. Peki ya demokratik Türkiye?” Bu ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
- Fesih metninde Lozan'a yer vermek, bazı sinir uçlarını kaşımak gerekli miydi? Sonuçta toplumsal mutabakat aranıyorsa, bu gerekli miydi?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuyla birlikte yapılan hatalar da var. Yapılan hatalar, sohbetin başında söylediğim gibi, herkesi Türk yapmak. Benim sülalemde Gürcü var, Makedon var, Çerkes var. Eşimin sülalesinde Boşnak var, Arnavut var. O zaman Atatürk dedi ki: “Bütün Müslümanlar, hepiniz Türksünüz.” Şimdi o dönemi düşünüyorum. 72 millet, bir tımarhane Anadolu. Acaba bir ulus-devlet kurmaktan başka bir çare var mıydı? Tımarhane başka türlü nasıl toparlanabilirdi? Bundan sonraki kitabımın konusu da o. Adını da söyleyeyim: Nihayet Demokratik Cumhuriyet. Cumhuriyet’in kuruluşu ve Cumhuriyet devriminde yapılan hatalarla birlikte doğan birtakım temel sorunlardan söz edeceğim. Bu temel sorunların başında Kürt sorunu gelir, otoriter laiklik sorunu gelir. Bu hatalar, Türkiye’de demokrasinin birinci sınıf raya oturmasını engelledi. Ama bunun kabahatini ben Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’i kuranlara vermem. Vermiyorum. Cumhuriyet’i kuranlar, milli mücadeleyle birlikte ve Lozan’la bir imparatorluğun küllerinden yepyeni, genç bir cumhuriyet devleti kurdular. Yüzü Batı’ya, Avrupa’ya dönük bir devletti. Ama her şey gibi, bunun da hataları vardı. Esas kabahatli olanlar ise 70 küsur yıl boyunca bu temel hataları düzeltmeyen çok partili rejimin liderleri ve siyasi partileridir. Kürt sorununu yerli yerine oturtmayan onlardır. Asker sorununu yerli yerine oturtmayan onlardır. Her darbenin önünde boyun eğip devam eden, bitiren onlardır. Otoriter laiklik konusunda, dine saygılı bir laiklik anlayışını yerleştirmeyen onlardır. O yüzden ben kabahati çok partili dönemin liderlerine yüklerim. Bugün gelinen dönemde, 19 Mart darbesine karşı patlayan demokrasi direnişi… Bu barış süreci, yeni barış sürecinden de yararlanarak Türkiye’yi nihayet Cumhuriyet’i demokrasiyle taçlandırabilir diye düşünüyorum. Bu yeni hareketle nihayet demokratik cumhuriyet olacak.
- Sizce Selahattin Demirtaş özgürlüğüne kavuşacak mı?
‘Selo Başkan’ın çoktan çıkması lazımdı. Bu süreç, onun çıkışını hızlandırabilir diye düşünüyorum. Bir de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları var. Aynı şey Osman Kavala ve Can Atalay için de geçerli. Anayasa Mahkemesi kararı da var, AİHM kararları da var. Hiçbirini uygulamıyor. Hukuk, Erdoğan’ın umurunda değil. Hukuk bu kadar umurunda olmayan bir Erdoğan, bundan sonra hukuku uygulamaya başlar mı? İnanmıyorum. Başlarsa, ne âlâ.
“Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor” kitabı üzerine…- Otobiyografinizdeki kişisel hesaplaşmalar çok net ve dürüsttü. Günlük yaşamın tarihini anlatırken kendinize yaptığınız özeleştiriler gerçekten etkileyici. Peki, hayatınızın efendisi olabildiniz mi? Bu sistemde bu gerçekten mümkün mü? O Ahmet Altan’ın lafıdır, çok severim. Hayatın efendisi olamıyor kimse be Ebru. Hayat insanı oradan oraya savuruyor, gidiyorsun. Ama burada bazı değerlere sahip çıkmak lazım. Bu değerlere sahip çıktığında bir yerde durabiliyorsun yine. Ben de kendime bakıyorum öyle. Darbecilik, cuntacılık. Hepsini yazdım. “Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım” kitabımda tam bir özeleştiri süzgecinden geçirdim kendimi. Benim böyle, belki de aptalca bir huyum var. Sürekli kendimle uğraşıp, kendimi eleştiriyorum. Sürekli özeleştiriler. Kitapların hepsine bakarsan, hepsinde var. - Son olarak, tabularınızla yüzleştiniz mi? Özeleştiri yaparken “Evet ya, burada da haklıyım” dediğiniz yerler oldu mu? Yoksa her şeyin bir açıklaması mı var? Hayat biraz karmaşık. Basite indirgediğin vakit hepimiz doğrular, yanlışlar arasında gidip geliyoruz. Doğuştan itibaren öğrendiğimiz bazı değerler var. Dürüstlük, iyi insan olmak... Ama bunlar da zamanla değişiyor. Herkesin kendine göre tarifleri var. Ben özellikle 12 Mart 1971 darbesinden itibaren hep şu noktaya geldim: Demokratik değerlere, insan haklarına, hukuka saygılı bir düzen olsun. Ve kimse kimsenin hayat tarzına karışmasın. Müdahale etmesin. Bunu çok önemsedim. Bir zamanlar beni eleştiren bir yazı çıkmıştı. Başörtüsü meselesi üzerineydi. O yazının sahibine “Haklısın. Senin çocuğunun, kızının, eşinin giyimine, kuşamına karışmaya kimsenin hakkı yok. Ama benim de iki kızım var. O iki kızıma çarşaf giydirmeye kalkana ben elini kırarım” dedim. Bu süreç, Türkiye’de bize çok şey öğretti. Nilüfer Göle’nin “mahrem” kavramı üzerine yazdıkları, Türkiye’de örtünme meselesini savunması kolay değildi. Onun dünyasına yıldırımlar yağdırdılar. Ama Nilüfer hep şunu söyledi: “Bu sayede o insanlar topluma katıldı.” Başörtüsü, toplumsal katılımın bir aracı oldu. Ve şimdi bakıyoruz, yan yana herkes yaşıyor. Herkes özgürce yaşıyor. |
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |
"Manastır Askeri Lisesi’nin yatakhanesinde herkes uyurken o battaniyesinin altında fenerle kitap okuyor. Duruşu, görüşü, bilgisi, zekası ve nezaketiyle herkesi kolayca etkisi altına alabilen bir lider. Yani hiç bir şey durup dururken birden bire olmuyor. Bilgiye, yeniliğe aç, her konuda daha iyi olmak için kendisini yetiştiren, kendisi ile yarışan bir lider"
"Bir şehir gezgini olmanın temelinde o şehre ait temel bir sosyal tarih bilgisi ve güçlü bir beş duyu şarttır, diye düşünüyorum. İstanbul gerçekten çok katmanlı bir şehir ve gerçekten tarihin izlerini her şeye rağmen barındırıyor"
"Korku sadece ruhu değil, bedeni de zehirliyor. Birbirimizden korkuyoruz. Kendi türünden korkan tek canlıyız. Devamlı kendini yine kendi türüne karşı koruyan, ona sistematik ve bilinçli bir şekilde zarar veren; hem bu kadar akıllı olup hem de aklını kendi türüne zarar vermek için kullanan başka bir canlı yok. Ve bütün bu güvensizlik için gereken ortamı sistem hazırlıyor"
© Tüm hakları saklıdır.