
Habere giden gazetecilerin haber olduğu günlerden geçiyoruz. Daha doğrusu yıllardan geçiyoruz.
Sahadaki gazetecilerin görevlerini yapmaları her geçen gün zorlaşıyor. Toplumsal olayları takip eden gazetecilerin sayısı zaten çok az
Onlar da sürekli olarak polis şiddetine, hakaretine maruz kalıyorlar. Bitmedi... Gözaltına alınıyorlar.
Ve bu çok normalleşti.
Gazeteci örgütlerinin örgütlü tepki vermemesinden, adı sanı olan meslektaşların genç muhabirleri 'görmemesinden', gazeteciliğin mesleğe sahip çıkıldığında ancak yapılabileceğinin unutulmasından, sahadaki gazetecilerin güvencesizliğinden doğan boşluğu kötü muamele dolduruyor.
Hatırlarsınız, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ'ın basın toplantısında K24 tv muhabiri partililer tarafından engellendiğinde de hayat yine 'normal' aktı.
Gazeteciler mesleklerine sahip çıkmadılar. Oysa 'bir zamanlar... ' diyeceğimiz o kadar çok kıymetli örnek var ki gazetecilerin birbirine sahip çıktığı. Aslında mesleklerine sahip çıktıkları...
Hep bildiğimiz hikaye... Kar topu şeklinde geliyor her şey... Önce az ve yavaştan sonra katlanarak.
AFP foto muhabiri Bülent Kılıç'ın nefessiz bırakıldığı o fotoğrafı buraya bırakıyorum. İki yıl önceki Onur Yürüyüşü'nü takip ediyordu.

Daha cumartesi günü Cumartesi Anneleri'ni takip eden gazeteciler darp edildi.
'Sıradanlaşan' baskının, gözdağının bir benzerini ben ve meslektaşım, T24 editörlerinden Hazal Sipahi yaşadı.
Yer Nişantaşı, İstanbul'un upper class -(Tuğrul Eryılmaz'dan çaldım) semtlerinden... 21. Onur Yürüyüşü için sosyal medyadan yapılan çağrıda da zaten "Zenginlere yemeğe geldik" denilmişti.
Tabii ki gazeteciler olarak Nişantaşı'na gittik. Teşvikiye'ye yakın bir yerde bir kahve mekanın köşesinde olayı anlamaya çalışırken tam, bir ses "Şunları çembere alın" dedi. Tesadüfen çemberde ben, Hazal ve sonradan kendisini dansçı olarak tanıtan bir genç kaldık.
'Basınız, gazeteciyiz' cümleleri zinhar işe yaramadı... Birden dönemin simgesi ablukanın içinde bulduk kendimizi. 'Amirlerden gelecek emiri' bekliyorlardı bizi çembere alan polisler.
Bir ara gazeteci arkadaşım Faruk Ekici su uzatmak istedi bana, 'amirimize bir sorayım' diyen polise 'Her halde su içmemizi de engellemeyeceksiniz' diye tepki gösterdim ve su içme hakkımı kullandım.
Çemberdeki halimiz tabii ki mesleğimiz açısından acıklıydı.
Sonrası ise sözlü mücadele. Toplumsal eylemlerdeki şiddetine bütün gazetecilerin şahitlik ettiği, terfi alan, İstanbul İl Emniyet Müdür Yardımcısı olan Hanifi Zengin geldi.
Sözlü tartışma da sonuç vermedi. Gazetecileri hızla alandan uzaklaştırdı, avukatlara 'sizin görev yeriniz adliyeler' diyerek ayar verdi. Bir avukat o sırada Anayasa'nın 34. maddesinin yazılı olduğu tişörtü gösteriyordu.(*)
Abluka yaklaşık 20 dakika sürdü. Ve neden sorusuna tek bir yanıt alamadım? Zaten nedeni ne olabilirdi ki!
Hazal Sipahi'nin kurum kartı onları ikna etmedi. Yine durum açıklamaları derken bir polis memuru durumu anladı ve Hazal'ı da 'bıraktı'.
Ama yine o kadim tartışma...Kurum kartı sahip olmak neden yeterli olmuyor? Neden bu konuda bugüne kadar dikkate değer bir adım atamadı meslek örgütleri. Gazeteci kökenli milletvekillerinin bunu bir kez daha ve yüksek sesle gündeme getirmesi gerekiyor.
Çemberde kalan dansçı genç ise gözaltına alındı. O da oraya yeni gelmiş ve ne olduğunu anlamadan çemberde bulmuştu kendini oysa.
Köşe yazarları, ekran yüzleri, mesleğin deneyimli isimleri toplumsal olaylarda da olmalı. Sahayı unutmamalı. Alandaki meslektaşlarıyla dayanışmalı. Bu görmeme hali muhabirlere, kameramanlara, foto muhabirlerine yönelik şiddeti daha da normalleştiriyor.
Oysa olay yeri, saha, gazeteciliğin mevzisi... O kaybedilmemeli.
Anayasa'nın 34. maddesi; fikirlerin silahsız ve saldırısız, başka bir ifade ile barışçıl bir şekilde ortaya konulabilmesi için toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını güvence altına almıştır.