06 Mayıs 2025
AZNAVOUR X X X (Monsieur Aznavour) Yönetim ve senaryo: Mehdi Idır, Grand Corps Malade Fransız filmi, 2025 |
Evet, Fransız şarkıcısı Charles Aznavour üzerine bir film... Ülkemizde Fransız kültürü bir zamanlar olduğuna kıyasla çok azaldı. Anglo-Saxon kültür çok daha dominant oldu. Oysa bizler (özellikle de benim gibi Galatasaray mezunları) bu kültüre bağlılığımızı hep koruduk. Benim onca kitabım arasında duygusal olarak en gözdelerimden olan Ne Şurup-Şeker Şarkılardı Onlar (Remzi, 2003- beş baskı), içerdiği Yüzyılın Yüz Şarkısı listesinde birçok Fransız şarkısına yer vermiştir. Edith Piaf, Yves Montand, Gilbert Becaud, Dalida vb. müzikçilere ait... Bu arada bir Aznavour bestesi de var: 31. sıradaki Hier Encore... Ki gerçekten de en sevdiğim parçasıdır o; melodisiyle, inanılmaz hüznüyle, içerdiği hayat dersleriyle…
Ama çok sevdiğim o kadar çok parçası vardır ki... La Boheme’den İl Faut Savoir’a, Emmenez Moi’dan Sur Ma Vie’ye, Les Comediens’den Retiens La Nuit’ye... Ve belki en özel ve yürekli parçası: Eşcinsellere yaşam hakkı veren Comme İls Disent- Dedikleri Gibi şarkısı... Gerçekten de yürek isteyen cesur ve harika bir parça...Ya da din kavramına saygıyla yaklaşan bir diğer başyapıtı: La Mamma... Ve daha neler neler...
İşte yıllar sonra Aznavour’un hikayesi perdeye aktarıldı. Mehdi Idır ve tanınmış müzik gurubu Grand Corps Malade tarafından yazılmış ve yönetilmiş olarak... Bunun ‘a priori’ (öncelikle) beni ne denli mutlu ettiğini anlatmam kolay değil. Onu gençlik yıllarımda bizzat görüp dinleme fırsatını yakalamıştım. Ülkemize gelmiş ve efsane club Kervansaray’da konser vermişti 1959 yılında... Onu ayrıca birden çok Cannes şenliğinde görüp konuşmuş, dönemin kendine özgü gazetecisi Güngör Denizaşan’ın eliyle birlikte resimlerimiz olmuştu. Sonradan da Geçmiş Zaman Olur Ki adıyla anılarını yazmıştı.
Ve bu kitapta, ya da konuştuğu birçok yerde Türkiye ile ilişkilerinden söz etmişti. Öncelikle annesi Adapazarlı, babası Ahıskalı idi. 2 erkek, 1 kız kardeşi vardı. Bize yakıştırılan, ama sanırım tam doğruluğu kanıtlanamayan “Ermeni soykırımı’nı ne tam benimsemiş ne de inkâr etmişti. Böylece kendisine özgü bir kurnazlıkla, iki yanı da mutlu etmişti. Örneğin 2009 yılında İsviçre’nin başkenti Zürich’de Türkiye ile Ermenistan arasındaki tarihi barış ve barışma törenine bizzat katılmıştı.
Böylece biz bu ilginç filmde onun geçmişini iyice öğrendik. Neredeyse baştan sona... Çocukluğu, gençliği, sonrası sıralamasıyla... Arada Charles Trenet, Edith Piaf, Gilbert Becaud, Johnny Hallyday gibi meslektaşlarıyla tanışarak... Hele büyük usta Edith Piaf’ın onun yaşamındaki büyük rolü... “Sen de benim gibi sokaktan geliyorsun” diyen Piaf, onu ABD’den Kanada’ya yollamak, hatta bizzat alıp götürmek suretiyle şöhretine destek olmuştu. Sanki bir nevi “Amerika’da şöhret olmayan gerçek şöhret olamaz!” tavrıyla... Gerçi Aznavour, eksik kalan viza çabası nedeniyle orada hapse düşmüştü. Ama değmez mi!.. Piaf’ın hayatı ise ayrı bir filme konu olmuştu: 2007 yılında Olivier Dahan imzalı La Mome. Başrolünde unutulmaz Fransız oyuncusu Marion Cotillard’ın oynadığı...
Evet, sadece 1.64 boyunda, bir deyişe göre “boğuk sesli” bu adam, tarihin en büyük müzikçilerinden biri oldu. Sözleri de kendisi yazdığına göre, tam bir “ozan…” Onca yolculuktan sonra vatanını seçmişti: “Şarkılarımı yazabilmek için Paris’e ihtiyacım var” diyerek... Pierre Roche adlı bir müzik insanını büyük dost edinmiş ve ondan hiç vazgeçmemişti. İkinci savaşın sonlarında Ermeni kökenli Fransız şairi Misak Manuşyan Nazilerce kurşuna dizilerek ölmüştü: 20 arkadaşıyla birden ve 1944 yılında... Bu da onun büyük acılarından biri olmuştu...
Evlilikleriyse muhtelifti: Micheline, Evelyne, sonunda İsveçli Ula... Ki onunla ölünceye dek evli kalacaktı. 2018 yılında ve 94 yaşında dünyamızı terk etti. Ardında 5 çocuk bırakarak... Özellikle biri ona benzeyen ve çok yakışıklı biriydi. Patrick adını taşıyan oğlan daha 25 yaşında ölmüş ve sanatçıya büyük azap vermişti...
Ve filmler de çevirecekti: Piyanisti Vurun (gerçek bir sinema klasiği); Ağustos Ayında Paris, And Then There Were None- Herkes Kayboldu, Tobrouk İçin Taksi... Bir özelliğiyse belli ölçüdeki para düşkünlüğüydü. Şöyle dediği söylenir: “ABD’ye gittiğimde Frank Sinatra kadar ücret istedim ve aldım!” Ve ölümünden hemen bir yıl sonra çıkan bir belgesel: Aznavour by Charles.
2008 yılında, ölümünden 10 yıl önce yazdığım uzunca bir yazıda ona olan sevgimi yazmıştım. İşte o uzun yazının bir bölümü:
“1998 yılında Charles Aznavour, CNN’in internet sitesindeki dünya çapında bir soruşturmada “yüzyılın sahne sanatçısı” (entertainer of the century) seçilmişti. Oyların yüzde 18’ini alıp Sinatra, Elvis ve Bob Dylan’ın bile önüne geçerek...
Ama bu onun enerjisine dur demiyor. 2006’da başladığı “veda konserleri” hâlâ sürüyor, belki 2010’lara dek uzanacak. Hâlâ sürekli albüm yapıyor; son yıllarda, eski parçalarını Amerikalı ünlü cazcılarla birlikte yorumlayarak “Jazznavour” albümünü çıkardı. 2006’da Küba’ya gitti ve ünlü müzisyen Chuco Valdes ve Kübalı müzisyenlerle birlikte yeni parçalar içeren “Colore ma Vita- Hayatımı Renklendir” albümünü yaptı. 2008’de, Paris’te klasik parçalarını son dönemin modası olarak ünlü seslerle birlikte düetler halinde yeniden yorumlayan bir çifte-albüm çıkardı. Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve Almanca yorumlar. Ve Paul Anka’dan Placido Domingo’ya, Celine Dion’dan Laura Pausini’ye, Elton John’dan Sting’e, Julio İglesias’dan Nana Mouskouri’ye, Johnny Halliday’den Liza Minnelli’ye kimler eşlik etmiyor ki... Üstelik Edith Piaf, Frank Sinatra ve Dean Martin’in çok sevilen birer şarkısına, modern teknolojiyle Aznavour da katılıyor ve albümden adeta zamanın içinde bir büyük, görkemli koronun sesi yükseliyor. Bu albümü dinlerken gerçekten de büyülendim ve 20. yüzyılda bir yolculuğa çıktım.”
Evet, işte böyle... Bu uzun yazıyla sanırım onu iyice andık. Şimdi biraz oyunculara gelelim. Tahar Rahim her açıdan çok inandırıcı bir Aznavour olmuş. Zaman zaman biraz Fazıl Say’ı hatırlatarak... Cezayir kökenli aktör-sevgili dostum Uğur Vardan’ın yazdığına göre- Jacques Audiard’ın Un Prophete- Yeraltı Peygamberi, Fatih Akın’ın Kesik- The Cut gibi filmlerinde oynamış. Diğer oyuncular da yeterince iyi. Hele Piaf’ta Marie-Julie Baup...
Filmde La Boheme’in dev bir orkestra eşliğinde ve kalabalık bir salonda söylendiği konser ise nefis bir müzikal şölen... Bunca unutulmaz şarkıyı bize hatırlatan bu filmi özellikle Frankofonlar kesinlikle kaçırmasın derim.
Atilla Dorsay kimdir?Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" ve "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.." |
'Fenike Planı', olasılıkla şimdiye dek izlediğim en absürt film! Tüm o parlak oyuncular mekanik biçimde, sanki kurulmuş kuklalar gibi konuşuyorlar. Böylesine bir kadroyu neredeyse kuklalara dönüştürmek ne kadar başarıysa…
Karate Kid efsaneleri hayli özgün bir film olarak karşımızda, çoktan unuttuğumuz bir sporu ve onun temsil ettiği farklı ve egzotik bir kültürü bize hatırlatıyor. Ayrıca bir kültürler arası bir aşk öyküsü ve bir savaş gösterisi…
'Stelios', değişik bir müzikal belgesel: Hem o bitmeyen Akdeniz manzaraları hem de o birbirinden güzel şarkılar. Ve de bizi belki yeniden komşu ülke ile yaklaştırabilecek olan…
© Tüm hakları saklıdır.